text
stringlengths
290
300k
url
stringlengths
19
415
tokens
int64
125
150k
length
int64
290
300k
İtalyan mahkemesinden emsal oluşturacak karar. Cep telefonunun beyin tümörüne yol açtığını savunan davacı haklı bulundu. İtalya'da bir mahkeme, aşırı miktarda cep telefonu kullanmanın beyin tümörüne yol açtığına hükmetti. Davacı emekli maaşına bağlandı. Dünya çapında emsal oluşturabilecek olan karar, ülkenin kuzeyindeki Ivrea kasabasında alındı. 57 yaşındaki Roberto Romeo, 15 yıldır işi gereği günde üç ila dört saat boyu telefonda konuştuğunu ve tümöre cep teelfonunun yol açtığını savunuyordu. Romeo yaşadıklarını, “15 yıl boyu işlerimi organize etmek için evden, arabadan sürekli telefonda konuşmaktan başka şansım yoktu. Sağ kulağımın her an bloke olduğunu hissetmeye başladım ve 2010'da tümör teşhisi kondu. Neyse ki iyi huyluydu ama artık hiçbir şey duymuyorum çünkü akustik sinirlerimi almak zorunda kaldılar” dedi. Romeo'nun geçirdiği ameliyat nedeniyle vücut fonksiyonlarının yüzde 23'ünü kaybettiği belirtilirken, mahkeme davacıya aylık 500 euro emekli maaşı bağlanmasına karar verdi. Romeo'nun avukatları Stefano Bertone ve Renato Ambrosio kararın ardından, “Dünyada ilk kez bir mahkeme cep telefonunun fazla kullanılmasıyla beyin tümörü arasında ilişki bulunduğunu kabul etti” dedi. Romeo da kararın ardından, “Cep telefonlarını şeytanlaştırmak istemem ama onları daha dikkatli kullanmalıyız” dedi. (Gazete Duvar)
https://yesilgazete.org/mahkeme-cep-telefonu-kullanmak-beyin-tumorune-yol-acti-diyen-davaciyi-hakli-buldu/
672
1,328
Mardin kırsalındaki Ömeryan Bölgesi'nde 11 Haziran'da başlayan orman yangını mahalle sakinleri tarafından iki defa söndürülmesine rağmen Pazar günü tekrardan başladı.Yangında 35'in üzerinde dönüm üzüm bağı ve orman tamamen yandı. Artuklu ilçesinin Ahmetli mahallesine bağlı Kaynaklı Mezrası kırsalında çıkan yangın kısa sürede etrafa yayıldı. Çıkış nedeni henüz bilinmeyen yangına mahalle sakinleri ile bölgedeki itfaiye ekipleri kontrol altına almaya çalışıyor. Havadan müdahale yok Dağlık alanda çıkan yangına havadan müdahale yapılmaması da kontrol altına alınamayan yangınların bilinçli şekilde çıkarıldığı iddialarını gündeme getirdi. #Mardin'de de canımız yanıyor? Nusaybin ve Artuklu ilçeleri kırsalında 11 Haziran'da çıkan ve yer yer kontrol altına alınan orman yangını, yeniden etkisini arttırdı. İtfaiye ekipleri ve yurttaşların müdahalesi sürüyor ancak dağlık alanlardaki yangına havadan müdahale gerekiyor pic.twitter.com/CGnn8RJG2Y — Kuzey Ormanları Savunması (@kuzeyormanlari) June 14, 2020 '874 orman yangınında uçakla müdahale edilmedi' Öte yandan yangın söndürme uçaklarına ilişkin CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen'in verdiği soru önergesini yanıtlayan Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli “16 Ekim 2019'dan beri çıkan 874 adet orman yangınında uçakla müdahaleye ihtiyaç duyulmadı” dedi. 'İhaleye girmedi' Bu yangınların hiçbirinde Türk Hava Kurumu tarafından teklifte bulunulmadığı ve dolayısıyla uçaklarının kullanılmadığını söyleyen Pakdemirli şunları söyledi: THK kamu kurumu değildir. Vakıf ve Dernekler hukukuna göre faaliyet gösteren ve OGM'nin açmış olduğu ihalelere THK Gökçen Havacılık İktisadi İşletmesi olarak katılan ve diğer istekliler ile aynı şartlara sahip ticari bir kuruluştur. 'THK'nın ihaleye girmesi engellendi' Konuyla ilgili Birgün'e değerlendirmede bulunan Antmen ise “THK'nin uçakları 4 bin 900 litre kapasiteliyken ihalede '5 bin litre şartı' konuldu. İktidar, THK'nin uçakları ihalelere girmesin diye elinden geleni yaptı” ifadelerini kullandı.
https://yesilgazete.org/mardin-gunlerdir-yaniyor/
1,001
1,995
Mardin'in sembol isimlerinden 'Bahe' hayata gözlerini yumdu. Süryanilerin Deyrul Zafaran Manastırı'nda 76 yıldan beri annesinin yolunu gözleyen Cercis Kaptan, nam-ı diğer 'Bahe', manastırda yaşıyor ve bahçıvanlık yapıyordu. Geçtiğimiz sene 'Bahe'nin hayatını konu alan 'Misafir' belgeselinde kendisiyle ilgili şöyle deniyordu: 'Bahe bu manastırın bir parçası olmuştur. Alah gecinden versin, Bahe ölürse bu manastırdan bir taş eksilir.' Bahe, bir süre önce rahatsızlararak hastaneye kaldırılmıştı. Özel bir hastanede tedavi gören Kaptan, bu sabaha karşı kalp yetmezliğinden yaşamını yitirdi. 'Öldüğü güne kadar annesini bekledi' Bahe'nin vefatı Süryaniler başta olmak üzere Mardin'de büyük üzüntü yarattı. Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz, 'Bahe'nin Süryani camaatinin sembolü olduğunu belirterek, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı'nda bırakıp gitti. Bugün yani 76 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu” dedi. Mardin Valisi Ahmet Cengiz, Bahe'nin Mardin'in sembolü olduğunu belirterek, ölümünden büyük üzüntü duyduğunu dile getirdi. Mardinli yönetmen Haydar Demirbaş, geçen yıl Bahe'nin yaşamını anlatan 'Misafir' adlı belgesel film çekmişti. Yönetmen Haydar Demirtaş, annesinin Bahe'yi 6 yaşındayken 70 yıl önce ekonomik sıkıntılardan dolayı manastıra bıraktığını belirterek şunları anlatmıştı: “Annesi iki kız kardeşi ile birlikte Suriye'ye gitmek zorunda kalıyor. Ve ona 'Bu manastırda bekle seni almaya geleceğim' dedikten sonra gidiyor. Belgesel, Bahe'nin o günden bugüne 70 yıl boyunca manastırda büyük bir özlem ve umutla annesini beklediği hayat hikayesini içeriyor. Belgesel filmimizi yaparken, Bahe üzerinden Süryani'lerin kültürünü, dilini, tarihini de anlattık. Bahe'nin çocukluktan bugüne manastıra emek verme sürecini anlattık.” (Hürriyet/Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/mardinin-bahesi-oldu/
895
1,816
Balıkçı bugün 127 yaşına girdi. Balıkçı deyince aklıma deniz, ağaç ve orman geliyor. Oğlu onun için “Denizde balık adam, karada ağaç adamdı” demişti. Mavi Sürgün 'ün kapağında Sabahattin Eyüboğlu, “Zindan karanlığını hürriyet mavisine dönüştürmüş bir yaman insan soluğudur bu kitaptaki. Bu soluk otuz yıldır, gittikçe daha gür, daha dolgun, bir Batı Anadolu destanı savuruyor bize: Ege tanrılarının ve insanlarının yenmiş haklarını arayan bir destan. Denizlerin en mavisiyle sarmaş dolaş olan bu destanda tanrılar bir insan sıcaklığı, insanlar bir Tanrı yüceliği kazanır, kara günler içinde ak günler doğar, yoksul ellerden bereket saçılır, en mutsuz yaşantılardan en mutlu ötelere yollar açılır, yürekler acısı gerçekler Tabiat Ana'nın gülümser bakışında erir, topraklar yeşerir, sürgünler mavileşir. Bu destanda insanoğlu zaman zaman kirinden pasından arınıp yalın yürek sonsuz evrenin karşısına dikilir, bu canım dünyayı cehenneme çeviren savaşlara yuf diye, ekmeği, şarabı ve sanatı yaratan barışlara merhaba diye seslenir.” Sanatın ve bilginin ışığında, insan olmak ve dünyaya tutunmaktı bizlere bıraktığı vasiyeti. “Zaman kullanmayı bilmeyeni öldürür! “diyordu ve ekliyordu “Zaman hep yatay sanılır. Ben geçmişte yokum, gelecekte de. Şimdi dikine varım: yükselmesine sonsuz ve derinlemesine dipsiz…” En çok bu sözüyle sevdim onu. Hayatı dikine ve dibine kadar yaşadı. Zarlar çoğu zaman hileliydi. O bunu biliyordu, yaşadı da. 25 yıllık sürgününü bir cennete dönüştürdü. Bizler de daha dün yaşadık. Civalı zarlarla sürgün edildik bir meçhule. Hem de tek tek değil, milyon milyon sürgün edildik! Araf' ta bekliyoruz. Dikine ve derinlemesine! “1890 yılında ada Türk iken Girit'te doğdum. Babam, Türkiye'nin Atina Sefiri oldu. Falerin'de ilk evi babam yaptırdı. Üç dört yaşındayken, küçük kardeşimle Parthenon' un mermerleri arasında oynardık. Bir gün kayıkta, kayıkçı deniz aynasını denize tuttu. Denizaltı âlemini görünce, tokat yemiş gibi sarsıldım. Yazı öğrenmeden önce, sabahtan akşama kadar resim yapardım. Sonra Büyükada'da oturduk. Altı yaşında oradaki mahalle mektebinde okuma yazma öğrendim. 10 yaşında bir misyoner kuruluşu olan Robert Kolej' e gönderildim. Sabah, öğlen, akşam ve yatmadan önce dua ediyorduk. Ben İsrail'in boyuna, Cerikaya, öteye beriye taşınan taşlardan bıktım. Kütüphanelerde, içleri hayat dolu kitaplar vardı. Okudum. Ama 700 öğrenci arasında o kitaplar bana yasak edildi. Elektrik feneri icat edilmişti. Gece yorganla battaniyeyi çadır yapar elektrik feneriyle, arkadaşlarıma aldırdığım kitapları okurdum. Çok yazardım İngilizce… Ama on üç yaşımdan sonra yazmadım. Çünkü pazar günü kilisede okuduklarımı yazmamı istediler. Ben de herif eşek arısı gibi vızıldarken, yanı başlarında uyuyan arkadaşların kulaklarına çöp soktuklarını ve başka realiteyi yazdım. Skandal oldu, paylandım, artık yazmadım. Kolej' den sonra İngiltere'ye göndermek istiyorlardı. Portsmouth' da ki mektebine gitmek istedim. Münasip görmediler. Oxford'a gönderdiler. İsteksiz gittim. En kolay konuyu seçtim, üç dört yıl öğrendim. Üç dört yılda öğrendiğimi unutmak için sarf ettim. Ama kütüphanelerden, hem sonradan Londra Üniversitesi'nden istifa ettim. İlk dünya savaşında hastaydım. Savaş sonrası asker kaçaklarının kendileri gelip teslim oldukları halde yargılanmadan asıldıklarını yazdım. Ankara İstiklal Mahkemesi'nde, Bodrum'da üç yıl kalebentliğe mahkûm ettiler. Asıl mimledikleri M. Zekeriya'yı mahkûm etmek istiyorlardı. Ama yazıda suç bulamazlarsa yazıyı basan da serbest kalacaktı. Bodrum'a vardığım zaman 34 yaşındaydım. Ondan önceki mektep hayatımın bende bıraktığı intiba şöyleydi. İstiklal Mahkemesi'nde mevkuf iken, bir gece rüyamda çocukluğumu, hala Kolejde olduğumu görmüştüm. Uyanınca hapishanede olduğumu ve kolejde olmadığımı gördüm ve çıldırasıya sevindim. Bu hürriyetti bre! Oysaki kolejde Fikret'in oğlu Haluk'ta, benimle aynı tabiydi. Halikarnas' da, üç dört yaşındayken Faleron' da gördüğümü ve kaybettiğimi buldum orada kaldım, yazdım, çiçek, ağaç ve yemiş yetiştirdim. Gece rüyamda kendimi savaşan bir general gibi görüyordum. Arkamda, yüz binlerce portakal ve grapa fruit ağaçları kökleri üzerine kalkmışlar, ilerliyoruz ve düşmanımız ölüme karşı vitamin ve ışık bombaları portakalları, greyfurtları, çiçekleri atıyoruz. Sonrası Halikarnas Balıkçısı. İşte o kadar!” Ortalık bugün de sis ve pus. Dünyanın sisini ve pusunu ne temizler? Sıkı bir poyraz ve belki de Balıkçı' nın bir “Merhaba!” sı… Ercüment Gürçay
https://yesilgazete.org/mavi-anadolu-halikarnas-balikcisini-unutmadi/
2,241
4,444
Başbakan bir medya patronunu, medya dışı iş ilişkilerinden dolayı ad vererek suçladı. Medya patronu, medya dışı ilişkisini medya aracılığı ile başbakana cevap verdi. Medya aracılığı ile bir oyana bir bu yana döndü durdu! Medya patronu medya dışı iş ilişkisi için aracı göndermiş, kimi göndermiş dersiniz? Medya içinde çalışanı mı? Bunu başbakanın açıklaması gerek. Medya dışı iş ilişkilerde, medyanın ve medya çalışanlarının kullanıldığı konusunda hiç şüphemiz yok. Başbakan konuyu açıklarken, gizli olarak yapılan görüşmelerindeki ipuçlarını üstü yarı açık olarak ortaya serdi. Başbakan, “Hilton Oteli'nde istediği plan tadilatlarını bana ve belediye başkanıma yaptıramadığı için bu adımları atmaktadır. Bizzat bana bunu teklif etmiştir, bizzat belediye başkanıma bunu teklif etmiştir.“ demektedir. Bir iş adamı bir başbakandan nasıl böyle bir talebi olabilir, nereden almaktadır bu cüretkarlığı? Olağan karşılanan bir durum mu söz konusudur? Bir medya çalışanı başbakanın yanağından makas alabiliyor, demek ki ilişkileri o kadar iyi ve iç içe geçmiş durumda. Üstelik bunlar kamuoyu önünde yaşananlar, peki kamuoyu önünde bugüne kadar yansımayan ilişkiler? Medya patronlarının iktidar ile olan ilişkileri ve medya çalışanlarına verilen astronomik paraların kaynağı açıklanmalıdır! Bir patron para kazandırmayan çalışanına neden para versin, çünkü en ufak krizde gözden çıkardığı çalışanları bugünlerde işsiz dolanırken, astronomik maaş alanları hala bünyesinde tutmaya devam ediyor. Bu günlerde medya iktidar ilişkileri bozulmuş görünüyor. Bu bozulma yazılı ve görsel basın patronlarının medya dışı iş ve ticaret ilişkileri nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Çalışanlarının sahip olduğu medya ne yazık ki günümüzde yoktur. Bu yüzden de medya, medya dışı ilişkiler için kullanılan bir araca dönüşmüştür. Bu gerçeklik hem başbakan hem de medya patronunun yaptıkları açıklamalar ile açıkca ortaya serilmiştir. “Bugünkü konuşması bana göre Türk basın tarihinde çok tehlikeli bir dönemin başladığının en somut işaretidir. Şimdiye kadar ellerinden gelen baskıyı yapıyorlardı. Demek ki baskıları daha da ağırlaşacak.” demektedir suçlanan medya patronu. Medya dışı ilişkilerin medyaya yansımasını günler içinde göreceğiz, çünkü daha öncede yaşandığı gibi medya sahipleri devlet olanakları karşısında fazla dayanamamış ve hizaya girmişlerdir. Medya patronlarının medya dışındaki iş ve ticaret ilişkileri medyanın sesini ve yönünü belirlemede önemli bir baskı aracı olarak ortada durmaktadır. İç içe geçmiş medya ve iktidar ilşkileri bir çıkar çatışması ile her şeyi olmasa da bazı ilişkilerin gün yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Geçmişte medya ve iktidar ilişkilerinin farklı konumlanışları olmakla birlikte günümüzde medya iktidara daha yakındır ve embedded (iliştirilmiş) basın görevini yapmaktadır. Kısaca basın taraftır ve iktidarın çıkarı hangi yöndeyse gerçeklik ya görülmez (haber ajanslara geçmez) ya da eksik bilgi verilerek tahrif edilir. Basının özgür olabilmesi için herşeyden önce basın sahiplerinin basın dışında başka işinin olmaması gereklidir. Aksi halde bugün yaşadığımız sorunların daha keskini ileride yaşamayacağımızı kimse garanti edemez! Basın özgürlüğü de yalan olur! İsmail Cem Özkan
https://yesilgazete.org/medya-iktidar-iliskisi-ortaya-sacilirken/
1,634
3,196
Medyada Nefret Söylemi İzleme Raporu Eylül – Aralık 2012 dönemi yayınlandı. Hrant Dink Vakfı tarafından dört ayda bir dönemsel olarak yayınlanan raporda tüm medya organlarında çıkmış yazı ve haberler inceleniyor. 46 sayfalık raporda izlenen yöntem, Türkiye'de Ulusal ve Yerel yayın organlarında nefret söyleminin izlenmesi ve raporda kullanılan örnekleme ölçütleri hakkında da bilgi veriliyor. Nefret söyleminin bilimsek çalışmalar sonrası belirlenmiş 1)Abartma / Yükleme / Çarpıtma 2)Küfür / Hakaret / Aşağılama 3) Düşmanlık / Savaş Söylemi ve 4) Doğal Kimlik öğesini nefret aşağılama unsuru olarak kullanma / Simgeleştirme kategorileri gözetilerek derlendiği belirtilen raporun tam metnine buradan erişim mümkün. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/medyada-nefret-soylemi-izleme-raporu-yayinlandi/
353
729
Futbolda şike iddialarına yönelik soruşturma kapsamında tutuklu bulunan Fenerbahçe Kulübü Yönetim Kurulu Üyesi Şekip Mosturoğlu'nun intihara teşebbüs ettiği haberlerinin gerçeği yansıtmadığı açıklandı. Mosturoğlu'nun avukatı Naim Karakaya, yaptığı yazılı açıklamada, bu yönde medyada yer alan haberle ilgili olarak ”Haber içeriği tamamen gerçek dışıdır. Müvekkilim böyle bir olaya asla teşebbüs etmemiştir” ifadelerini kullandı. Soruşturmanın başından bu yana Mosturoğlu hakkında sistematik bir şekilde karalayıcı haberler yer aldığı savunulan açıklamada, ”Bundan önce de itirafçı olduğu, Aziz Yıldırım tarafından koğuşta istenmediği haberleri yer almıştı, bu haber de bu manipülasyon halkasının bir devamı olarak gözükmektedir. Anılan haberlerin müvekkile karşı yürütülen sistematik bir karalama kampanyasının yeni bir aşaması olduğunu açıktır. Yasal tüm yollara başvurulacaktır” denildi.
https://yesilgazete.org/mehmet-baransunun-haberi-yalanlandi/
448
889
Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye'yi referanduma yönelik kuşkuların giderilmesi ve AB ile üyelik müzakereleri konusunda uyardı. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Perşembe günü Berlin'de yaptığı hükümet açıklamasında Türkiye'ye ilişkin açıklamalarda da bulundu. Merkel, Türkiye'yi hukuk devleti standartları içinde hareket edilmesi ve AB ile üyelik müzakerelerinden vazgeçme ihtimaline karşı uyardı. Merkel, Federal Meclis'te yaptığı açıklamada “Türkiye'nin Avrupa'dan vazgeçmesi ne Avrupa'nın ne de Türkiye'nin çıkarınadır” diye konuştu. 29 Nisan'da yapılacak Brexit özel zirvesinde Türkiye'nin de ele alınacağını duyuran Almanya Başbakanı, AB içerisinde bu konuda istişarelerde bulunulacağını kaydetti. Almanya Başbakanı Merkel, hükümet açıklamasında Türkiye'deki anayasa referandumuna yönelik endişelere de değindi. Merkel, Türkiye'nin AGİT ve Avrupa Konseyi gözlemcilerinin referanduma dair ciddi kuşkularını gidermesi gerektiğini söyledi. Almanya Başbakanı, bu nedenle federal hükümetin referandum kampanyasının adil koşullar altında yapılmadığına dair ciddi endişeleri bulunduğunu kaydetti. Basın ve ifade özgürlüğü Son dönemde yaşananların Türkiye'nin Almanya ve Avrupa ile ilişkilerinde “ağır bir etki” yarattığını söyleyen Merkel “Diyaloğa dönülmesi için çaba gösteriyoruz” diye konuştu. Federal hükümetin hukuk devletine riayet edilmesi için Türkiye'ye yönelik taleplerini sürdüreceğini belirten Merkel, bunun Deniz Yücel ve diğer tutukluların yanı sıra basın ve ifade özgürlüğünün ihlali için de geçerli olduğunu kaydetti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'de tutuklu bulunan Die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel'i “ajan ve terörist” nitelendirmesine atıfta bulunan Merkel “Hiçbir yanlış anlaşılmaya yol açmayacak biçimde söylemek gerekirse, bir Türk hükümet yetkilisinin Deniz Yücel'de olduğu gibi kamuoyu önünde bir önyargıyı dile getirmesi hukuk devleti ile bağdaşmaz” diye konuştu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta Silivri Cezaevi'ndeki tutuklu Die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel'in kendi görevi süresince Almanya'ya iade edilmeyeceğini söylemişti. Erdoğan, Yücel'in PKK ile bağlantısı olduğu iddialarına yönelik de bir kez daha “Elimizde görüntüler, her şey var. Bu tam bir ajan terörist” diye konuşmuştu. (Deutsche Welle Türkçe)
https://yesilgazete.org/merkelden-turkiyeye-referandum-sonuclari-ve-ab-ile-uyelik-muzakereleri-uyarisi/
1,091
2,283
Bu sene sloganı “Her kadının kendine ait bir cüzdanı olmasını düşleyen festvival” olarak belirlenen 12. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali'nin uğrak yerlerinden biri de Mersin. Mersin'de 5 ve 6 Nisan tarihlerinde Büyükşehir Belediyesi Kongre ve Sergi Sarayı'nda ücretsiz olarak kadın filmlerinin izlenebileceği Filmmor'u, festivali Mersin'e getiren Mersin Kadın Emeği Kollektifi ile konuştuk. Mersin Kadın Emeği Kollektifi Cuma akşamı İspanyol yönetmen Lorena Lluch'un 2012 yapımı filmi”İlk Yalan”ın gösteriminden önce Mersin Üniversitesi Çiftlikköy Kampüsü'nde buluştuk kollektiften Özge Göncü, Eytiş Karabulut ve Bediz Yılmaz ile. Filmmor'u Mersin'e getirmek için üç yıldır görüşmeler yaptıklarını ve bu sene bunda başarılı olduklarını belirten Özge Göncü, Mersin'de 2007 yılında hayata geçen Kadın Emeği Kollektifinin başta İstanbul, Hatay, Adana, Denizli ve Kocaeli olmak üzere 12 ilde çalışmalarını sürdürdüğünü kaydetti. Mersin'de dördü kadın derneği olmak üzere 20 sivil toplum kuruluşunu da bünyesinde barındıran Mersin Kadın Platformu'nun da yürütücüsü olan Kadın Emeği Kollektifi hiyerarşi barındırmayan bir yapı içinde öğrenci, ev emekçisi ve çalışan kadınlar ile ilgili faaliyetler yürütüyor. Kadın kadına söyleşiler, deneyim paylaşımı ve film gösterimlerinin gerçekleştiği Kollektif 2 yılı aşkın bir süredir periyodu 2 ya da 3 aylık dönemlere tekabül eden “Kadın Emeği” dergisini de çıkarıyor. Üniversiteli kadınlar ise ilk nüshası Filmmor vesilesi ile görücüye çıkan “Mor Kampüs” bülteni ile kadınların mücadelesini aktarıyorlar. Fimmor Mersin'de 12 yıldır kimliğinden taviz vermeden bağımsız bir şekilde faaliyetini devam ettiren Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali Mersin'e Kadın Emeği Kollektifi'nin yanısıra Mersin Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi (Merkam) , Mersin Büyükşehir Belediyesi ve Mersin Akdeniz Belediyesi işbirliği ile geldi. 2 günde tamamı kadın yönetmenler tarafından çekilen kısa ve uzun metrajlı 19 filmi Mersin'li sinemaseverler ile buluşturmayı hedefleyen festivalde Kadınların Sineması (Women's Cinema), Bedenimiz Bizimdir (Our Body is Ours!), Kendine Ait Bir Cüzdan (A Purse of Her Own) ve Cins-iyet-ler (Sex-ual-ity) bölümleri bulunuyor. Filmmor açılışında, Feride ve Bahar için “Kadınlar artık susmayacaklar, susmayacaklar” sloganı Festivalin açılışı için Yeşil Gazete olarak biz de Mersin Üniversitesi Çiftlikköy Kampüsü Prof. Dr. Uğur Oral Kültür Merkezi'ne gittik. Saat 19:00'da başlayan açılış töreninde sırası ile Mersin Kadın Emeği Kollektifi'nden Tülin Şahin Okay, Filmmor ekibinden Melek Özman ve Mersin Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi (Merkam)müdürü Prof. Dr. Bahar Temel konuştu. Konuşmaların başlamasından önce Mersin Üniversitesi'nin ihmali sonucu hayatlarını trafik kazasında kaybeden Feride ve Bahar özelinde erkek egemen şiddete tüm kadınlar için bir dakika süren sessiz bir anma yapıldı. Sessiz anmanın bitimi ile birlikte, “Kadınlar artık susmayacaklar, susmayacaklar” ve “Feride ve Bahar'ı unutma unutturma” sloganları atıldı. Konuşmaların ardından 2012 İspanya yapımı 24 dakikalık “İlk Yalan” (La primera golondrina) filminin gösterimine geçildi. Film gösteriminin ardından ise Prof. Dr. Uğur Oral Kültür Merkezi'nin fuayesinde Nevit Kodalı Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi öğrencilerinden yan flüt ve keman dinletisine geçildi. Filmmor web sitesi: filmmor.org/ Filmmor Mersin gösterimleri facebook etkinlik sayfası Mersin Kadın Emeği Kollektifi facebook sayfası Haber: Alper Tolga Akkuş (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/mersin-kadin-emegi-kollektifi-ile-hem-filmmor-hem-de-kollektif-uzerine/
1,688
3,510
Çernobil Nükleer Felaketi'nin 31. yılında nükleer tehdidini Akkuyu Nükleer Santral planları nedeniyle ihtimaller dahilinde yakından yaşayan Mersin'de Mersin Nükleer Karşıtı Platform'un evsahipliğinde ve Nükleersiz.org'un katılımıyla “Çernobil Felaketinin 31. yılında nükleer santralin zararlarını tartışıyoruz” paneli düzenleniyor. Panelde Mersin Nükleer Karşıtı Platform'dan Mersin Tabip Odası Başkanı ve Dr. Ful Uğurhan ve Jeoloji Mühendisleri Odasından Erkan Demir, Gazetemizin yazar ve editörlerinden aynı zamanda Nükleersiz.org'dan Pınar Demircan ve Nükleersiz.org'un daveti ile Mersin'e gelecek olan nükleer konusunda uzman Rus aktivist Andrey Ozharovsky nükleer belasının yol açacağı tehditler üzerine paylaşımlarda bulunacak. 28 Nisan Cuma günü 17:00'de Mersin Tabip Odası'nda gerçekleştirilecek ve panelin hemen ardından 19:30'da Hakan Tosun'un yönettiği “Var” belgeseli panel katılımcıları ile buluşacak. Panel aynı zamanda bir serginin açılışına da ev sahipliği yapıyor. “Hibakuşalar Olmasın” sergisinin tanıtımı da panel sırasında gerçekleştirilecek. Sergi 28 Nisan – 1 Mayıs tarihleri arasında Eğitim Sen'de 2-5 Mayıs tarihleri arasında ise Mersin Kent Konseyi'nde ziyaretçilere açık olacak. Hibakuşalar Olmasın Sergisi, Haziran ayında Çevre Haftası kapsamında İstanbul Kadıköy'de , Hiroşima'ya ve Nagasaki'ye Atom bombasının atılmasının yıl dönümü olan 6 Ağustos'tan başlayarak 1 hafta boyunca da Türkiye'de ikinci nükleer santralin kurulması planlanan Sinop'ta görülebilecek. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/mersinde-cernobil-felaketinin-31-yilinda-nukleer-santralin-zararlarini-tartisiyoruz-paneli/
720
1,505
2. Mersin Onur Haftası'nda yolun yarısını da dün (1 Haziran 2016 Çarşamba) geçtik. Çarşamba günü, Haftanın ortası olması hasebi ile etkinliklerin vitesi de bir tık ileriye alındı. İlk gün Hadra Hamamı Sanat Merkezi'nde 'Muammalı Çok Hummalı' sergisi ve LGBTQİ hareketine Mersin'de verdikleri desteklerden ötürü Akdeniz Belediyesi Eşbaşkanı Yüksel Mutlu, Mersin Barosu, Mersin 7 Renk gönüllüsü Gönül Tekniker ve Yrd. Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi Çıngı'ya dayanışma ödülleri verilmiş, ikinci günde ise Fanzin Kafe'de Volkan Eray ile Hülya Dolaş'ın kolaylaştırıcılığı ve “hummalı bir kimlik deşifresi” şiarı ile 'Kimlik Muamması – Kimlik Atölyesi' gerçekleştirilmişti. Kimlik Muamması'nda katılımcılar kendilerine dayatılan çift cinsiyetli ve çift renkli nüfus cüzdanlarını reddederek kendilerine, kendi istedikleri alternatif nüfus cüzdanları oluşturma imkanı buldular. Kavram Muamması 2. Mersin Onur Haftası'nın 3. günü olan dün ise iki etkinlik ile'Muamma” temalı haftanın ritmi de hızlandı. Günün ilk buluşması Mersin Onur Haftası Hazırlık Komitesi'nin feminist üyelerinin kolaylaştırıcılığında düzenlenen, 'Kavram Muamması' atölyesi idi. Park Cafe'de 18:00'de başlayan atölyede Gonca Şahin Ocakçı, Özgecan Aşlamacı Şahin, Duygu Taner ve Nalan Turgutlu Bilgin, katılımcılar ile ortak bir şekilde toplumsal cinsiyete dair kavramların içlerini açtılar, kimi kavramı dönüştürüp, kimisinin içini boşaltıp, kimisininin ise altını kalın harflerle çizerek. “Aile”, “Kadınlık”, “Erkeklik”, “Hayat Kadını”, “Ahlak”, gibi pek çok kavramın masaya yatırıldığı atölyede toplumun dayattığı, TDK'nın (Türk Dil Kurumu) dikte ettiği (hatta kimi zaman mevcut yönetimin de el vermesi ile yeni sulara yelken açtırdığı) kavramların teker teker üzerine gidildi, ayrıştırıldı ve yeni anlamları da belgelendi. 'Erkeklik' kavramı tartışılırken bir katılımcıdan gelen, “'Erkek' adamın, 'Erkek' sevgilisi olur” sözü ise Erk, Erkek, Erillik, Erkeklik kavramlarının yeni bir tanımı olarak akıllarda kaldı. “Lezbiyen Forvet Sahayı Yala” Mersin Onur Haftası'nda artık gelenekselleşen Homofobi-Transfobi Karşıtı futbol maçının hemen öncesinde halı saha üzerinde ise “Toplumsal Cinsiyet ve Spor Atölyesi” bekliyordu katılımcıları. Karaca Halı Saha'da gerçekleşen atölyede Çukurova Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu'nda “Toplumsal Cinsiyet ve Spor Dersi”ni veren İrem Kavasoğlu, spordaki erkek egemen sistemi, bunun değiştirilmesi için yapılması gerekenler ile bu mücadelenin içinden örnekleri aktararak paylaştı. Kavasoğlu, Ankara'da 2 yıldır devam eden Özgür Lig'in de bu eril sistemin dışında bir örnek olarak görülebileceğini ifade ederken Özgür Lig'de mücadele eden Sportif Lesbon takımından Seçin Tuncel ise bir dönem kadın futbol liginin, oyuncular arasında lezbiyen ilişkiler yaşanıyor gerekçesi ile iptal edildiğini anımsattı. Futbol dışından da örnekler veren Kavasoğlu erkeklere atfedilen güce dayalı Halter, Güreş, Boks gibi sporlarda ter akıtan kadınların ve lgbt bireylerin yaşadığı sorunlara değindi. Tenis'te çok baskın karakterler olan Williams Kardeşler'e (Serena ve Venus Williams) değinen İrem Kavasoğlu, Rusya Tenis Federrasyonu'nun Maria Sharapova'yı öne çıkarmak için Williams kardeşlerin kas gücüne ithafen “Erkek kardeşler” gibi söylemler de bulunduklarını, kadın tenisçilerden kortun dışında “toplumsal cinsiyet” normlarına uygun şekilde giyinip davranmlarının beklendiğini ifade etti. Yarım saatlik atölyenin ardından sıra Homofobi-Transfobi Karşıtı futbol maçına geldi. Hakemin bulunmadığı yarım saatlik maç sırasında taraftarların, “Dünya yerinden oynar, Dünya yerinden oynar, İbneler top oynasa, İbneler top oynasa” ile “Lezbiyen forvet sahayı yala” tezahüratları sahadaki mücadeleye renk kattı. 2. Mersin Onur Haftası Pazar akşamı düzenlenecek Onur Yürüyüşü ve Kapanış Partisine değin birçok etkinlik ile devam ediyor. Bugün (2 Haziran 2016 Perşembe) 14:00'de Akdeniz Belediyesi Kent Konseyi Salonunda LGBT İnsan Hakları Savunucularının Güvenliği Paneli, 20:00'de ise Forum AVM havuzbaşında Ritm Atölyesi olacak. Haber: Alper Tolga Akkuş (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/mersinde-muammanin-ortasi-erkek-adamin-erkek-sevgilisi-olur/
2,012
4,064
MHP Kocaeli İl Başkanı Aydın Ünlü, 23 Nisan'da çalışmak zorunda bırakılan ayakkabı boyacısı bir çocuğa ayakkabısını boyattı. Başkanın, gülümseyerek objektiflere poz vermesi şaşkınlık yarattı. Kocaeli'de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için MHP teşkilatından tören düzenlendi. Çocukları MHP binasında ağırlayan MHP Kocaeli İl Başkanı Aydın Ünlü ve partililer, parti binası önünde çocuklara balon dağıttı. Kocaeli Barış Gazetesi'nin haberine göre; MHP'lilerin balon dağıttığı bölgede bir de ayakkabı boyacısı çocuk vardı. MHP İl Başkanı Ünlü çocuklara balon dağıtırken birden ayakkabı boyacısı çocuğun yanına gitti ve ayakkabılarını boyattı. Çevresindekiler Ünlü'yü uyarsa da MHP'li Başkan objektiflere yakalanmaktan kurtulamadı. (Odatv, Kocaeli Barış Gazetesi)
https://yesilgazete.org/mhp-il-baskani-23-nisani-cocuga-ayakkabi-boyatarak-kutladi/
405
770
Ordu ve güvenlik güçleri protesto eylemlerine müdahale etmedi. Protestolara İslamcı grupların destek verdiği belirtiliyor. Ancak Kahire'deki BBC muhabiri siyasi yelpazenin bir çok kesiminden gösterilere katılım olduğuna dikkat çekerek halkın ordunun reform sürecindeki yavaş tutumuna tepkisini gösterdiğini vurguluyor. Muhabirimiz ayrıca Mısır'da genel olarak halkın tepkili olduğunu zira Mübarek devrilmiş olsa da çoğunluk açısından koşulların pek de iyileşmediğini belirtiyor. Mısır'da askeri yönetim, sivil bir hükümet oluşturmaya yönelik vaatlerde bulunmuştu. Protestolar, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i deviren halk ayaklanmasından bu yana ilk kez bu ay yapılacak parlamento seçimleri öncesine rastlıyor. Mısır, Mübarek'in Şubat ayında devrilmesinden bu yana askeri bir konsey tarafından yönetiliyor. Protestolarda askeri yetkililerin anayasada değişiklik önerilerinin geri çekilmesi talep ediliyor. Kabine, ordunun “anayasanın koruyucusu” olarak ilan edilmesini öneriyor. Bu öneriye karşı çıkanlar ise böyle bir maddenin, Silahlı Kuvvetler'in yeni cumhurbaşkanı göreve geldikten sonra bile son sözü söyleme yetkisini elinde bulundurmasıyla sonuçlanabileceği yorumunu yapıyor. (BBC)
https://yesilgazete.org/misirda-onbinler-askeri-yonetime-karsi-meydanlarda/
562
1,186
Mısır'da Devlet Başkanı Muhammed Mursi'nin Seçim Yasası'nda öngördüğü değişikliklerle dört aşamada yapılacak seçimlerin 22 – 23 Nisan tarihlerinde başlayacağı açıklandı. Seçimlerin başlama tarihi daha önce 27 – 28 Nisan olarak belirlenmişti. Seçim tarihinin Kıptî Hrıstiyanların da kutladığı Paskalya Bayramı'na denk gelmesi nedeniyle değiştirildiği kaydedildi. Paskalya nedeniyle Kıptîlerin sandık başına gitmemesinden ve seçimlere katılım oranının da bu nedenle düşük olmasından endişe ediliyordu. Kıptîler, Mısır nüfusunun yüzde 10'unu oluşturuyor. Seçimlerin 24 Haziran'a kadar tamamlanması ve 2 Temmuz'da da meclisin ilk oturumunun gerçekleştirilmesi planlanıyor.Muhalifler geçici hükümet istiyorÖte yandan Mısır'da muhalifler, seçimlerin ertelenmesini ve bunun yerine yeni bir geçiş hükümetinin kurulmasını talep ediyor. Mısır Devlet Başkanı Muhammed MursiMuhalifler, Mursi yönetimine karşı protesto gösterileri düzenlemeye devam ederken, muhaliflerin lideri Muhammed El Baradey de seçimlerin boykot edilmesi çağrısında bulundu.Mursi ise Hüsnü Mübarek'in devrilmesinin ardından başlayan geçiş dönemine seçimlerle birlikte son vermek istiyor. Mursi'nin başlıca destekçisi Müslüman Kardeşler de seçimlerin ertelenmesine karşı. (DW)
https://yesilgazete.org/misirda-secim-tarihi-degisti/
606
1,235
Muhalefetin “Başbakan'a çete kurma yasası çıkartıyorsunuz” eleştirileri üzerine, AKP MİT'e zırh düzenlemesinde rötuş için önerge hazırladı. Önergeyle çok tartışılan “Başbakan tarafından operasyonel olmayan belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler” olarak değiştiriliyor. Hükümetin, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve teşkilatın üst düzey görevlilerinini fadeye çağrılmasıyla başlayan kriz üzerine, TBMM'ye getirdiği yasa düzenlemesinde çok tartışılan “Başbakan tarafından özel bir görevi ifa etmek üzere görevlendirilenler” ifadesi değiştiriliyor. Bu ifade, muhalefet düzenlemenin komisyon aşamasındaki görüşmeleri tarafından muhalefet tarafından “Başbakan'a çete kurma yetkisi veriyorsunuz. Başbakan birine adam öldürme görevi de verebilir” şeklinde ağır eleştirilerle karşılaşmıştı. Bunun üzerine düzenlemenin Genel Kurul'da görüşülmesi öncesinde AKP, yeni bir değerlendirmeye giderek, bu ifadeyi değiştirmeye karar verdi. Bu ifadenin değiştirilmesi için önerge hazırladı. Önergeyle bu ifadede yer alan “özel bir görev” ve “görevlendirilenler” ifadeleri değiştiriliyor. Bu iki ifadenin yerine, “belirli bir görev” ve “kamu görevlileri” ifadeleri konuluyor. Değişiklikle, düzenlemedeki bu ifade, “MİT görevlileri veya Başbakan tarafından belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler” olarak değiştiriliyor. Çok geniş kapsamlı denildi AKP Grup Başkanvekili Ahmet Aydın, düzenlemede değişikliğe gitmelerinin nedenini, “Başbakan'ın görevlendireceği ifadesinin çok geniş kapsamlı olduğu yorumları yapıldı. Bunun üzerine bu değişikliğe gidiyoruz. Kamu görevlileri ve belirli bir görev ibarelerini koyuyoruz” dedi. Aydın, MİT Yasasının 26. maddesinde aslında Başbakan izni müessesesinin bulunduğunu, bu nedenle yeni bir şey yapmadıklarını, daha pekiştirdiklerini anlattı. 1983 tarihli MİT yasasında izin koşulu bulunmasına karşın MİT'in terörle mücadele ederken terörle ya da başka ağır ithamlarla suçlanması karşısında bu yola başvurduklarını kaydeden Aydın, “Bu düzenlemeyle biz yargının bu tür girişimlerinde 'bir daha düşünün' demiş oluyoruz. Başbakan izin verse de vermese de nihai karar yargıya açık olacak, yargı kararı verecek. Kaçırılan bir şey yok. Sadece araya düşünme süresi koyuyoruz” görüşünü dile getirdi.
https://yesilgazete.org/mite-zirh-yasasinda-rotus/
1,188
2,285
RTÜK'ten yapılan yazılı açıklamaya göre, RTÜK'ün bugünkü haftalık toplantısında, Show TV'de geçtiğimiz hafta yayımlanmaya başlanan Muhteşem Yüzyıl adlı diziyle ilgili hazırlanan uzman raporu da gündeme alınarak değerlendirildi. Açıklamada şunlar kaydedildi: ”Yapılan değerlendirmeler sonucunda, söz konusu dizi filmde 3984 Sayılı Yasanın 4. Maddesinin 'yayınların toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı olmaması'na ilişkin (e) bendinin, tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyeti konusunda gerekli hassasiyet gösterilmemek suretiyle ihlal edilmiş olduğuna ve ilgili yayın kuruluşunun 3984 Sayılı Yasanın 33. Maddesi gereğince uyarılmasına karar verilmiştir. 3984 Sayılı Yasanın 33. Maddesine göre, Üst Kurul, öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen, izin şartlarını ihlal eden, yayın ilkelerine ve bu Kanunda belirtilen diğer esaslara aykırı yayın yapan özel radyo ve televizyon kuruluşlarını uyarır veya aynı yayın kuşağında açık şekilde özür dilemesini ister.” TALEBE UYULMAZSA YAYIN DURACAK Bu talebe uyulmaması veya aykırılığın tekrarı halinde ihlale konu olan programın yayınının, 1- 12 kez arasında durdurulacağı ifade edilen açıklamada, söz konusu programla ilgili olarak RTÜK'e 11 Aralık 2010 tarihinden itibaren pek çok şikayet geldiği bildirildi. Şikayetlerde genel olarak programın yayından kaldırılmasının talep edildiği belirtilen açıklamada, ancak RTÜK'ün programlara yayınlanmadan önce müdahale etme veya programları yayından kaldırma yetkisi bulunmadığı vurgulandı. 75 BİNE YAKIN ŞİKAYET GELDİ RTÜK'e 2010 yılının 9 aylık döneminde 64 bin 664 vatandaş bildirimi yapılırken yalnızca “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle ilgili 11 Aralık – 6 Ocak tarihlerinde 74 bin 911 şikâyet gelmişti. (Ntv)
https://yesilgazete.org/muhtesem-yuzyila-ceza/
872
1,708
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Kandil'den yayınlanan ve Kamışlı'daki kutlamalarda sesli olarak yayınlanan Newroz mesajında Abdullah Öcalan'ın sınır dışına çıkma çağrısına olumlu yanıt vereceklerini söyledi. Konuşmasına Batı Kürdistan halkının devrimini kutladığını söylererek başlayan Karayılan 2013 Newrozu'nun “çok tarihi bir aşamada karşılandığını” belirterek, “Kürt özgürlük mücadelesi bugün Batı Kürdistan'da, Kuzey Kürdistan'da ve tüm Kürdistan'da çok önemli ve hassas bir aşamaya geldi” dedi. “Bu, demokratik kurtuluş ve özgürlüğün sağlanmasına yönelik bir hamle olarak gündemimizdedir. Unutmamak gerekir ki, bu süreç mücadelenin başarı kazanması sonucu gündeme girmiştir. Batı Kürdistan mücadelesinin başarısı ile Kuzey Kürdistan hamlesi Önder Apo'nun böyle bir adım atmasına yol açmıştır” diyen Karayılan, “Biz bu konuda kendimize güveniyoruz. Ortadoğu'daki mevcut koşullar elimizdeki imkanlar ve gücümüz, Kürdistan'ı özgürleştirmek için bugün bize güven veriyor. Ama biz her koşulda savaş istemiyoruz. Eğer egemen devletler hazır ise, biz de barışçıl yollarla Kürdistan'ı özgürleştirmeye hazırız. Herkes bilmeli ki, PKK savaşa da barışa da hazırdır. Bu temelde, Önder Apo'nun başlattığı süreci kararlı bir şekilde hayata geçireceğiz. Bu bir mücadele sürecidir, sadece Batı Kürdistan için değil, tüm Kürdistan için önemlidir. Önderliğimiz bu yeni süreçte Kürt sorununu tüm parçalarda çözmek istiyor” şeklinde konuştu.
https://yesilgazete.org/murat-karayilan-onder-aponun-baslattigi-sureci-kararli-bir-sekilde-hayata-gecirecegiz/
734
1,439
Tecavüze uğramasının ardından intihar ederek yaşamını yitiren 18 yaşındaki İpek Er'e yönelk “nitelikli cinsel saldırı” suçundan tutuklanan Musa Orhan'ın tahliye edilmesine tepkiler sürüyor. Son olarak HDP Grup Başkan Vekili Saruhan Oluç, “Kimdir Musa Orhan'ı koruyanlar? Bu cezasızlık ve himaye etme politikasının sonucu nereye varacak sormak istiyoruz” dedi ve şunları söyledi: Bu cezasızlık ve himaye etme politikasının sonucu nereye varacak sormak istiyoruz. Musa Orhan'ın suç ortakları var mı, varsa kimlerdir? Kaç Musa Orhan daha vardır, iktidarın himayesinde olan ve cezasızlık politikasıyla korunan? Yargı neden sahip çıkmıştır, asker ve sivil bürokrasi mi yargı mı korumuştur Musa Orhanı'ı. 'Eşbaşkanlarımız kaçma şüphesi olduğu için mi hapiste?' Orhan'ın tahliyesinin cinsel saldırı suçlarını teşvik edeceğini savunan Oluç kararı şu sözlerle eleştirdi: Salma gerekçesi 'kaçma ihtimali' yokmuş. Bugün cezaevinde tutulan siyasetçiler, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, belediye eş başkanlarımız bunların kaçma şüphesi olduğu için mi tutuyorsunuz cezaevinde? Yargıya bunu sormak istiyoruz. Öte yandan davayı yakından takip eden Siirt Barosu da Orhan'ın serbest kalmasıyla ilgili yazılı açıklama yaptı. Açıklamada sanığın mağdura dair verdiği ifadesinin Adli Tıp raporu ile çeliştiğine işaret edilerek şu görüşe yer verildi: Siirt Barosu ve Siirt Barosu Kadın Hakları Komisyonu'muzla beraber dosyanın her aşamasında takipçisi olduğumuz gibi verilen bu kesin tahliye kararına karşı da itirazımızı dosyaya sunmuş bulunmaktayız. Ayrıca asıl mahkemesi olan Siirt 1. Ağır Ceza Mahkemesi'ne de sanık hakkında tutuklama kararı verilmesi için dilekçemizi de sunmuş bulunmaktayız. Cumhuriyet'in aktardığına göre Batman Baro Başkanı Abdulhamit Çakan da, diğer benzer cinsel saldırı vakalarda olduğu gibi dosyadaki delillere göre sanığın başından beri tutuklu yargılanıyor olması gerektiğini söyledi. Hukuğun herkese eşit uygulanması gerektiğini ancak bu davada Er'in beyanı ile Adli Tıp Kurumu'nun raporlarının aksini göstermesine rağmen Orhan'ın çelişkili ifadelerinin dikkate alındığını belirtti. Er ailesinin avukatlarından Batman İHD Başkanı Devran Yıldız da 16 Ekim 2020 tarihinde yapılacak duruşmayı hatırlattı: Mahkeme tavrını şimdiden belli etmiştir. Serbest bırakılması ailenin acısını derinleştirmiştir. Bu durumu kabul etmemiz mümkün değil. Sanığın kamu gücünü de kullanarak dosyanın delillerini karartması endişemiz var. Böyle bir durumda salıverilmesi hukuka ve vicdana aykırıdır. Karara itiraz edeceğiz.
https://yesilgazete.org/musa-orhanin-tahliyesine-tepkiler/
1,236
2,516
Türk Sanat Müziği'nin değerli isimlerinden Müzeyyen Senar 100'üncü yaş gününde anılıyor. Hayatı müzikle geçen ve 2015 yılında 97 yaşında aramızdan ayrılan Senar, hayatı boyunca yaklaşık 500 plak ve albüme imza attı. 1998'de Devlet Sanatçısı unvanını aldı. Müzeyyen Senar kimdir? “Cumhuriyetin Divası” olarak da bilinen, Türk Sanat Müziği sanatçısı Müzeyyen Senar, “Cerrah” lakaplı ve kahvehane işleten Mehmet Bey ile güzel sesli Zehra Hanım'ın kızı olarak, 16 Temmuz 1918'de Bursa'da dünyaya geldi. Dönemin türkülerini henüz 6 yaşındayken hatasız söyleyen Senar, ailesiyle geçim sıkıntısı nedeniyle daha sonra İstanbul'a göç etti. Bir süre kekemelik sıkıntısı da yaşayan Müzeyyen Senar, 12 yaşındayken babasının evinden kaçarak Üsküdar'da yaşayan annesinin yanına gitti. Senar'ın, 1931'de Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne kaydı yapılırken, Emin Ongan ve Necati Tokyay'dan usul, nota, makam öğrendi. Bir yıl sonra Şark Musiki Cemiyeti'nde Hayriye Örs ve Kemal Niyazi Bey'den ders alan sanatçı, aynı dönemde Selahattin Pınar, Yesari Asım Arsoy, Osman Nihat Akın, Lem'i Atlı gibi bestekarlarla tanıştı ve 1932 yılında İstanbul Radyosu'na girdi. Senar'ın programını dinleyen, dönemin ünlü gazinocularından İbrahim Dervişzade, gazinonun 1933 yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, fasıl değil solo programı yapma şartını öne sürdü ve Türk gazino tarihinde solistlik müessesesini ilk başlatan müzisyen oldu. Müzeyyen Senar'ın sanat kabiliyeti, Mustafa Kemal Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez Atatürk'ün huzurunda şarkı söyledi. Çok geçmeden ilk taş plağını da çıkaran Senar, Yesari Asım Arsoy'un “Ümitlerim hep kırıldı, yarim artık gelmeyecek” parçasını kaydetti. İstanbul'un birçok ünlü gazinosunda sahne alan Senar, 1941'de İstanbul Radyosu'ndan ayrıldı. Müzeyyen Senar 1934'te ona türküler öğreten hocası Dr. Mahir Kürklü ile nişanlandıysa da evlilikleri gerçekleşmedi. Müzeyyen Senar, 1935'te ona 'Senar' soyadını veren Ali Senar'la, 1943'te Ercüment Işıl'la ve 1953'te Tevfik Hamza ile evlendi. İlk evliliğinden bir, ikinci evliliğinden iki çocuğu oldu. İlk iki evliliği mutsuz geçen sanatçı, üçüncü kocası Suudi Arabistan Sefiri Tevfik Hamza Bey'le mutlu bir evlilik sürdü. Özellikle 1950'li yılların en başarılı şarkıcısı olan Müzeyyen Senar, sanat hayatına asıl sahnede başladı. Arap filmlerinin dublajında Münir Nurettin Selçuk'la birlikte şarkı söyledi. Senar, Sadettin Kaynak'ın şarkılarını plağa okurken, “Kerem ile Aslı”, “Kahveci Güzeli” gibi filmlerde de rol aldı. Son konserini 2006'da verdi O yıllarda bir ilki de gerçekleştirerek, ilk yurtdışı konserini 1947'de Paris'te veren Müzeyyen Senar, konserin Türk basınındaki büyük yankısı neticesinde yurda dönüşünde büyük bir coşkuyla karşılandı. Son olarak sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda veren Senar, son konserini ise 5 Eylül 2006'da İstanbul'daki Sepetçiler Kasrı'nda verdi. Senar'ın, Sezen Aksu, Tarkan, Nükhet Duru, Ajda Pekkan, Şebnem Ferah, Kubat, Levent Yüksel ve kızı Feraye ile düet olarak yaptığı “Bir Ömre Bedel” albümü büyük ilgi gördü. Senar, 26 Eylül 2006'da İzmir'deki evinde fenalaşarak tedavi altına alındı ve 2007'de İstanbul Darüşşafaka Rehabilitasyon Merkezi'ne nakledilerek fizik tedavi görmeye başladı. Doktorların yapacak başka bir şey kalmadığını söylemeleri üzerine kızı tarafından Bodrum'a götürülen Senar, 8 Şubat 2015'te tedavi için götürüldüğü Ege Üniversitesi Hastanesi'nde hayatını kaybetti. Müzeyyen Senar'ın albümleri: 1) 1979 Şarap Gibi 2) 2008 Odeon Yılları 2 3) 2007 Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar 4) 2008 İkinci Dubleden Sonra – Efsane Sesler Arşiv Serisi 5) 2006 Ne Yaptım – Efsane Sesler Arşiv Serisi 6) 2006 Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim – Efsane Sesler Arşiv Serisi 7) Son Aşkımı Canlandıran – Efsane Sesler Arşiv Serisi 8) 2004 Bir Bahar Akşamı – Efsane Sesler Arşiv Serisi 9) 1976 Gelse O Şuh Meclise 10) 1983 Gelse O Şuh Meclise 2 11) 2006 Müzeyyen Senar Odeon Yılları 12) 1986 Bilmem ki Sefa 13) 1988 Yine Bir Sızı Var İçimde – Efsane Sesler Arşiv Serisi 14) 1998 Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel 15) 1988 Ayrıldı Gönül Efsane Sesler Arşiv Serisi 16) Söyleyin Güneşe – Efsane Sesler Arşiv Serisi 17) 1979 Güller Arasında – Efsane Sesler Arşiv Serisi 18) 1970 Son Veda 19) 1978 Çilingir Sofrası 1978 20) 1989 Çilingir Sofrası 1989 21) 1990 Çilingir Sofrası 1990 22) 1990 Günay Sanat Geceleri 23) 1991 Nostalji Müzeyyen Senar'la Faslı Muhabbet 24) Gül Yüzlülerin Şevkine Gel 25) 1995 Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine 26) 2001 En Son Okuduklarım 27) Meşk 28) Müzeyyen Senar (Hürriyet)
https://yesilgazete.org/muzeyyen-senar-100-yasinda/
2,205
4,551
Nangka tropikal fırtınasının yol açtığı şiddetli yağış ve seller Vietnam ve Kamboçya'da yaklaşık 40 kişinin ölümüne yol açtı; aralarında kurtarıcıların da bulunduğu pek çok kişi ise kayıp. Yetkililer ve devlet televizyonlarının aktardığına göre bu ayın başından beri devam eden şiddetli yağmurlar Vietnam'ın çeşitli kentlerinde ölümcül sellere ve toprak kaymalarına neden oldu, Batı Kamboçya'da ise binlerce insanı yerinden etti. Nangka'nın toprak kaymalarına yol açacağı öngörülürken, sellerin ilerleyen günlerde dozunu arttıracağı tahmin ediliyor. Kurtarmaya gidenler kayboldu Yerel medyanın aktardığına göre seller Vietnam'da en az 28, Kamboçya'da ise 11 kişinin ölümüne; 25 bin evin ve 84 bin hektarlık mahsulün zarar görmesine yol açtı. Vietnam afet yönetimi yetkilileri, 130.000'den fazla evin etkilendiğini söyledi. Basın ayrıca Vietnam'ın Thua Thien Hue eyaletindeki bir hidroelektrik baraj yapımında çalışan 17 işçinin heyelan sırasında kaybolduğunu bildirdi. Nhan Dan gazetesi ise bugünkü haberinde işçileri kurtarmak için bölgeye giden 13 kişinin daha kaybolduğunu yazdı. Vietnam Başbakanı Nguyen Xuan Phuc, Savunma Bakanlığı'na, heyelan bölgesine daha fazla kurtarma ekibi yollanması yönünde talimat verdi, ancak su seviyelerinin yüksekliği ve şiddetli yağmurlara eşlik eden artçı toprak kaymaları nedeniyle ekipler bölgeye ulaşmakta zorlanıyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO), ABD Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) ve birçok bilimsel kuruluş iklim değişikliğinin, düzensiz ve aşırı yağış sıklığı ve miktarını ve fırtına gibi aşırı hava olaylarının sıklık ve şiddetini yükseltebileceğini bildiriyor. Bu durum dünyanın pek çok yerinde altyapı yeterli olmadığı için insanları savunmasız bırakıyor.
https://yesilgazete.org/nangka-tropikal-firtinasi-vietnam-ve-kambocyayi-vurdu/
860
1,755
NASA'dan yapılan açıklamada, New York'taki Brookhaven Ulusal Laboratuarı'nda yapılacak 1,75 milyon dolar tutarındaki deneyin gözden geçirilmek üzere durdurulduğu belirtildi. Sincap maymunları, yüksek düzeyde radyasyona tabi tutulduktan sonra Belmont'taki McLean Hastanesi'ne nakledilecek ve burada hayatlarının sonuna dek Harvard Tıp Fakültesi araştırmacılarınca gözlem altında tutulacaktı. Maymunlara verilecek radyasyon, üç yıl sürecek uzay seyahatine eşdeğer miktarda olacak ve böylece uzun uzay yolculuklarında astronotlar için güvenli radyasyon düzeyi belirlenecekti. Deneye karşı kampanya yürütenler arasında yer alan, hayvan hakları savunucusu PETA örgütü, NASA'nın kararından memnun olduklarını açıkladı.
https://yesilgazete.org/nasa-hayvan-deneyini-durdurdu/
333
712
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Türkiye'yi 15 Temmuz darbe girişimi sonrası tutuklamalar, gözaltılar ve görevden uzaklaştırmalarla ilgili olarak uyardı. AB Savunma Bakanları toplantısı için Malta'nın Valetta şehrinde bulunan Stoltenberg, “Türkiye'nin kendini koruma hakkı ve başarısız olan darbe girişiminin arkasındakileri yargılama hakkı vardır. Ama bu, hukukun üstünlüğüne saygı gösterilerek yapılmalıdır” dedi. Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Stoltenberg, “Ben bu değerlere çok büyük önem veriyorum. Bu meseleyi Türk yönetimiyle de konuştuk” diye konuştu. Türkiye'de son olarak Çarşamba günü Fethullah Gülen Cemaati'nin emniyet teşkilatındaki yapılanmasıyla bağlantılı oldukları şüphesiyle 9 bin 103 polis görevden uzaklaştırılmıştı. 15 Temmuz darbe girişim sonrası 'FETÖ soruşturumaları' kapsamında 9 ayda gözaltına alınanların sayısı 47 bini bulurken, yüz binlerce kişi de görevden alındı. (BBC Türkçe)
https://yesilgazete.org/natodan-turkiyeye-hukukun-ustunlugune-saygi-cagrisi/
466
919
Eğer sizin ailenizde Türkiye'nin ilk valilerinden biri varsa, eğer sizin ailenizde 68 kuşağının sıkı devrimcilerinden biri varsa, eğer sizin ailenizde birileri kentinizin en uzun süreli milletvekilliğini yapmışsa, bu size şunları kazandırır. Birincisi farklı politik görüşlerde olsanız da birlikte yaşanabileceğini… İkincisi sorumluluklarının her daim bir yaşam biçimi olacağını… Ve üçüncüsü her daim istemeseniz de politikanın bir yaşam biçimi olacağı ve poltikanın hep içinde ama hep çok da uçlara kaymadan olabileceğiniz gerçeğidir. İşte bu noktadan kendini yeşil politikada yer alan biri olarak neden yeşil bir parti, neden şimdi sorusu kafamı kurcalamaya başladı. Her şey aslında 24-25 ekimde Ankara Türkiye Çevre Platformu'nun toplantısında şekillenmeye ve sorgulanmaya başladı ve akabinde GDO ile ilgili yapılan açıklama geldi. Tam da Kapital Manga ile Marx'ı tekrar okurken. Geldiğimiz nokta çok açık; gerek Türkiye'de gerekse Dünya'da ciddi şekilde ekolojik dengeleri altüst etmeye başlayan, insan egosunun her şeyin üstüne çıktığı ve sonuçta kapitalizmin köleleştirdiği günümüzde ,insan hırsı, kazanma güdüsü, egolarımız maalesef bize çocuklarımızdan ödünç aldığımız dünyayı onlara ihanet ederek bırakacağımızı gösteriyor. Bir halk sağlığı uzmanının görüşünü aldığımda aynen şu ifadeyi kullandı. “Şimdi domatese, balık genleri enjekte edilecek ve halka bakın domatesle balığı beraber yiyorsunuz sizin için çalışıyoruz daha ne istiyorsunuz denecek , halk bir güzel kandırılacak” dedi ki gerçekten bu üzerinde düşünülmesi gereken doğru bir saptama idi. Halk bir biçimiyle ikna edilebilirdi. Zira zaten 12 Eylül'den itibaren susturulmuş, akıllı uslu bireyler yaratmıştık, bunu da sorgulamazdık. Sorgulatmazdık. Ankara TURÇEP toplantısında gördük ki, sivil örgütler aslında yerellerde gerçekten ciddi ve güzel pek çok şey yapıyor. Örneğin Mersin NKP dönem sözcüsü Sabahat Hanım tüm varlığını bu işe adamış, hatta varoluş biçimi bu olmuş ama tek başına, diğer gruplarda olduğu gibi. Bireysel yada bölgesel anlamda pek çok şey yapılıyor ama ne basın gücünü arkasına alma, ne de beraberce hareket etme konusunda yeterliler . Zira Ankara'da gördük ki, Türkiye'nin nerdeyse hemen her yerinde bir ekolojik problem var ve kimse başını kaldırıp diğerine destek verebilecek durumda. İşte Sinop,işte Niğde, işte Mersin, işte Palovit ve diğerleri… Bu ülkede acilen enerji politikaları, tarım politikaları, maden yasaları oluşturmak gerekiyor. Bunu maalesef çevre derneklerinin nokta vuruşlu eylemleri ile yapabilmemiz için süreç elvermiyor. Ama kesinlikle bu ülkenin bir Greenpeace'i olmalı. Ama bunu kim hangi örgüt nasıl başarır, bu da bugün için çok kolay görülmüyor. Her şeyin samimiyetsiz kurgulandığı, her şeyin hormon dengelerinin arttığı bir sistemde ,kapitalizm bizi bu kadar faşizanca yaşamımıza dayatmalar yaparken, acil yeşil bir parti diyorum. Çünkü eğer siyasi sürecin içinde olmayan yeşil hareketler, uzun erinimli örgütlenmeler yapamazsa sonuç alamayacakları açık. Hemen her yerleşkede, örgütlü, programı tüzüğü belli olan yeşil bir parti. Hemen şimdi. Nasil bir yeşil partiyi istiyorum, nasıl bir yeşil parti tüm sol muhalif yeşilleri kapsar derseniz izninizle bir sonraki yazımda yazma hakkımı baki tutarak yazmıyorum. Ama örgütlü tam mücadele verebilmek başka Kaz Dağları, başka Palovitler olmasın diye ,haklarımızı bu ülkede ancak daha siyasi zeminde anlatıp ,birbirimizden güç alarak yürüyebileceğimiz için, bir elin nesi, iki elin sesi ile ,enerji poltikaları üretmek, tarım ülkesi ülkemde maalesef yeniden tarım politikaları üretmek için hemen şimdi yeşil bir parti diyorum. İçinde tüm sorunsalları giderecek. Dostlukla.
https://yesilgazete.org/neden-yesil-bir-parti/
1,796
3,638
“Ergenekon” soruşturması kapsamında Odatv'de bulunan belgeler kapsamında tutuklanan gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık yarın hakim karşına çıkıyor. İki gazetecinin aylardır tutuklu olmasına da tepkiler devam ediyor. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) geçen yıl “Dünya Basın Özgürlüğü Kahramanı” ilan ettiği tutuklu gazeteci Nedim Şener için imza kampanyası başlattı. Hürriyet gazetesinin konuyla ilgili haberine göre; Change.org” sitesinde http://tinyurl.com/nedimimza adresinde açılan kampanyanın amacı Silivri Cezaevi'nde geçen hafta 250'nci gününü dolduran Nedim Şener ve diğer tutuklu gazetecilerin adil yargılanması talebiyle 10 bin imza toplamak. Şimdiden yaklaşık 300 imza toplanan kampanya için yazılan İngilizce dilekçede, Hrant Dink suikastıyla ilgili bir kitap yazan Şener'in “Gerçeği ortaya çıkarmak için bedel ödemeye hazırım” dediği ve “şimdi bu bedeli ödediği” belirtildi. Dilekçede “Hiçbir gazeteci gerçeği bildirdiği için hapsedilmemeli. Nedim Şener'in demir parmaklıklar ardında olması bir trajedidir” ifadesi kullanıldı. (Ntv)
https://yesilgazete.org/nedim-sener-icin-imza-kampanyasi/
525
1,047
Nepal'deki iç savaşın sona ermesinden altı yıl sonra barışın güvence altına alınmasında önemli bir adım olarak görülen bu girişimle eski gerillalar ordunun denetimine alınıyor. Yaklaşık dokuz bin eski gerilla siyasi bir anlaşmaya varılması beklentisiyle 2006'dan bu yana sözkonusu kamplarda yaşıyordu. Bunlardan altı bininin orduya dahil edileceği, kalanlara da tazminat verileceği belirtiliyor. Yetkililer, Maocuların silahlarını ordunun teslim alacağını söylüyor. BBC'nin Katmandu muhabiri Surendra Phuyal, Maocularla ordu arasındaki entegrasyonun barış sürecindeki son engel olarak görüldüğünü ve aylar sürebileceğini ifade ediyor. Fakat Phuyal, yetkililerin bu konuda iyimser olduğunu vurguluyor. Maocu askeri lider Nanda Kishor Pun BBC'ye yaptığı açıklamada, iki tarafın da birbirine kucak açtığını söyledi. Pun, “Artık bitti; barış süreci tamamlandı; ordular birleşti” diye konuştu. Yetkililer, önümüzdeki üç-dört gün içinde, yaklaşık üç bin eski gerillanın gönüllü emeklilikten yana tercih kullanmasının beklendiğini ifade ediyor. Muhalefet partileri gelişmeleri olumlu karşıladıklarını belirterek, Maocu partinin askeri bir güç olmaktan çıkıp sivil bir güce dönüştüğünü vurguluyor. Fakat tutucu Maocular, parti liderlerinin girişimlerini 'teslimiyet' olarak eleştiriyor. (BBC)
https://yesilgazete.org/nepalde-eski-maocu-gerillalar-orduya-katiliyor/
615
1,284
'Ağır Roman Yeni Dünya' dizisiyle ekranların tanıdığı bir yüz olan azeri aktrist Nesrin Cavadzade, doğup büyüdüğü Bakü'de halen acımasız bir kuşatma altında yaşayan yazar Ekrem Eylisli'ye destek verdi: “Eylisli'nin başına gelenler bir linç kampanyasıdır” diyen Cavadzade, ” O iki halka 70 yıl boyunca kardeşçe yaşadıklarını hatırlatmak istedi. Eylisli'nin başına gelenlerin nedeni budur.” şeklinde konuştu. Agos'tan Fatih Gökhan Diler'e röportaj veren Cavadzade, Diler'in Azerbaycan'da yaşanan son gelişmeler ve yazar Eylisli aleyhinde yürütülen linç kampanyası hakkında ne düşündüğünü sorması üzerine, “Ekrem Eylisli'nin başına gelenler bir linç kampanyasıdır. Fikirler yargılanamaz, sanat eserleri de yargılanamaz! Kurgusal olanın 'halk'ın beğenisine göre şekillenme ödevi yoktur. Bir yazar, eserinden dolayı yargılanamaz. Bu haliyle sanat, tıpkı dinler gibi 'kurumlar üstü'dür. Nasıl ki hiç kimse inançlarından dolayı yargılanamaz ise, bir sanatçı da eserinden dolayı yargılanmamalı” diyerek Eylisli'ye destek verdi. (Agos)
https://yesilgazete.org/nesrin-cavadzade-eylislinin-basina-gelenler-bir-linc-kampanyasidir/
503
1,026
09-Eylul-2008 Nukleer enerji teknik bir zorunluluk degil, ayrica, sakincalari çok, siyasi bir tercihtir diyen Prof.Dr. Tolga Yarman ”Uyumuyoruz” etkinlikleri kapsamında İstanbul Yeşil Ev'e konuk oldu. Özellikle katılımcılar için çok doyurucu ve zihin açıcı görüşlerini son derece canlı bir uslupla izleyicilere aktaran Tolga Yarman bir nükleer mühendis, ayrıca da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Nükleer Güvenlik Komitesi ve Danışma Kurulu Eski Üyesi…. Üc saate yakın süren ve beş ana başlıktaki sunumlarını birer birer sizlerle paylaşmak istiyoruz. Gazetemizin bu sayısında Nükleer Enerji Ve Türkiye başlıklı metinle başlamak istiyoruz NÜKLEER ENERJİ VE TÜRKİYE Prof. Nük. Müh. Tolga Yarman, Ph. D., Massachusetts Institute of Technology, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Nükleer Güvenlik Komitesi ve Danışma Kurulu Eski Üyesi, T.C. Okan Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Türkiye Enerji Kongresi, 27 – 30 Kasım 2006, İstanbul Önce bir hususu tasrih etmek yerinde olur. Nükleer bir bilim adamı, muhakkak “nükleer din mensubu” olmak zorunda değildir. “Samimi olarak nükleere inananlar”, eğer nükleer enerji üretiminden yana tavır alıyorlarsa; davranışları, tabii saygıdeğerdir, ama neticede onların kişisel tercihleridir; bilimsel bir çıkartsama değildir… Elbette bilimsel birikimler üzerine inşa edilmiş olacak, ama son toplamda, kişisel bir seçim niteliğindedir… Bu o kadar böyledir ki, bir “siyasal bilimler fakültesi öğretim üyesi”, söz gelişi, önümüzdeki pazar günü yapılacak genel seçime dönük olarak, “Ben hesap kitap eyledim, ey halk, senin falanca partiye oy vermen gerekiyor”, diyecek olsa, yadırganır. Ya da seçimden sonra, “Benim cahil halkım, kime oy vereceğini bilmiyor”, derse, daha da yadırganır… Onun saygıdeğer bir oyu vardır, gider onu sandıkta kullanır. İsterse seçim sistemini eleştirir. Ama kendi dışında kimsenin yerine geçemez. O nedenle, halka “nükleer de nükleer” diye dayatan bilim adamları, orada burada, nerede olursa olsun, tam anlamıyla yadırgatıcı bir tavır sergilemektedirler. Onlar, gerçekte “nükleer enerji üretimi olursa ne olur, olmazsa ne olur”, diye çözümlemeler yapmak suretiyle, o yönde ya da bu yönde halkın siyasi irade tesisine destek olmalıdırlar… Kendi seçimlerinin ne olduğu açıklamak suretiyle, bir bakıma “siyasi bir kanaat önderi”, hatta bir “nükleer militan”, elbette olabilirler… Nedir ki, böylesi bir tavır, artık onların, belli bir tercihinden ibarettir; ne “bilimin emridir”, ne de daha önemlisi, “kamuoyunun iradesidir”… Şunu da kaydedeyim… Yıllardır yazdığım hiç bir yazıda, yaptığım hiç bir konuşmada Dünya'da ya da Türkiye'de nükleer enerji üretimine hiç karşı olmadım… Olabilirdim… Bu benim kişisel tercihim olurdu. Ama olmadım… Ömrüm, esas olarak, bir nükleer bilim adamı olarak geçti… Bununla gurur duyuyorum… Ne kadar keyif aldığımı anlatamam… Binlerce öğrencinin hocasıyım… Şimdilerde artık, sayısını şaşırdığım kadar çok akademisyenin hocasıyım… Yurt içinde yurt dışında, pek çok nükleer etkinliğe çağrıldım; katıldım; ülkemizi onurla temsil ettim… O arada, bilgimi, kamuoyunun yararlanmasına sunmak, başlı başına bir haz kaynağım, oldu… Bu bakımdan, çok mutluyum. Pekiyi ben nükleer enerji üretimine karşı değilim, ya neye karşıyım? Nükleer maceraya… Çocuksu, ham nükleer heveslere… Teknik donanımdan yoksun, belki iyi niyetli, ama hamasi, giderek hayalperest, yararsız, hatta zararlı nükleer yönelişlere…Bir de, nükleerde ya da başka alanlarda, farketmez, kişisel çıkarlarını, dehşetli bir pişkinlikle, milli menfaatler şekeriyle bulamaçlayıp, kotarmak isteyenlere… Bunun dışında, bugünkü hükumetin ya da başka bir hükumetin, nükleer enerji üretimine adım atmak istemesi yönündeki siyasi kararına saygılıyım; yeter ki o da nükleer karşıtlarının, ya da nükleerden yana kaygılı olanların, siyasi istemlerine, onlarla demokratik süreçlerde tartışmaya açık durarak, saygılı olsun… Temel Noktalar Böyle bir çerçevede yıllardır, dikkate getirdiğim temel noktaları özetlemek isterim… 1970'lerin başlarından bugünlere bakıldığında, şu “temel varsayım” esas alınmıştır: [Talep] – [Talebi Karşılamada İşlev Üstlenebilecek Ulusal Kaynakların Sağlayacağı Üretim] = [Belli Bir Açık]. Buna bitişik olarak vazedilen varsayım şu olmuştur: [Açığı Karşılamadaki Yegâne Kaynak] = [Nükleer Enerji]. Bu varsayımlar, epeydir, hemen tüm eklemleri itibariyle “yanlış” çıkmıştır. Bir defa, “enerji talebi”, bugün kullanmakta olduğumuz enerji hacminin “iki katı kadar daha yüksek” olarak öngörülmüş olmaktadır. Talebi karşılayacak “hidrolik ve kömür kaynaklarımızın”, elektrik üretiminde üstlenecekleri “pay”, bugün belirlenenden “yaklaşık yarı yarıya daha az” olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla, 1970'lerin başlarından 2000 civarına dönük olarak öngörülen açık, “açık” olmaktan çıkmıştır. “Açık” olsa, “nükleer enerji” bunu kapatabilecek tek kaynak olma hüviyetini, tamamen yitirmiştir. Örneğin işte “Sibirya Doğal Gazı”, “İran Doğal Gazı”, “Azerbeycan Petrolü ve Doğal Gazı”, “Türkmenistan Doğal Gazı”, “Kazakistan Petrolü”, “Katar Doğal Gazı” gibi, gündeme, epeydir girmiş ya da taşınmak üzere tasarlanmakta olan birçok seçenek, artık tezgahtadır. Aynı bir çerçevede, başta “enerji verimliliği”, “üst teknolojik boyutlarda” çalışılınca, “başta hiç hesapta olmayan”, adeta “yepyeni bir enerji kaynağı” hüviyetiyle ortaya çıkmıştır. O kadar böyledir ki, bilhassa 1979 Petrol Krizi'nden sonra, bir anlamda mecburen, geliştirilen teknolojiler sayesinde, Dünya o evreye kadar yaptığı her işi, kullandığı enerjinin hepsi hepsi yarısını kullanmak suretiyle yapabileceğini idrak etmiştir. Aynı bağlamda, güneş ve rüzgâr gibi seçenekler, kendilerinden ilk bakışta beklenmeyen üst bir işlevi gerçekleyebilecek bir kapasitede olarak, gündeme girmişlerdir. Bu çerçevede, Türkiye'de, “nükleer enerji üretimi”, bugün artık; 1970'lerin başlarından bakıldığında sanıldığının tersine, “teknik bir zorunluluk” olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Öyleyse, Türkiye'de, nükleer enerji üretiminin “teknik bir zorunluluk olduğuna” dair iddialar, epeydir hiç bir akademik zemine oturmamaktadır, ya da birilerinin çıkarlarına dönük olarak, “örtülü bir siyasi manevra” aracı olmaya sıkışmaktadır. Türkiye'nin halen kurulu elektrik gücünün (40.000 MW), yuvarlak dörtte biri, puantte (yani, devrenin maksimum gücü çektiğinde), yedek konumundadır. Bu durumda Türkiye'de, bir “enerji yetmezliği” değil, bir “enerji yönetim yetmezliği”, var demek olmaktadır. Keban Barajımız'ın ürettiği kadar bir elektrik enerjisi sağlayacak ilk nükleer santral (1000 MW) (tasarlandığı şekliyle) devreye alındığında (hiç olacak gibi görünmüyor, ancak, diyelim ki, mutasavver olarak 2015'te), Türkiye'nin elektrik kurulu (net) gücü, resmi verilere göre, yuvarlak 80 bin MW olarak öngörülmektedir. Bu açıdan, Türkiye'de “kırkta yarımlık”, bir nükleer enerji üretiminin, “zorunlu” olduğunu, iddia etmek hiç “inandırıcı ” olmamaktadır. Onun için nükleer enerji üretimi, Türkiye'de işte çoktandır, “siyasi bir tercih konusudur”; öteki seçenekler gibi, sadece “belli bir seçenektir”. Nasıl ki, yakın geçmişte şükür, çok iyi giden, yarım yüzyıldan hayli fazla bir süredir gerçekleştirdiğimiz, THY işletmeciliğiyle, “aviasyon teknolojisi” sahibi olunmazsa… Nükleer santral satın alınarak, nükleer teknoloji sahibi olunmaz. Diğer bir yandan, nükleer santraller, koşulların dayatması uzantısında, kabuk değiştirmektedir. Gerek ABD'de, gerekse de Avrupa'da, bugünkülere oranla, daha küçük, daha güvenli, daha ucuz, nükleer reaktör sistemleri üzerinde çalışmalar, araştırmalar yapılmaktadır; girişimler geliştirilmektedir. Aynı çerçevede; olası kazalara dönük güvenlik önlemlerinin arttırılması; lisans işlemlerinin demokratik uygulamalar itibariyle uzadıkça uzayan süreler gerektirmesi; nükleer santralin ömrünün sonundaki söküm masraflarının, keza, nükleer atıkların “defin” meselelerine dönük yatırım ve harcamaların, astarı yüzünden pahalıya gelmesi; neticede de gitgide artan kamuoyu baskısı dolayısıyla, nükleer enerji üretimi, bütün dünyada ciddi olarak duraksamış bulunmaktadır. Çeşitli ülkelerde, örneğin Finlandiya'da, tek tük nükleer kımıldanmalar olmakla birlikte, ABD'de ve Orta Avrupa'da halen, inşa halinde olan, ya da sipariş edilmiş bulunan tek bir nükleer santral yoktur. Bu süreçte, zor durumda kalmış şirketlerin ülkemize getirdikleri kredi olanaklarından yararlanmayı seçmek, tabii, bir stratejidir. Ancak, gerekmesi durumuna dönük olarak, yeni nesil nükleer santrallerin, keza başka enerji olanaklarının gelişmesini beklemek de bir stratejidir. Böyle bir çerçevede, Türkiye'nin, giderek oturan, yepyeni, “jeostratejik özellikler” bazında, enerji kaynaklarının… Rusya ve İran doğal gazı, yanı sıra, Azerbeycan'dan gelecek petrol, Türkmenistan'dan gelmesi tasarlanan doğal gaz, Kazakistan'dan gelecek petrol, Katar'dan gelecek doğal gaz, o arada, iyice artan boyutlarda söz konusu olacak, rüzgâr ve güneş potansiyelimiz itibariyle… Benzersiz bir biçimde çeşitlenmekte olduğuna, göz kapamamak ve söz konusu yönlerde siyasalar geliştirmek, kuşkusuz, akılcı görünen bir stratejidir. Bu çerçevede hatta, elektrik enerjisi, büyükçe bir ölçekte, kaynakların yanı başında, Orta Doğu'da, ya da Kafkaslar veya Uzak Doğu'da, üretilebilecek ve yüksek gerilim hatlarıyla Türkiye'ye, buradan da Avrupa'ya verilebileceği de kaydedilmelidir. Bu sözlerimle, “Nükleer olmasın!” demediğimi, ancak “nükleerin” de “ülkemizde, bugün artık hiç bir biçimde bir zorunluluk olarak gösterilemeyeceğini”, belirtmek istemekteyim. Akkuyu ve Sinop Akkuyu Mevkii'ne gelince… Çeyrek yüzyıl önce; nükleer enerji üretiminin, kaçınılmaz olduğuna inanıldığı ülkemizde; nükleer santral mevkii olarak; bilhassa İstanbul odaklı “yük merkezine yakınlığı”, o arada “deprem açısından fazlaca etkin olmaması”, sebepleriyle gözetilen, Trakya Bölgemiz'in Karadeniz sahilleri; o zamanlar, Doğu Bloku üyesi Bulgaristan ile, NATO müttefikimiz, ancak, beraberinde sorunlar yaşadığımız Yunanistan'a yakınlığı dolayısıyla, başka bir deyişle “stratejik mülahazalarla”, terkedilmek gerekince; santralin sahibi olacak Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Santraller Dairesi, Akkuyu mevkiine yakınsanmıştı. Bu mevkiinin, özellikle “deprem” açısından, uygun olduğu düşünülmüştü. Ama burası, bugün için hiç uygun değildir. Çünkü, bir defa “konjonktür” (Türkiye'de ve Dünya'daki yapısal özellikler) değişmiştir; Doğu Bloku yıkılmıştır. Başka bir deyişle, Trakya Bölgemiz artık, stratejik mülahazalar yüzünden dışarlanmak zorunluluğu ile karşı karşıya değildir. Diğer bir yandan, Akkuyu'ya kurulması tasarlanan nükleer santrale çeyrek yüzyıl önce verilen lisans, bugün geçerli addedilemez; çünkü “lisans verme kıstasları” değişmiş sayılmalıdır ve yeniden vazedilmelidir. Çeyrek yüzyıl önce verilen lisans, bir “turizm etki değerlemesini” (TED), kapsamamıştır; çünkü santralin o zaman, bugünkü boyutta olmayan “turizme”, “vereceği zarar” diye, bir kavram yoktur. Oysa iste arada 1979 Three Mile Island (Penisilvanya – ABD) ve Çernobil (Kiev, Ukrayna) kazaları vuku bulmuştur. Akkuyu'ya kurulacak bir nükleer santral, tıkır tıkır çalışsa dahi; turizmimizi; rakiplerimizin ya da düşmanlarımızın, çok haksız, aynı zamanda dayanaksız ve asılsız olabilecek olmakla beraber, meydana getirecekleri, “antipropaganda”, ya da “sabotaj”, söylentileri ve girişimleri dolayısıyla, ne yazık ki, olumsuz yönde, çok etkileyebilecektir. Yıllık turizm gelirimiz 10 milyar dolar civarındadır. Bunun yuvarlak yarısı ise, Akdeniz yöremizden sağlanmaktadır. Nükleer santral bedeli 3 milyar dolar civarındadır. Demek ki, Akdeniz'e santral kurmakla, her yıl kabaca bir santral ederi kadar bir gelir kalemimizden olunacaktır. İlan ediyorum ki, bu yönde, onca uyarımıza karşın, “tek satırlık bir araştırma” yapılmadığı gibi, bir “araştırma iradesi” dahi ortaya konmuş, değildir. Yıllar önce PKK'nın Antalya'da patlattığı, oldukça dar etkili sayılacak, bomba uzantısında bile, ülkemize gelen turist sayısında, ciddi düşüşler kaydedilmiştir. Aynı çerçevede, 1999'da, geçirdiğimiz deprem felaketinden sonra, söz konusu deprem mevkiilerimizden uzaklığı sebebiyle, hiç etkilenmemiş olan, Akdeniz yöremize gelmesi beklenen turist sayısında, bıçakla kesilmişcesine bir azalma olmuştur; çünkü turist, uzaktan, ancak kaba bir algılama geliştirebilmekte, deprem ve Türkiye'yi zihninde özdeşleştirmekten geri duramamakta (hele malum olumsuz propaganda yağmuru altında olarak), Akdeniz yöremizi de, deprem bekleyen ve depremzede olabilecek bir yöremiz sanıverip, buraya gelmekten, hızla cayarak, başka bir yere gidivermektedir. Santralin, benzer biçimde, “şayia” sebebiyle olsun, Akdeniz bölgesi “gıda ürünlerimizin, gerek içeriye, gerek dışarıya satılmasına vereceği zarar değerlemesi” de, gereklidir. Böyle bir değerleme ise vaktinde, gündemde bulunuyor olmadığı için, yapılmamıştır. Ama şimdi bir araştırma konusu olarak dikkate alınmaması, bağışlanamaz. Bu çerçevede, Akdeniz Bölgemiz'deki, sebze ve meyve üreticilerimizi önemle uyarmak isterim. Diğer bir yandan, teknik olarak bilinir ki, santrali soğutmak üzere kullanılan su, ne kadar soğuk olursa, üretilen ısının, o nisbette büyük bir bölümü, mekanik enerjiye, oradan da elektriğe çevrilebilir. Bu çerçevede santral, Akkuyu'da, bilhassa Silifke dolaylarında, yazları 30°C üstüne çıkabilen, yüksek deniz sıcaklığı dolayısıyla, örneğin Karadeniz kıyısında kurulsa, alınacak termodinamik verime oranla, ihmal edilemeyecek kadar daha düşük bir verimde çalışacak, böylelikle (zaten, göreceli olarak, pahalılığı saklı tutularak), katiyen ekonomik olmayacaktır. Öteki herşey bir yana, öyleyse (herkesin anlayacağı dilden söyleyeyim): Bugün için ve ortada hiç bir zorunluluk yokken, Silifke'de “hamam suyuyla nükleer santral soğutmak” hiç akılcı değildir; hatta bugünün koşullarında artık, fazlaca “saflığa” girer. Sırf bu sebeple bile, örneğin Gökova termik santrali, başlı başına teknik bir yanlış oluşturmaktadır. Bir nükleer santral kurulmasına, siyaseten muhakkak ve muhakkak karar veriliyorsa, demek ki uygun yer, bundan otuz, otuz beş yıl önce ilk elde düşünülmüş olduğu şekliyle, Trakya'nın Karadeniz sahillerindedir. Bu bağlamda gündemdeki Sinop'u da hiç bir biçimde, uygun bir yer olarak mütalaa edemediğimi kaydetmek isterim. Yer lisansı dahi olmayan, ayrıca meskun bir mevkiin, bir de Başbakan tarafından tercihli yer olarak seçildiğinin ilan edilmiş olmasını ise, konuyu teknik boyutta yönetenlerin, olayın teknik temel şablonlarından ne denli uzak olduklarının, hazin bir işareti sayıyorum. Söylediklerime; “nükleer santralin” ağızdan yel alsın, “geçirebileceği, en küçük bir kazaya bile bağlı cereme”, “santral ömrünün tamamlanmasından sonra ise sökülme zahmeti” ve hala, siyaseten olsun, çözülememiş bir sorun olan “nükleer atıkların defnedilmesi külfeti”, dahil değildir. Nükleer silah konusunu bir başka yazıya bırakıyorum… Güncele ilişkin düşüncelerimi, kısa kısa dikkate sunarak, yazıyı, noktalıyorum. Güncelde… o Ülkemizde ne yazık ki, hemen herşey buz üzerine yazılıyor; kurumsal bir birikim, bir türlü olamıyor. o Ülkemizde nükleer enerji üretiminin uygulaması alanında, TEK Nükleer Santraller Dairesi'nde, oysa, belli bir birikim vardı. o Demin değinildiği şekliyle, yer lisansı olmayan Sinop, santral öncelikli mevkii olarak ilan edilmiştir. Demek ki, buraya bir nükleer santral kurulsa, bu Dünya'daki ilk “kaçak” nükleer santral olacaktır. o Sinop'a şimdi, acilen bir yer lisansı çıkartılmak istenmektedir. Ne ki, nükleer santral lisansı, “ekspres” olarak istihsal edilemez. Edilecek olursa, gayrı ciddi olacağı bir yana, inandırıcı olmaz, dolayısıyla “geçerli” sayılamaz. o Bu husus bir tarafa, Sinop meskundur; bir cennettir, o açıdan bir nükleer santral mevkii olarak, hiç uygun bir yer değildir. o Konya gibi, “yer” diye işaret edilmiş birçok mevkii ise, maalesef teknik mizah oluşturma hüviyetindedir. Türkiye'de, 1000 MWe düzeyinde bir nükleer (ya da başkaca bir termik) santral, ancak deniz kenarına kurulabilir. Türkiye'de hiç bir nehir debisi, gerekli soğutma suyunu (yuvarlak, saniyede 10 ton), sağlayamaz. Santrali, havayla soğutmaya kalkarsanız, soğutma kulelerinin görüntü kirliliği bir tarafa, astarı yüzünden, pahalıya gelir. o Ayrıca işte, Güzelim Bursa Ovası'nın; oraya (deyim bağışlansın, ama ne yazık ki tam da) “misafir odasındaki acem halısının üstüne lazımlık koyar” gibi kurulmuş, doğal gaz santralinin, inanılmaz derecede çirkin olan soğutma kuleleri dolayısıyla, nasıl bir saldırıya uğradığı hatırlansa, gayet yerinde olur. o Türkiye deprem hatları üzerindedir. Deprem ciddi bir risktir. Nükleer santral inşaatı itibariyle, ayrıca, maliyeti arttırır. o Geriye (1970'lerde hatırda olup, ancak o zaman Genelkurmay Başkanlığı'nın, stratejik mülâhazalarla, izin vermemesi sebebiyle), bir tarafa bırakılan, Trakya'nın Karadeniz sahili, kalmaktadır. o Nedir ki bu yöre, bundan otuz, kırk yıl sonrasına dönük, ciddi, başka bir turizm cenneti olma potansiyelindedir. o Burası, olası “turizm gelirleri” açısından, dikkate alınmalı, öylece tartılmalıdır. Buraya kurulacak bir nükleer santralin ayrıca, turizmi nasıl etkileyeceği değerlendirilmelidir; burası için, bu çerçevede, “Turizm mi, yoksa enerji üretimi mi?”, sorusu yanıtlanmalıdır. o Bu koşul saklı olarak, Turkiye'de, bugün Trakya'nın Karadeniz sahilinden başka, nükleer santral yeri, yoktur. o Bu kanaatimi Aralık 1999'da, Başbakan Bülent Ecevit'in daveti uzantısında, Hükumet'e, açıklamıştım. o Reaktör tipi seçimi, tamamen siyasidir. Hiç bir tip, yalnızca teknik mülâhazalarla, başka bir tipin önüne koşulamaz. o Bizim, uranyumumuzun ve toryumumuzun bulunduğu, varittir, ama reaktör tipi seçimi itibariyle, bunlar dikkate alınacak bir nitelikte değildir. o Yakıt esasen, bir nükleer santralde, stratejik bir yer işgal etmez; kuruluş masraflarının arasında, yüzde birlik bir yer ancak tutar. o Ülkemizde, yakıt fabrikası kurulmasına gidilmesi ise, bu evrede, hiç ehven görünmemektedir. o Dolayısıyla mutasavver nükleer santrallerimizde, ülkemizde bulunan üranyum gizili, hemen hiç bir işlev üstlenemeyecektir. o Doğadaki, bizde Sivrihisar civarında bulunan, Toryum 232 atom çekirdeği (Th 232), diğer yandan, fisil (bölünebilir) değil, fertildir; başka bir deyişle Uranyum 233 (U233) atom çekirdeğinin oluşmasına “yataklık” eder; esas olaraksa bu çekirdek, fisildir, yani nükleer enerji üretimini sağlayabilir. o Ancak benzer özellik (doğal uranyum içinde, %99'dan fazla bir oranda bulunan) Uranyum 238 (U 238) için de geçerlidir. Bu atom çekirdeği, “kritik” (kendi kendine nükleer zincir reaksiyonunu götürebilir) kılınabilecek kadar, “fisil” değildir. Ama nükleer reaktörde, nötronlarla etkileşmeye girince, fisil olan Plütonyum 239 (Pu 239) atom çekirdeğinin, oluşmasına, yataklık eder. o Başka bir anlatımla, “Türkiye'de 1000'er MWe'lik, iki nükleer santrale, bunların ömürleri boyunca yetecek kadar doğal uranyum var” demek, “Buradan 2 x 100 = 200 adet, ayni boy santrale, bunların ömürleri boyunca yetecek kadar çok Pu 239 üretilebilir”, demek olmaktadır. o Nedir ki iste bu belirleme, bugün için ne kadar ütopikse, toryumumuzdan U 233 üretip, bunu nükleer yakıt olarak değerlendirme fikri de, bugün için o kadar ütopiktir. o Yakıt, bugün ayrıca dünyada mebzul miktarda mevcuttur. Bu durumda yakıt, hammadde olarak da değil, işlenmiş olarak, dışarıdan alınmak durumundadır. o Konunun başına, ehil insanlar getirilmezse, çok patinaj yapılır… Kimsenin enerjisi, onları eğitmeye yetmez. Yeniden yapılanmada, en önce söz konusu gerek, dikkate alınmalıdır. o Bu itibarla, kaydetmeden geçemeyeceğim… Atom araştırma merkezlerimizin hali (kişisel başarılara dönük takdir hissimiz saklı olarak), hiç parlak değildir. o “Yabancı müşavir firma”, asla olmamalıdır. o Elde avuçta ne varsa özelleştirilmekteyken, nükleer santralin devlet eliyle, ya da devlet garantisi ile kurulacak olması, dehşetli bir çelişki oluşturmaktadır; kabul edilemezdir. o Nükleer santrale kolay kolay, tatmin edici bir “sigorta” yaptırılamayacağı hususu da önemle vurgulanmalıdır. o Ben bugün enerji bakanı ya da başbakan olsam, nükleer enerji sevdalanmasını erteler, önce atom enerjisi merkezlerimizi, basta da TAEK'i, bu kurumlarımıza hedefler göstererek, ihya eder, bu arada, çeşitli dünya merkezlerinde, küçük ve iç yapısı itibariyle güvenli nükleer santrallerin geliştirilmesi yolunda yapılan çalışmalara katılırdım… o Bu arada, bir elin parmakları kadar, atom enerjisini gerçekten bilen, seçkin akademisyenlerden ve teknokratlardan, çekirdek, öncü bir danışman kadrosu oluşturur, onları tartıştırır, tartışmaya kendim de katılır, buradan oluşacak yakınsamayı, ilgili kurumlara direktif olarak yöneltirdim. o İran'ın nükleer faaliyetini, hiç bir biçimde, ülkemize dönük bir tehdit olarak algılamadığımı, eklemeliyim… Çünkü İran'ın, ağızdan yel alsın, Türkiye toprakları üzerinde kullanacağı bir nükleer bomba, “bizden önce”, onu vurabilir!..
https://yesilgazete.org/nukleer-enerji-siyasi-bir-tercihtir/
10,631
20,666
Bazen tam da umudun bitmeye başladığı yerde, bazen tam da kaybetmeye kendini hazırlamaya başlarken, bazen kaybedersen aslında ne çok şey önemsediğini ve neleri nasıl yaptığını, nasılda yaşamının olmazsa olmazı olduğunu anladığın vardır. Yaşamının bir parçası olduğunu ve özdeşleştiğini. Tıpkı nükleere karşı verilen ve 20 yıla yaklaşan mücadelemiz gibi. Kimimizin çocuklarından bile büyük, kısa sayılamayacak, uzun soluklu bir koşuydu bizimkisi. Hani sol örgütlenmelerde olduğu gibi, çocuk denecek yaşlarda girmiştik bu sevdaya. Bu kavga ve inada. Yeni mühendis olmuştuk. Hem de alasından elektrik mühendisi, 80 darbesinin kişileri sindirdiği susturduğu yıllardı, biz kendi varoluş seçimlerimizi önümüze koyduğum idollerle yapmaya çalışıyorduk. Ama ağır bedeller ödeyen tanıdıklarımız, sevdiklerimiz vardı ve biliyorduk ki bizim öykümüz farklı olacaktı. Öyle de oldu. Hilmi Çamurdan ve Adana Çetko üyeliği ile başlayan günler. İlk Akkuyu eylemlerimiz. Hilmi ki bence bu mücadelenin başlamasında, bu kavgaya insanların katılmasında örnek ve etkili olmuştu. Yaptıkları, yürüyüşleri eylemleri ve diğer eylemleri ile bölgesinde nükleere izin vermeyeceğini gösteriyordu. Akabinde Çetko, Bilge Contepe, kurduğumuz çadırlardan, bugün Mersin NKP'nin başında olan ve bu dava için, kendi tüm bireysel düşlerini öteleyen Sebahat'e kadar uzun soluklu bir yoldu , neferler değişse de başrol figürü olarak, yol aynı kalmış, kimse kavgasına ihanet etmemişti. Herkes aynı kararlıkla yoluna devam ediyordu. Tam kazandığımızı düşündüğümüz noktalarda, tam gelen hükümetin vazgeçtiğini düşündüğümüz noktalardan sonra, birileri, kimi lobilerin etkisiyle, nükleer silah pazarlıklarıyla, az gelişmiş bir ülkeyi nükleer çöplük haline getirmek isteyenlerle, üstelik nükleere yapılan yatırımın sadece üçte birinin alınabileceği, hiçbir şekilde bu ülkeye katkısının olmadığı, ısrarla, gelişmesi ısrarla engellenmiş bir ülkede, güneş bize yeter diyordu ekolojistler. Ecevit döneminde vazgeçilse de, son AKP döneminde Akkuyu'ya alternatif olarak karşımıza bir de Sinop çıkıyordu. Deli-çılgın-hoyrat Karadeniz'e bunu yapmak istiyorlardı. Bizse inadına mücadeleye devam ediyorduk. Çernobil'i yaşamıştı bu ülke. Çayı içen bakanlara inat, Karadeniz'de Kazım Koyuncu gibi kansere kurban verdiğimiz yol arkadaşlarımız vardı. Biliyorduk şimdi işimiz daha zordu ve daha öfkeliydik. İşte gidiyorum demişti Kazım, ardına bakmadan ama biz gitmesine alışamamıştık. Kavgaya olan inancımız, öfkemizle buluşuyor ve yüzlerce imza toplanıyor, Sinop yığınla kalabalık mitinge ev sahipliği yapıyordu. Bu arada Sinop'ta 3 arkadaşımızı yeniden kurban veriyorduk. Biz inat ettikçe, kendisini çevreci ilan edenler , inatla yapacağız diyordu. Metin, Adnan, Tanay Hoca ve diğer insanlar ısrarla hayır diyordu. Israrla her yerde bunu anlatıyor dile getiriyorlardı. Mersin NKP durmuyor, balonla çocuk şenliği yapıyordu. Şimdi sayamayacağım yığınla eylem, sadece NKP değil, diğer alternatif gruplar içinde aynısı geçerliydi. Zaman aleyhimize gibi işlese de, biz inadına çoğalıyorduk. Üstelik bizim ki, bölünmelere uğramadan ilerliyordu. Evet yer yer kırılmalar , yer yer alınmalar oluyordu. Ama NKP, içine tüm bileşenleri(TMMOB-Hukukçular ..vb) hızla ilerliyordu. Nitekim tıpkı Kazdağların'da TMMOB'un açtığı dava gibi, TMMOB yeniden bir dava açıyor ve 3 maddeye yargı durdurma veriyordu. Şimdi biz bunun sevincindeyiz. Evet çoşkumuz yüksek, içinde solcusu, yeşili, çevrecisi, halkı ile verilen mücadele var. Bilge'nin deyimiyle yeniden Akkuyu'ya çadırla gittiğindeki manzara değişik. Şimdi 12 eylül'ün izleri ve etkileri çok da net değil, şimdi herkes biraz yeşil nasılsa, ama burada durmak, bu sevincin çoşkusuna katılıp, rehavete girmek için erken. Bence bizim yapacak daha çok işimiz var ve kavga asıl şimdi buradan, bu kazanımla elde ettiğimiz ivmeyle, daha kararlı, daha eylemli günler bekliyor. Ben açıkçası altın aramalarında olduğu gibi, eğer isterlerse bir yöntem bulabileceklerine inanıyorum Tabi bizim de alternatif çözümlerimiz olması gerektiğine inanırken, Bilge, Hilmi , Metin, Adnan, Sabahat gibi, isimli –isimsiz yüzlerce yüreğe bir Merhaba demek lazım diye düşünüyorum. Umarım onlar son Don Kişotlarımız olmaz. Dostlukla. Ve emeğine sağlık TMMOB.
https://yesilgazete.org/nukleer-karsitlarinin-hakli-gururu-ve-sevinci/
2,146
4,207
Adana Eğitim-Sen Çevre Komisyonu üyeleri ülkemizde yapılmak istenen nükleer santrallerin yasalar çiğnenerek, kamuoyunun onayı alınmadan ve halkın % 73'e yakını HAYIR dediği halde ısrarla nükleer enerjiyi ısrarını protesto etmek için suç duyurusunda bulunacaklar. Akkuyu Nükleer Güç Santrali için ruhsat ve ÇED Belgesi olmadan santral alanında her türlü izinsiz faaliyetler hakkında yasal işlem tesis etmeyen bütün kamu görevlileri hakkında görevi ihmal, görevi kötüye kullanma, çevre kirliliğine neden olması ve res'en belirlenecek suçlar nedeni ile kamu davası açılması için suç duyurusunda bulunuyoruz. Tüm Duyarlı Arkdaşlarımızı 13 Nisan Cuma günü Adana Adliyesi önünde yapılacak basın açıklamasına v esuç duyurusuna katılmaya davet ediyoruz. Tarih: 13 Nisan 2012 Cuma Saat: 10.30 Yer: Adana Adliyesi Önü
https://yesilgazete.org/nukleer-santraller-hakkinda-suc-duyurusu/
410
807
İzmir'in Gaziemir ilçesinde, kurşun üreten fabrikanın faaliyette olduğu dönemde radyasyonlu atıklarının toprağa gömüldüğü iddialarına ilişkin açılan altı sanıklı davaya bugün 3'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nde devam edildi. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi'nin (YSGP) girişimiyle açılan davada mahkeme, Ege Çevre ve Kültür Platformu Derneği'nin (EGEÇEP) davaya müdahil olarak katılmasına, gelmeyen sanık ve tanıkların zorla getirilmesine karar verip, duruşmayı 09 Eylül saat 13.30' erteledi. Yanı sıra davacıların keşif talebine gelecek duruşmada karar verilecek. Nükleer santrallerde görülen radyoaktif madde Gaziemir'deki radyoaktif atık skandalı Radikal muhabiri Serkan Ocak'ın 3 Aralık 2012 tarihli haberiyle duyulmuş; Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Tic A.Ş.ye ait Gaziemir'de kurulu bulunan kurşun üreten fabrikanın atıklarını toprağa gömdüğü ve 2007 yılından itibaren TAEK'in bilgisi dahilinde olan toplam 380 ton atıkla ilgili herhangi bir önlem alınmadığı ortaya çıkmıştı. Üstelik radyasyona neden olan maddenin nükleer santrallerde kullanılan nükleer çubukların eritilmesiyle oluştuğu ve bu maddelerin Türkiye'ye yasal girişinin olmaması skandalı büyütmüştü. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, bölgede yaptığı radyasyon ölçümlerinde Fukuşima'ya yaklaşan rakamlar tespit etti ve mahalle halkının da katılımıyla şirket yetkilileri hakkında “çevreyi kasten kirletmek” suçundan dava açıldı. Bahçedeki izotop doğada bulunmuyor Nükleer fizikçi Prof.Dr. Hayrettin Kılıç'ın dava dosyasına da eklenmiş uzman görüşüne göre bahçede TAEK tarafından da tespit edilen “Europium 152 (Eu-152)” izotopları doğada bulunmayan, sadece nükleer reaktörlerde zincirleme fizyon(çekirdek bölünmesi) reaksiyonları sırasında nükleer yakıt demetlerinde ve kontrol çubuklarından yaratılan insan yapısı izotoplar; yüksek enerjide gama ışınları yayarak yaklaşık yüzyıl radyasyon yaymaya devam ediyor. Davacılar, bu davada özellikle Türkiye'de bir nükleer santral yokken fabrika bahçesinde yalnızca nükleer santral atıklarından oluşan bir kirliliğin nasıl olduğu sorusunun cevabını arıyor. Nükleer atık ticareti şüphesi doğuran atıklarla ilgili davacılar olayın tüm boyutlarıyla araştırılmasını talep etti. YSGP ve mahalleninin nükleer, kimya, jeoloji, halk Sağlığı,ziraat ve çevre bilimi konularında uzmanlardan oluşacak bilirkişi heyetiyle keşif yapılması talebi bir sonraki duruşmada görüşülecek. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/nukleer-santrallerde-bulunan-maddenin-gaziemirde-isi-ne/
1,199
2,380
Özgür Gürbüz ABD'nin İncirlik üssünde olduğu söylenen nükleer bombalarla ilgili son günlerde medyada yine birçok haber yayımlandı. Bombaların varlığı, ne Amerikalı ne de Türkiyeli askeri ve resmi makamlar tarafından onaylanmış değil; inkâr da edil(e)miyor. Adana'daki İncirlik Amerikan Üssü'nde ne kadar nükleer bomba olduğu net olarak bilinmese de, sayı 40 ila 90 arasında değişiyor. Son 15 yıl içerisindeki tek gelişme, daha önce Balıkesir ve Mürted Üssü'nde de olduğu söylenen bu nükleer silahların hepsinin İncirlik'te toplandığı ya da iddiaların artık sadece İncirlik'e yöneldiği. Bu “üç maymun” politikasının aslında gizliden bir onay anlamına geldiği konusunda hem fikir olabiliriz. Bunu bir varsayım olarak değil herkesin bildiği ama ispatlayamadığı bir gerçek olarak da yorumlamak mümkün. Bu nedenle de tartışma sürüyor ama yanlış bir eksende. Bombalar Yasal Değil Ne zaman konu nükleer silahlar olsa, Türkiye'nin bu silahları istediği gibi kullanıp kullanamayacağı tartışılıyor. İşin etik tarafına dokunan da pek yok, hâkimiyetin Türkiye'de olması sanki bir başarı, olmaması da başarısızlık addediliyor. Kimse bombaların bu topraklarda bulunmasının yasal olmadığından bahsedemiyor haliyle. Hafızamız ve araştırma ruhumuzun kısıtlı olması da bundan 30 yıl öncesine geri dönüp araştırma yapmayı güçleştiriyor. Türkiye, 1969 yılında Birleşmiş Milletler'de imzaya açılan, “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması”na (NPT) taraf olmuş bir ülke. 28 Kasım 1979 tarihli Resmi Gazete'de bu karar yayımlandı. Anlaşma gereğince, 1967 yılından önce nükleer silaha sahip olan ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin nükleer silahı olan ülkeler olarak kabul edilir ve bu ülkelerin nükleer silahı olmayan ülkelere bu tip silahları temin etmesi, yapmaları için yardımda bulunmaları yasaklanır. Özetlersek, ABD Türkiye'ye bu silahları veremez, verirse anlaşmayı ihlal etmiş olur. Bu da nükleer silah ticaretinin önünü açar. Türkiye'nin silahların varlığını kabul etmesi ve sahipliğini üstlenmesi ise, AB üyeliğinden, BM'deki rolüne kadar çok ciddi tartışmalara da yol açar. Bu yüzden Türkiye'nin ne kendi imkânları ne de başka yollardan nükleer silah sahibi olması, bulundurması mümkün değildir. Türkiye'nin nükleer silahların İncirlik'te saklanmasına sessiz kalması gibi bir zorunluluğu da yok. Yunanistan'ın yaptığı itirazlar sonucu 2001 yılında NATO üssünden silahların geri çekildiği, Almanya'nın Ramstein Hava Üssü'nden de 2005'de yine nükleer silahların geri alındığı biliniyor. Türkiye benzer bir iradeyi gösteremiyorsa bu tamamen mevcut hükümetin sorumluluğunda gerçekleşen bir eylemdir. Ya AKP bunu istemiyor ya da ABD'ye “One minute” demeye gücü yetmiyor. Atom Enerjisi Ajansı Denetlesin İlginç bir durum daha var. Medyada çıkan bu haberler sonucunda Türkiye'nin, yine aynı anlaşma gereğince, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) tarafından kontrol edilmesi gerekir. Çünkü denetim hakkı UAEA'nındır. Türkiye bu hakkı kabul ettiğini, 20 Ekim 1981'de Resmi Gazete'de yayımlanan bir başka anlaşmaya imza atarak tanımıştır. Kamuoyu gerçekten merak ediyorsa, UAEA'na başvurmalı ve onları göreve çağırmalıdır. Bu aslında nükleer silahların nasıl kontrolsüz yayıldığının da iyi bir örneği olabilir. UAEA'nın, Türkiye sınırları içerisinde bulunan Amerikan üssünü nasıl denetleyeceği ise ayrı bir soru işareti tabii. Hiroşima'nın Üzerinden 64 Yıl Geçti Hiroşima'ya atom bombasının atılmasının 64 yıl sonrasında bu anlaşmanın önemi bugün daha fazla ön plana çıkıyor. Nükleer santral tacirlerinin, enerji darboğazı, iklim değişikliği gibi konuları fırsat bilerek yeniden çanta ellerinde dolaşmaya başladıkları bu günlerde, başlarındaki en büyük dert sattıkları her nükleer reaktörle artan nükleer silahlanma riski. NPT metninin ilk paragrafında da yazıldığı gibi, bu anlaşmaya taraf olan ülkeler, “Nükleer bir savaşın bütün insanlığa uğratabileceği yıkıntıyı ve böyle bir savaş tehlikesini önlemek için her türlü çabayı harcamayı göz önünde tutar” deniyor. Metin, “nükleer silahların yayılmasının nükleer savaş tehlikesini ciddi biçimde arttıracağına inanarak…” diye devam ediyor. Hiroşima ve Nagasaki üzerinden geçen 64 yıl, dünyadaki insanlara sadece ve sadece bu anlaşmanın girişinde yer alan bu cümlelerin ne kadar doğru olduğunu defalarca kanıtladı. Buna rağmen, nükleer lobiler ve savaş tüccarlarının kafa karıştırmaya yönelik argümanları, insan aklının bir defa daha aklıselimden aklıevvelle kaymasına yol açıyor. Yol açıyor ki, medyada, sokakta nükleer silaha sahip olduğunda huzurlu bir gece uykusu yaşayacağını sananların sayısı artıyor. Komşusuna atacağı nükleer bombanın yarattığı radyasyon bulutlarının kendisine geleceğinden ya da benzer bir silahla kendisinin de vurulacağından habersiz bu insanlar, geldiğimiz noktanın 6 Ağustos 1945'e ne kadar yakın olduğunun ne yazık ki farkında değiller. İnsanoğlu, hayatta kalmak, barış içinde yaşamak için nükleer silahlara değil, suya, temiz havaya, yiyeceğe ve bir düşmana değil de dosta muhtaç olduğunu anladığı gün, işte o gün insan olacak. Özgür Gürbüz http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2009/08/ozgur-gurbuz-5-temmuz-2009-abdnin.html
https://yesilgazete.org/nukleer-silahlar-turkiye%E2%80%99nin-olamaz/
2,524
5,092
Son yazısında “bir süre izin” kullanacağını söyleyen Milliyet yazarı Nuray Mert'in, gazete yönetimi tarafından “süresiz izne” çıkartıldığı iddia ediliyor. Nuray Mert, bir süredir AKP'ye karşı yaptığı sert muhalefet nedeniyle yandaş basının ve Başbakan'ın hedefindeydi. Milliyet gazetesi yazarı ve akademisyen Nuray Mert'in, gazete yönetimi tarafından “süresiz izin”e çıkartıldığı iddia ediliyor. Nuray Mert, 12 Şubat tarihinde yazdığı “MİT olayı” başlıklı son yazısının bitimine bir not düşerek, “yıllık iznini kullandığını” söylemişti. Ancak gercekgundem.com'un haberine göre, Milliyet gazetesi yönetimi Nuray Mert'i “süresiz izne çıkartma” kararı aldı. Nuray Mert, bir süredir AKP'ye karşıtı yaptığı keskin muhalefet nedeniyle yandaş medyanın ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın hedefi haline gelmişti. Büşra Ersanlı'nın tutuklandığı KCK operasyonundan sonra, dinci yayınlarda Mert ile Ersanlı'nın telefon görüşmeleri servis edilmiş ve Mert'in de KCK ile ilişkili olduğuna dair imalar yapılarak açıktan tutuklama ile tehdit edilmişti. Başbakan Erdoğan ise, seçimlerden önce gerçekleşen partisinin Konya mitinginde, açıkça Nuray Mert'i kastederek Mert'in “PKK ile muhabbet içinde” olduğunu iddia etmiş ve kendisine “namert” diye hakaret etmişti. Daha sonra, içinde Nuray Mert'in de yer aldığı NTV'de yayınlanan Basın Odası isimli program da, sessiz sedasız yayından kaldırılmıştı.
https://yesilgazete.org/nuray-mert-de-mi-susturuldu/
708
1,381
Milliyet yazarı Nuray Mert'in gazeteden süresiz izne çıkarıldığı yönünde iddialar geçtiğimiz günlerde dile getirilmişti. Bu iddialar hakkında sessizliğini koruyan Nuray Mert medyatava adlı internet sitesine bir açıklamada bulundu. Mert, “Benim gazete ile hiçbir sorunum yok, bir şey olmamış gibi pazar günü için yazımı yarın yeniden gazeteye göndereceğim. Bu konuda açıklama yapması gereken ben değil, gazete yönetimidir. Yazımın pazar günü yayınlanıp yayınlanmayacağını hep beraber göreceğiz. Dolayısıyla benim bu konuda açıklama yapmam söz konusu değil, bekleyeceğim ve gelişmeler doğrultusunda açıklamamı tekrar yapacağım.” dedi.
https://yesilgazete.org/nuray-mert-konustu/
313
632
ODTÜ mezuniyet töreninde taşıdıkları pankart nedeniyle gözaltına alınan öğrenciler, çıkarıldıkları nöbetçi mahkemece tutuklandılar. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin (ODTÜ) mezuniyet töreninde taşıdıkları pankart sebebiyle gözaltına alınan ve nöbetçi mahkemeye sevk edilen 4 öğrenci hakkında tutuklama kararı verildi. Mezuniyet Töreni'nde taşıdıkları “Tayyipler Alemi” pankartı sebebiyle gözaltına alınan ve nöbetçi mahkemeye sevk edilen 4 öğrenci hakkında tutuklama kararı verildiği, baskı evi çalışanının ise serbest bırakıldığı öğrenildi.#dokuz8 pic.twitter.com/oaZNhM0Xdl — dokuz8HABER (@dokuz8haber) 10 Temmuz 2018 Dokuz8'in paylaşımına göre, pankartın hazırlandığı baskı evi çalışanının ise serbest bırakıldığı öğrenildi. ODTÜ'de 6 Temmuz'da gerçekleşen diploma töreninde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın karikatürünü pankart olarak taşıyan 3 öğrenci, 7 Temmuz günü “Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hakaret” suçlamasıyla gözaltına alınmıştı. 8 Temmuz'da da pankartı hazırlattığı belirtilen Ö.K. ile söz konusu pankartı bastığı öne sürülen Ş.D. Ankara Emniyet Müdürlüğü ekiplerince gözaltına alınmıştı. (Sputnik, Dokuz8 Haber)
https://yesilgazete.org/odtulu-ogrenciler-tutuklandi/
597
1,127
ODTÜ'lü 4 öğrencinin taşıdıkları pankart nedeniyle tutuklanmasının üzerinden kısa bir süre geçmişken Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Twitter'dan 'Tayyipler Alemi' karikatürünü paylaşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında soruşturma başlattı. Kılıçdaroğlu dünkü grup konuşmasında ODTÜ'lülere destek vererek şunları söylemişti: “ODTÜ'nün bir geleneği vardır. Mezun olanların ellerinde vermek istedikleri mesajlar vardır. Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden biridir. ODTÜ'de öğrenci olmak ayrıcalıktır. Taşıdıkları pankartlarda hakaret yoktur, zekâ vardır. O pankartların farkına varmak için de zeki olmak gerekir. Zeki değilsen ben ne yapayım? ODTÜ'lüler hiçbir zaman reis, başkan gibi laflar kullanmazlar. ODTÜ'nün özelliği Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden biri olmasıdır.” ODTÜ'nin bu seneki mezuniyet töreninde her yıl olduğu gibi mesaj içeren pankartlar taşınmış, bazı öğrenciler de 14 yıl önce yayınlanan bir karikatüre atıfla 'Tayyipler Alemi' başlıklı pankartla yürümüştü. Pankart nedeniyle 'cumhurbaşkanına hakaret' soruşturması başlatılmış, bu kapsamda dört kişi tutuklanmıştı. “Benim Twitter hesabımdan bugün bu karikatür yayınlanacak” diyen CHP lideri şöyle devam etmişti: “Hitler de böyleydi, Mussolini de böyleydi, eleştiriye tahammül edeceksin. Ben bugün bütün milletvekili arkadaşlarımdan istirham ediyorum, bu karikatürü yayınlasınlar. Benim Twitter hesabımdan bu karikatür yayınlanacak.” (Diken)
https://yesilgazete.org/odtulu-ogrencilerden-sonra-kilicdarogluna-tayyipler-alemi-sorusturmasi/
743
1,433
Polis tarafından öldürülen Baran Tursun'un babası Mehmet Tursun hakkında açılan bir davada 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Mehmet Tursun hakkında, oğlunun ölümüne ilişkin açılan davada kullandığı “Baran Tursun davasında sahtekarlıklar yapıldı” sözü nedeniyle Karşıyaka 4. Sulh Ceza Mahkemesi'nde dava açılmıştı. Karara bağlanan davada, Mehmet Tursun hakkında TCK'nın 125/1-2 maddesine göre, 11 ay 20 gün hapis cezası verildi. Ertelenmeyen ceza, paraya cezasına da çevrilmedi. Baran Tursun'un annesi Berrin Tursun ve amcası Süleyman Tursun daha önce de “polise hakaret ettikleri” iddiasıyla 6 ay hapis cezasına çarptırılmışlardı. 25 Kasım 2007 tarihinde Baran Tursun'u öldüren polis Oral Emre Atar hakkında ise 2 yıl 1 ay hapis cezası verilmişti.
https://yesilgazete.org/oglu-polis-tarafindan-oldurulen-babaya-hapis-cezasi/
380
754
Öğrenciler etkili ve yetkili kimselere yumurta atmasın! Güzel. Atmasınlar. Benim de gönlümde yatan, solcu öğrencilerin, Süheyl Batum veya Burhan Kuzu'yu, konuşturmamak yerine utandırmaları olurdu. Batum'a “sen ne ayaksın kardeşim?” diye yüklenebilirler, Kuzu'ya partisinin lafta demokratlıkla icraatta bu köhne sağcılığı nasıl biraraya getirebildiğini sorabilirlerdi. Düzen partilerinin ezilenleri, yoksulları nasıl umursamadığını; AKP'nin hayal dünyasının, işçilerin sabah topluca dua edip patrona tapınarak üç kuruşa çalıştığı bir Doğulu kapitalist düzenden öteye gidemediğini; CHP'nin tek işlevinin zorbalıkla kurulup zorbalıkla sürdürülen bir devlet rejimini korumak olduğunu cümle âleme anlatabilirlerdi. Son polis saldırısının asla münferit hadise olmadığını, polisin zaten her türlü solcu öğrenciyi düşman bellesin diye şartlandırılıp öyle yetiştirildiğini ortaya koyabilirlerdi. Hangi hükümet gelirse gelsin, özellikle öğrencilere ve hele solcu öğrencilere inanılmaz bir gaddarlıkla, âdetâ katledilmiş ailesinin intikamını alır gibi saldıran gencecik polisler üreten mekanizmayı teşhir edebilirlerdi. Ve daha pek çok konuda toplumun gözlerini, ufkunu açabilirlerdi. Elbette önce kendi gözlerinin ve ufuklarının buna elverişli olması gerekir. Bu bambaşka bir konu. Ama burada ilginç bir dolayımdan devreye giriyor: Öğrencilerin ne düşündüğünü, ne söyleyeceğini hiçbir zaman işitemiyoruz, çünkü onlar ses çıkarmaya kalktığında birileri hemen polisi üstlerine sürüyor. Hem de ne sürme! Ne diyorlar acaba “eylem” öncesinde polislere? “Bunlar insan değildir, nefes almaları haram, bu mikropların alayını temizlemeden bu vatan kurtulmaz…” falan mı? (Not: Bunların hepsi ve dahası, bendeniz ve birlikte devlet şefkatine maruz kaldığım arkadaşlara defalarca söylenmiştir.) Bunları söyleseler bile, yere düşmüş genç bir kızın bacaklarının arasını postalıyla tekmeleyen polis karakterini hangi eğitimle, hangi terbiyeyle izah edeceğiz? (Bu vesileyle, dövülürken bebeğini kaybeden genç kadını ahlâksızca yargılamaya kalkan vicdansızların, şerefsizlerin hâlâ Türk medyasında iş yapabiliyor olduğunu hatırlatayım.) Hükümetin, özellikle başbakanın hiç mi hiç anlamadığı bir hakikat var –biz sıradan insanlarla ilişkilerine dair. Siz, yetkilisiniz beyler; arkanızda koruma ordusuyla, zırhlı arabalarla geziyorsunuz. Kılınıza dokunanın hayatını kaydırma gücünüz var. Adı üstünde yahu, iktidarsınız! Ben çıkar size bağırırsam, bunun adı “vatandaş tepki gösterdi”dir, siz bize bağırdığınızda zorbalık olur. Bunu kavramak bu kadar zor mu? Kavrayamıyorsanız ve polisiniz gaddarlık gösterileri yaptığında niye sizi suçluyorlar diye alınıyorsanız ya iktidar olmayın ya da bir zahmet oturup düşünün, kavrayamadığımız bir şey mi var acaba diye. Üçüncü ihtimali de söyleyeyim, hizmet tam olsun. İşbölümü gereği her zamanki gibi Bülent Arınç'a telafi operasyonu yaptırmayın, çıkın açıkça deyin ki: Evet, devleti ordu vesayetinden kurtarmaya uğraşıyoruz, bu yenilik, ama toplumsal mevzularda bizden önceki sağcı politikacılardan ne gördüysek onu yapıyoruz; solcu öğrenci dediğin, dövsün, yerlerde sürüklesin, bebeğini düşürtsün, işkence yapsın diye polise verilmiş eğlence malzemesidir, böyle öğrendik. Başa döneyim: Yumurta atmak, susturmak yerine görüşlerinin kofluğunu göstermek, varsa yalanını ortaya çıkarmak, aslında neye hizmet ettiğini ortaya koymak, siyasî hasmı yenmenin esas geçerli yollarıdır. Birini konuşturmadığınızda hep gizli bir haklılığı korur. Bu, CHP gibi bir müessesenin yetkilisi olmasına rağmen Süheyl Batum için dahi geçerlidir. Nasıl dövülen öğrenciler için fazlasıyla geçerliyse. Lâkin, İstanbul'daki gibi bir seri vahşeti icra ediyor ve sonra da genç insanlardan mâkûl, efendice, hele size karşı saygılı ve anlayışlı tepkiler bekliyorsanız… haydi zor belâ kazanabildiğim parayı tazminat davalarında kaybetmeyeyim de şöyle demekle yetineyim: ben size ne diyeyim! Solcu öğrenciler nezdinde diyeceğim lafın ne kadar kıymeti harbiyesi var, kestirmem zor, ama belki iki dakika kulak veren olur diye, şunu söylemek isterim: Türkiye Cumhuriyeti'nde devletin muhalefetle baş etme yolu sadece baskı ve zorbalık değildir. Böyle görünür ama görünüş yüzeyseldir. Esas olarak öncelikle sizi kriminalize etmeye çabalarlar. Üstünüze saldırırlar, günlerinizi vahşete maruz, dehşet içinde geçirmenize yolaçarlar. Siz, her şeyi bir yana bırakıp kendinizi savunmak zorunda kalırsınız. Elbette saldırılara pabuç bırakmak istemezsiniz, sertleşirsiniz. Hayal ettiğiniz güzel dünyadan, eşitlik rüyalarından, mutlu gelecekten giderek eser kalmaz, tek derdiniz, ifade yollarınızı, söz söyleme hakkınızı, giderek hayatınızı korumak olur. Bu sizi acımasızlaştırır, kendi değerlerinizden uzaklaştırır. Oysa hakiki derdi ve hayali insanların eşitlik ve özgürlük içinde yaşaması olan birilerinin sözü karşısında aslında kimse direnemez. Üstünüze saldırarak, sözü küçümsemeye zorlarlar sizi. Kendi aranızda kuracağınız düzen dışı ilişkilere kafa yormanızı önlerler. Bu adaletsiz düzeni ve dünyayı dinamitleyecek olan, eşitlik düşüncesini sindirmiş, haksızlıktan mutsuz ve rahatsız olan insanların dayanışma içinde geliştireceği alternatif bir hayattır. Tamam, istediğiniz kadar sert olun, tavizsiz olun, kendinizi harcatmayacağınızı gösterin. Ama ne olur, o adamları zorla susturmayın, karşılarına geçip öyle şeyler söyleyin ki, susup başlarını öne eğmek zorunda kalsınlar. Hem sizin muhatabınız onlar değil ki, akşam eve ekmek götürme derdinde olan ya da komşusu açken uyuyamayan milyonlarca insan. Yumurtaları, çocuklarına yumurta yediremeyenlere dağıtsanız, politikacıları açık yüreğinizle, parlak zihninizle mat edip yere serseniz? Kaynak: Taraf Gazetesi, 11 Aralık 2010
https://yesilgazete.org/ogrencileri-siddete-itmek-klasik-sagci-politikadir/
2,849
5,652
OHAL'in kaldırılması öncesi yapılacak yasal düzenleme Perşembe günü Adalet Komisyonu'na geliyor. TBMM Başkanlığı, AK Parti Grup başkanvekilleri Bülent Turan, Özlem Zengin, Muhammet Emin Akbaşoğlu ve Cahit Özkan'ın imzasını taşıyan yasa tasarısını TBMM Adalet Komisyonuna sevk etti. OHAL sonrası için gönderilen düzenlemeye göre Valiler, belli yerlerde kişilerin dolaşmalarını kısıtlayabilecek. Daha önce KHK ile yapılan ihraçları teklif yasalaşınca 3 yıl boyunca kurumlar yapacak. Toplantı ve gösteriler için “Eylemler vatandaşların günlük yaşamını aşırı ve katlanılmaz derecede zorlaştırmayacak” hükmü getirildi. (Duvar)
https://yesilgazete.org/ohal-sonrasi-yasal-duzenleme-persembe-gunu-adalet-komisyonunda/
318
621
Düşünüyorsanız, yazıyorsanız, konuşuyorsanız, sendikacıysanız, kadınsanız, gençseniz yani muhalifseniz “olağan şüpheli”siniz demektir. Eviniz arandığında, gözaltına alındığınızda, tutuklandığınızda, haklarınız neler? Hemen her sabaha gözaltılarla uyandığımız bu günlerde Çağdaş Hukukçular Derneği(ÇHD), “Olağan şüpheliler” eğitimi başlatıyor. ÇHD tarafından yapılan açıklama şöyle: “Her güne yöne bir operasyon haberiyle uyanıyoruz; Sendikacılar, gazeteciler, öğrenciler, bilim insanları, avukatlar, kadınlar, gençler gözaltına alınıyor, Sendikalarımız, dernek binalarımız, işyerlerimiz, evlerimiz gece yarısı basılıp aranıyor, Bilgisayarlarımıza, telefonlarımıza el konuluyor, Neyle suçlandığımızı bilmeden özgürlüğümüz kısıtlanıyor, Özgürlüğümüz, düşünce ve ifade hürriyetimiz, özel hayatımız tehdit altında. Düşünüyorsanız, Yazıyorsanız, Konuşuyorsanız, Sendikacıysanız, Yasal dernek üyesiyseniz, Öğrenciyseniz, Kadınsanız, Gençseniz, ……… Özcesi Muhalifseniz Olağan şüphelisiniz…. haklarınız ihlal edildiğinde ne yapacağız? Haklarınızı öğrenmek istiyorsanız sizi bekliyoruz….” Olağan Şüpheliler eğitimi 16 Şubat Perşembe günü saat 18:00'de Beyoğlu-Tünel İstanbul Barosu Orhan Adli Apaydın Konferans salonunda gerçekleşecek.
https://yesilgazete.org/olagan-supheliler-egitimi-basliyor/
707
1,226
Önümüzdeki yaz ayında Londra Olimpiyatları'nda güvenliği sağlamak için İngiltere şimdiden kolları sıvadı. İngiltere Savunma Bakanı Philip Hammond, güvenlik önlemleri çerçevesinde füzelerin de hazır bekletileceğini söyledi. İngiltere'de başkenti Londra'da yapılacak 2012 Londra Yaz Olimpiyatları'nda yetkililerin alacağı güvenlik önlemleri son dönemde ülke gündeminden düşmüyor. İngiltere Savunma Bakanı Philip Hammond, olimpiyatlarda alınacak güvenlik önlemleri çerçevesinde karadan havaya güdümlü füzelerin de hazırda bekletileceğini söyledi. Olimpiyatlarda alınacak güvenlik önlemleri arasında füzelerin de yer alması büyük şaşkınlık yaratırken, eski Savunma Bakanı Liam Fox, Hammond'dan yaptığı bu açıklamayı teyit etmesini istedi. (Ajanslar)
https://yesilgazete.org/olimpiyatlari-fuzeler-koruyacak/
373
745
Bu köşeye başlarken kimseyle kişisel polemiğe girmemeye karar vermiştim ancak Oral Çalışlar'ın 1.12.2010 tarihli Radikal'de bana hitaben kaleme aldığı yazı, bu kararımı bozmama neden oldu. Kamuoyunda 'liberal' olarak bilinen, oysa çoğu mensubunun, liberalliğin farklı görüşlere açık olmayı içerdiğinin pek de farkında olmadığı bir düşünce grubunun giderek tahakkümü altına girdik. Bu öylesine bir tahakküm ki ileri sürdüğünüz her fikir, eğer bu gruptakilerin görüşlerine uymuyorsa anında 'Kemalist' damgası yemenize neden oluyor. Çalışlar da öyle yapmış. 'Şehirli Müslümanlık' üzerine bu köşede yazdığım iki yazıyı beğenmemiş, daha da ileri gidip 'bilim kadınlığıma' yakıştıramamış. Beğenmeyebilir. Ben de çoğu kez onun yazdıklarını, hep aynı söylemin tekrarı olarak gördüğümden, beğenmiyorum. Yukarıda bahsettiğim yazısı bu tekrarlara bir örnek. 'Şehirli Müslümanlık' tabirini bilin bakalım kim 'icat' etmişmiş? Çok şaşıracaksınız(!), tabii ki 'Kemalistler.' Günümüzün her sorununu Kemalizme ve cumhuriyetin ilk yıllarına geri giderek açıklamak, analitik düşüncenin yerini aldı. Bu konuya ileriki bir yazımda tekrar değineceğim. Fetva gibi cümle “Bence şehir ve kasabalar, hiçbir zaman Toprak'ın tarif ettiği 'modern Müslüman'ın hayata damgasını vurduğu yerler olmadı” diyor Çalışlar. Bu kanaate nasıl varmış? Tıpkı benim yaptığım gibi, gözlemleriyle. Ancak Çalışlar, kanaatinin gözlemlerine dayandığını yazmak yerine “Laik-Müslüman yaşam tarzının eskiden daha yaygın olduğu yönündeki tezlerin sağlam bir temeli yok” demiş. Bu fetva gibi cümlede ileri sürdüğüm tezin 'sağlam bir temeli' olmadığını nereden biliyoruz? Çünkü Çalışlar aksini gözlemlemiş. O öyle gözlemlemişse muhakkak doğrudur. Çalışlar'ın yazısına 3.12.2010 tarihli Taraf'taki köşesinde değinen Murat Belge, 'genel olarak' Çalışlar'a katıldığını söylemesine rağmen, yazısının gerisinde ele aldığı örnekler ve gözlemleri benimkiyle aynı. “Taşra hayatında 'modern hayat tarzı' başlığı altında sayacağınız bazı öğelerin kaybolduğu doğru; bunların birçoğunda dine ilişkin bir tanı da hemen bulabilirsiniz” diyor. Verdiği örnekler Belge'ye Anadolu'yu iyi bilenler tarafından aktarılmış. Nitekim, ben de bu kanaatime sadece kendi gözlemlerimle varmadım. Anadolu'da yürüttüğüm bir çalışma vasıtasıyla gittiğimiz her kentte Belge'ye aktarılanlara benzer anlatılar dinledik. Belge'nin bana itirazı, yazımı Çalışlar üzerinden okuduğu için 'modern hayat tarzı'na sahip olanları 'gerçek Müslüman' addettiğim 'varsayımına' dayalı. Oysa böyle bir iddiada bulunmadım. Sadece, gerçek Müslüman öğretide inancın Allah'la kul arasında olduğunu belirttim. Yazım, ne 'gerçek' ne de 'sahte' Müslümanlık üzerineydi. Tam aksine, inancını Anadolu'da bir zamanlar farklı yaşayan 'şehirli Müslümanlar'dan bahsetmiş, bu ailelerin kaybolduğunu ve Müslümanlığın giderek tektipleştirildiğini öne sürmüştüm. Tektipleştirici öğretilere karşı olduklarını savunan 'liberallerimizin' dinin algılanış ve yaşanış biçimindeki tektipleştirmeden hiç de rahatsız olmamalarının beni şaşırttığını da belirtmiştim. Çalışlar söylediklerimi ya anlamamış ya da bilerek çarpıtmış. Her halükârda bunu söylemiş olmak, iddia ettiği gibi, 'totaliterlik' falan değil. Çalışlar'a tavsiyem Bu görüşüm tabii ki eleştiriye açıktır. Ancak bu eleştiriler, beni susturmak için ismimin yanına sıfat eklenmesini içermediği sürece. Asıl bunu yapmanın 'otoriter' bir tavır olduğunu düşünüyorum. Bu arada Çalışlar'a tavsiyem, 'totaliterlik'le 'otoriterlik' arasındaki farkı öğrenmesi. Siyasetbilimi bölümlerinde bu ayrım birinci sınıftaki giriş derslerinde öğretilir. -Radikal-
https://yesilgazete.org/oral-calislara-cevap-binnaz-toprak/
1,830
3,577
Los Angeles Dolby Tiyatrosu'nda Seth MacFarlane'in esprili sunumuyla renklendirdiği gecede en iyi film Oscar'ını Ben Affleck'in ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı'nın (CIA) İran 'daki 6 Amerikan vatandaşını kurtarmak için düzenlediği operasyonu anlatan filmi “Argo” elde etti. En iyi kadın oyuncu ödülünü “Silver Linings Playbook” filmindeki performansıyla Jennifer Lawrence alırken en iyi erkek oyuncu Oscar'ına “Lincoln” filmiyle Daniel Day-Lewis uzandı. Gecede en iyi yönetmen ödülünü “Life of Pi” filmiyle Ang Lee, en iyi uyarlama senaryo ödülünü “Argo”yla Chris Terrio, en iyi özgün senaryo Oscar'ını ise “Django Unchained” ile Quentin Tarantino elde etti. “Les Miserables”daki performansıyla en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını Anne Hathaway, en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü ise “Django Unchained” ile Christoph Waltz kazandı. ÖDÜLLER En İyi Film: “Argo” En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence, “Silver Linings Playbook” En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis, “Lincoln” En İyi Yönetmen: Ang Lee, “Life of Pi” En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway, “Les Miserables” En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz, “Django Unchained” En İyi Uyarlama Senaryo: “Argo”, Chris Terrio En İyi Özgün Senaryo: “Django Unchained”, Quentin Tarantino En İyi Görsel Yönetmen: Claudio Miranda “Life of Pi” En İyi Belgesel: “Searching For Sugar Man”, Malik Bendjelloul ve Simon Chinn En İyi Kurgu: “Argo”, William Goldenberg Yabancı Dilde En İyi Film: “Amour” ( Avusturya ) En İyi Animasyon: “Brave”, Mark Andrews ve Brenda Chapman En İyi Orjinal Müzik: “Life of Pi”, Mychael Danna En İyi Orijinal Şarkı: “Skyfall”, Adele Adkins ve Paul Epworth En İyi Yapım Tasarımı: “Lincoln” En İyi Kısa Animasyon: “Paperman”, John Kahrs En İyi Kısa Film: “Curfew”, Shawn Christensen En İyi Kısa Metrajlı Belgesel: “Inocente”, Sean Fine ve Andrea Nix Fine En İyi Ses Kurgusu: “Skyfall”, Per Hallberg, Karen Baker Landers ve “Zero Dark Thirty”, Paul N.J. Ottosson En İyi Ses Miksajı: “Les Miserables”, Andy Nelson, Mark Paterson ve Simon Hayes En İyi Kostüm Tasarımı: “Anna Karenina”, Jacqueline Durran En İyi Makyaj ve Saç: Lisa Westcott ve Julie Dartnell, “Les Miserables” En İyi Görsel Efekt: “Life of Pi”, Bill Westenhofer, Guillaume Rocheron, Erik-Jan De Boer ve Donald R. Elliott. (MBC)
https://yesilgazete.org/oscarlar-sahiplerinde/
1,004
2,278
Dokuz aydır tutuklu olan iş insanı Osman Kavala'nın eşi Prof. Dr. Ayşe Buğra, iddianamenin halen çıkmamış olmasını “kabul edilemez” sözleri ile dile getirdi. Sivil toplum alanında çalışmalarıyla tanınan iş insanı Osman Kavala, 1 Kasım 2017 tarihinden bu yana tutuklu. “17-25 Aralık kumpas” ile 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin soruşturma kapsamında gözaltına alındıktan sonra “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” ve “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” iddialarıyla tutuklu bulunuyor. 'Gezi organizatörü iddiası gayriciddi' DW Türkçe'den Burcu Karakaş ile görüşen Prof. Dr. Ayşe Buğra, Osman Kavala'nın “Gezi Olaylarının yöneticisi ve organizatörü olduğu” iddiasına ilişkin ise “Bir gün bir internet gazetesinde hedef gösterme, karalama süreci başlıyor. Ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Arkasından tutuklama gelebiliyor. Bu durum, tedirgin olunmayacak gibi değil. Ancak medyada çıkan suçlamalar o kadar acayip ki, ciddiye de alamıyorsunuz. “Beni yarın gözaltına alırlar” demeniz için işin biraz ciddiyeti olması lazım ama o yok. Bu bir yandan çok korkutucu, bir yandan da çok gayriciddi bir durum. Gezi'nin organizatörü olmak fantastik bir şey. Öyle bir hareketin bir organizatörü ve finansörü olduğu gibi bir fikir, hakikaten fantastik. Osman Kavala'nın bir darbe girişimine katılmış olması daha da fantastik ve absürt. Hayatı boyunca, kendini bildi bileli, darbelere karşı çıkmış bir insan. İnsan hakları, demokrasi, hukuk devleti, bütün bunlar için çalışmış bir insan, birdenbire böyle şeylerle suçlanınca, kendisini tanıyanların bunu ciddiye alması çok zor.” dedi. 'Gözaltı sürecinde ilk 15 gün hiç görüşemedik' Ayşe Buğra, Osman Kavala'nın gözaltına alındığı günü ise şu sözlerle aktardı, “Osman o gün bir Avrupa Birliği projesi kapsamında belediye ile birtakım görüşmeler için Gaziantep'e gitmişti. Dönüşünde uçaktan indirilerek gözaltına alındı. Ben kendisinin arayıp istanbul'a geldiğini haber vermesini beklerken, gece gözaltına alındığı haberi geldi. Bir süre nerede olduğunu bilmediğimiz için aradık. Ben 15 gün hiç göremedim. Gözaltı koşulları tabii tatsız koşullardı. Bir hafta sonra bir hafta daha uzatıldı gözaltı süresi. Polis sorgusunun ardından mahkeme kararıyla tutuklandı.” 'Tutukluluğa karşı pek çok siyasetçi, yazar ve sanatçı ses çıkardı' Prof. Dr. Buğra, Kavala'nın tutukluluk halinin yurtdışı tepkileri üzerine ise, “Çok geniş bir kesimden ses geldi. Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini desteklemiş, o sürece katkı sağlamaya çalışmış pek çok siyasetçi, yazar ve sanatçı ses çıkardı. Bunların içinde Türkiye dostu çok önemli insanlar var. Aynı zamanda Osman'ın birlikte çalıştığı kültür kuruluşlarından ses geldi. Konserler organize edildi, geceler düzenlendi. Bunlar Osman'ın moraline de eminim çok iyi geldi. Psikolojisinin bozulmamış olmasında, bu kadar sağlam durabilmesinde, bu geniş desteğin de bir miktar rolü olmuştur diye düşünüyorum. Onun ne kadar sevildiğini ve sayıldığını görmek bana da güç verdi doğrusu.” şeklinde konuştu. Röportajın tamamını DW Türkçe'den okuyabilirsiniz. (DW Türkçe)
https://yesilgazete.org/osman-kavalanin-esi-ayse-bugra-onun-ne-kadar-sevildigini-gormek-bana-da-guc-verdi/
1,544
3,057
Otun festivali mi olur? Kime desem aynı şeyi söylüyor. Tabii bunu soranlar Egeli olmayanlar. Bir Egeli içinse “ot ayları” başlı başına bir festival zaten. (bkz: Mezarıma şevketibostan ekin) (bkz: Gül yerine bir demet radika ile gel sevgilim) Hafta sonu Alaçatı'daydım. 3. Alaçatı Ot Festivali için.. Duydum ve apar topar gittim.. Pazar günü “şaşkın yolcu maceralarımı” okudunuz zaten. Açıkçası, çok ama çok güzel bir hafta sonuydu. TRT belgesel hazırlayacakmış, o yüzden cumartesiden başladı faaliyet. Ben, cumartesi akşamüstü, Hacı Memiş Camii'nin bahçesindeki klasik müzik konserine yetiştim. Güneş tatlı tatlı batıyordu, karnım çok fena acıkmıştı. Hemen az ileride, memleketin en güzel, en heyecanlı yemeklerini yapan “Asma Yaprağı”na oturdum. Bir yandan balkabağından yapılabilecek en güzel zeytinyağlı yemeği yerken, bir yandan Pachelbel'in Canon in D'sini dinledim. Bir yandan kırmızı mercimek fava kaşıklarken, bir yandan Vivaldi'nin İlkbahar'ına ritim tuttum. Bir yandan frig pilavı yerken (ve her bir taneyi ağzımda çıt çıt ederken), bir yandan Boccherini'nin Minuet'ini yönettim… Sallamasyon tabii! Sadece bunun için bile o bol rötarlı yolculuğu yapmaya değerdi. Dokuz Eylül Üniversitesi Oda Orkestrası içimizi açtı, mutluluk verdi. Güzellik ertesi gün devam etti. Caminin etrafındaki meydanda tezgâhlar kurulmuş, bin bir çeşit ot satılıyordu. Şevketibostanlar, radikalar, ebegümeciler, yabani kuşkonmazlar, rezeneler, kekikler… Sadece ot da değil! Ot kavurmalar, otlu börekler, otlu mısır ekmekleri, otlu levrek, hatta hatta şevketibostan tohumu bile! Ek, evinde yetiştir.. Az kaldı alacaktım! Hatırlatırım: benim bir bahçem yok! Ama asıl olay yarışmaydı. En güzel otlu yemek yarışması.. Sunuculuğunu TV8'den Erkan Tan'ın yaptığı yarışmanın jüri üyeleri Ayhan Sicimoğlu'ndan başlıyor, ot yemeklerinin bir başka uzmanı olan, Zeytinbağ Oteli'nin sahibi Erhan Şeker'e kadar gidiyordu. İşin güzeli, katılımcılar arasında Alaçatılı Hatice teyzeler de vardı, Sakız Adalı Dimitris'ler de Alaçatı'ya yerleşmiş, Amerikalı Mendy'ler de.. Üçüncü gelen Mendy Kirk'ün rezene, pırasa, kekik ve haşhaşlı tartını merak etmedim değil. Düzenleyen ve katkıda bulunan herkesin eline sağlık. Ve şaşırarak gördüm ki insanların böyle şeylere ilgisi çok büyük. Alaçatı sokakları, sezon dışı olmamıza rağmen acayip kalabalıktı. Demek akıllı işlerle sezon uzatılabiliyor. Bu hafta sonu da (15 Nisan 2012) “Uçurtma Festivali” var yine Alaçatı'da. *** Kuzugöbeğine buyrun! 13-14-15 Nisan'da ise Fethiye'nin Yeşilüzümlü beldesinde buna benzer bir festival var. Kuzugöbeği Festivali. Kuzugöbeği bir çeşit mantar. Latincesi Morel. Yediğim en şahane mantarlardan. Yeşilüzümlü Dikencik Evleri'nden Ayşe Hanım da olağanüstü güzel pişiriyor. Ben iki sene önce 2'sine gitmiştim. Nefis geçiyor. Hep beraber mantar toplamaya çıkılıyor, kazanlarda mantar çorbası pişiriliyor, tepedeki antik kent Kadyanda'ya yürünüyor, 2000 yıllık tiyatroda güzel bir klasik müzik dinletisi oluyor. www.kuzugobegifest.com Mutlu Tömbekici – Vatan
https://yesilgazete.org/otun-da-festivalini-yaptilar-mutlu-tombekici/
1,472
3,000
Oy ve Ötesi 16 Nisan 2017 referandumu sonuç tutanakları değerlendirmesini gönüllülerine attığı e-mail ile paylaştı. Oy ve Ötesi yola çıkış noktası ve tek dayanakları olarak gördükleri 298 sayılı Seçim Kanunu ve Yüksek Seçim Kurulu genelge ve kararlarının, referandumun şeffaflığının ve hukuka uygunluğun 16 Nisan akşamı YSK'nın aldığı mühürsüz pusulaların geçerli sayılması yönündeki kararı ile, kararın referandum sonuçlarına etkisinden bağımsız olarak, geri dönüşü olmayacak şekilde zedelendiğini belirtti. Oy ve Ötesi 2017 referandumunda tutanak verilerinin toplanmasını kolaylaştıran T3 Tutanak Gönder mobil uygulamasını geliştirdi. 90.000 T3 gönüllüsü 3 milyon üzerinde veri girişi yaptı. Bu şekilde 432.000 taranmış tutanağın karşılaştırılması mümkün oldu. Oy ve Ötesi'ne gelen tutanaklar ve gönüllülerin yaptığı veri doğrulama çalışmalarının çıktıları şu şekilde: - Tutanak Teyit: Toplam 166.679 tutanaktan 158.181 tekil tutanak T3 içinde teyit edildi. Tutanakların %94.9'unun sağlamasını yapıldığı T3'te, Bayburt, Erzurum, Ağrı ve Gümüşhane'de %40'ın altında sağlama yapılabildi. Teyit ve analiz işlemleri sonunda 290 sandıkta kullanılan toplam 99.680 oyun dağılımları arasında uyuşmazlıklar tespit edilmiştir. Bu oy sayısının Türkiye genelindeki toplam geçerli oy sayısına oranlandığında etkisinin %0,22 olduğu belirlenmiştir; resmi Sandık Sonuç Tutanağı ve Sayım Döküm Cetvellerine göre oy sayısı değişiminin de 5 bin civarında olduğu göz önüne alınınca buradaki doğrudan etkinin %0,01 seviyelerinde olduğu öngörülmektedir. Önemle vurgulamak isteriz ki, yaptığımız çalışma sandık başında tespit edilen sonuçların YSK'nın açıkladığı sonuçlarla tutarlılığı üzerinedir; oylama ve sandık başında oy sayımı sırasında oluşabilecek sorunları kapsamamaktadır. Bu verilerin hepsini detaylı olarak, tutanaklarıyla beraber siyasi partilerin tamamıyla, itiraz süresi içinde paylaştık. Tespit edilen bu farklılıkları önümüzdeki günlerde paylaşacağımız detaylı analizler vasıtası ile sandık ve oy bazında inceleyebilir, 90.000 T3 gönüllümüz aracılığıyla karşılaştırılan tutanakları görüntüleyebilirsiniz. - Resmi verilere göre; 100% Tek taraflı oy kullanılmış sandıklar: Tercihin bir tarafa %100 oy oranı çıkan sandıkların sonuçları şu şekildedir. Evet tercihi: Sandık sayısı: 960, Toplam oy sayısı: 89.158 Hayır tercihi: Sandık sayısı: 173, Toplam oy sayısı: 6.739 - Resmi verilere göre; Seçmen sayısından daha fazla oy kullanılan sandıklar: YSK 16 Nisan halk oylamasında bir yenilik getirerek seçmen listelerine görevlileri de ekledi. Buna göre özel durumlar dışında sadece seçmen listesinde olan seçmenler sandıkta oy kullanabilecekti. Diğer yandan analizimiz sonucunda 2.397 sandıkta seçmen sayısından fazla oy kullanıldığını görüyoruz. Bu aşamada, sayısal analizin yorumlanarak kamuoyundaki tartışmalara ışık tutması, ancak bu verilerin alındığı sandıkların detaylı ve münferit incelenmesi ile mümkündür. Siyasi Partilerle söz konusu tüm veriyi itiraz süresi dahilinde paylaşmış bulunuyoruz. Elimizdeki imkanlar dahilinde bu konuda gelen ek taleplere de katkı sağlamaya hazırız. - Karşılaştırma verisini herhangi bir kaynaktan alamadığımız sandık sayısı: 20.202 sandığı ve bu sandıklarda kullanılan 3.746.637 oyu bizimle veri paylaşmaya gönüllü siyasi parti sandık kurulu üyesi, müşahit ya da T3 gönüllüsü olmayışı nedeniyle ikinci bir kaynaktan teyit etmemiz mümkün olamadı. Resmi sonuçları, sadece resmi Sandık Sonuç Tutanağı ve Sayım Döküm Cetveli ile karşılaştırabildik. Çağrı Merkezimizin Bulguları Seçim günü, 07:00'den itibaren Türkiye Barolar Birliği ve Oy ve Ötesi gönüllü avukatlarının çalışmaya başladığı çağrı merkezimize ve sosyal medya üzerinden gelen 2000'e yakın çağrıya hukuki destek verdik. Çağrı merkezimize ulaşan 298 Sayılı Kanun ve 135 Sayılı Genelge kapsamındaki itiraz konuları içerisinde yoğun olarak olarak öne çıkan maddeler şunlar oldu: - Sandık kurullarının seçim pusulalarını mühürlememesi veya yanlış (ön kısmını) mühürlemesi - Referandumda kullanılan mühürlerde, “tercih” yerine “evet” yazması - Kimlik kontrolü yapılmadan oy verme işlemine başlanması nedeniyle seçmenlerin yanlış sandıkta oy kullanması - Vatandaşların oy kullandıkları sandıklarda sayımı izlemeye alınmaması (Açık sayım ilkesinin ihlali)
https://yesilgazete.org/oy-ve-otesi-referandum-sonuclarini-degerlendirdi/
2,115
4,238
Özgür Suriye Ordusu'nun Türkiye sınırları içerisindeki ileri karakolu haber oldu. Askeri kampı görüntüleyen Times muhabiri Martin Fletcher, Asi Nehri'nin Türkiye tarafında olduğunu belirttiği kampa dair izlenimlerini aktardı. Reuters ajansının 'Türkiye sınırında' diye verdiği, Times gazetesinin ise 'Asi Nehri'nin Türkiye tarafında' diye tanımladığı Özgür Suriye Ordusu'na ait 'ileri karakol' çadırları ilk kez görüntülendi. Vatan gazetesi konuyla ilgili bir haber yaptı ve muhabirlerle görüştü. Times yazarı çadırların Türk tarafında olduğunu doğruladı ve ekledi: Yazdıklarımın arkasındayım ama bu tartışmanın bir parçası olmak istemiyorum. Silahlı muhalif askerlerin komutanı olan ve aynı zamanda Özgür Suriye Ordusu'nun sözcülüğünü de yapan Yarbay Halid Hamud'un da silahıyla birlikte Kızılay çadırı içerisinde poz verdiği fotoğraflarda muhalif askerler arasında kadın Suriyeliler'in de olduğu görüldü. İngiliz The Times gazetesinin Yazı İşleri Müdürlüğü'nü yapan eski Washington Büro şefi ve Dış Haberler Müdürü Martin Fletcher tarafından yazılan haber ise tartışma yaratacak cinstendi. Fletcher, Asi nehrinin en daraldığı bölgede yer aldığını iddia ettiği çadırların Türkiye tarafında bulunduğunu ve 4 çadırın terk edilmiş bir çiftlik evinin hemen yanında kurulduğunu iddia etti. Hatta bu üssün, hem kaçakçılık yapmak için hem de insan kaçırmak için kullanıldığını, Suriye tarafına geçip çay ve sigara alan muhalif askerlerin bunları Hatay'da 3 katı fiyatına satarak Esad rejimine karşı operasyonlarını da bu şekilde finanse ettiklerini anlattı. Vatan haber üzerine Times gazetesinden defalarca yılın gazetecisi ödülüne aday gösterilen Fletcher'a ulaştı. İngiliz gazeteci, “Orada yazdıklarımın arkasındayım. Ancak beni bağışlayIn ama bu tartışmanın bir parçası olmak istemiyorum. Ama yanımda bir Reuters muhabiri yoktu” ifadesini kullandı. “Tüfeğimi aldım nehri geçtim” Cumartesi günü çadırları ziyaret ettiğini belirten İngiliz gazeteci birkaç düzine üniformalı askerle karşılaştığını belirtti. Bu askerlerin ateşkesi bir maskaralık olarak yorumladığını kaydederek muhalif grubun lideri olan 29 yaşındaki Muhammed el-haj Hasan adlı askerin, “Ateşkes kararını duyduğum zaman o kadar sinirlendim ki Kalaşnikofumu alıp nehri geçerek Suriye kontrol noktasını taradım” sözlerine yer verdi. Hasan'ın daha önce Suriye ordusunda yüzbaşı rütbesinde görev yaptığının da altını çizdi. Haziran ayında muhalif saflara katıldığını söyleyen Yüzbaşı Hasan, “Sivilleri öldürmeyi reddettiği için infaz edilen bir subayı gördüm” dedi. Kendi kızının ve oğlunun ise kendisinin hainlikle suçlanması nedeniyle cezalandırılmaktan korktukları için Halep'de gizlendiklerini söyledi. Habere göre Hasan ve arkadaşları gübre kullanarak mayın ve bomba imal ediyor. Kaleş tüfekleri var ancak şarjör sıkıntısı çekiyorlar. Yenilerini elde edebilmenin tek yolu kontrol noktalarına saldırmak ya da Suriye ordusundan bazı askerlerin tanesi 5 dolardan sattığı mermileri almaktan geçiyor. Tüfekler ise bu askerler tarafından 3 bin dolardan satılıyor. (sol.org.tr)
https://yesilgazete.org/ozgur-suriye-ordusunun-hataydaki-ileri-karakolu-goruntulendi/
1,484
3,032
Özgür Ülke gazetesinin bombalanmasının failleri hala “meçhul”. Gazetenin ulaştırma görevlisi Ersin Yıldız'ın öldüğü, onlarca çalışanının da yaralandığı saldırının aydınlatılması isteyen aydınlar, gazete önüne karanfil bırakıp Meclis'e seslendi: “Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurun.” Özgür Ülke gazetesinin 1994'de 2 Aralık'ı 3 Aralık'a bağlayan gece uğradığı bombalı saldırının yıldönümünde Kadırga'daki eski gazete binası önüne gelen gazeteci, siyasi parti lideri ve insan hakları savunucuları, bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Günlük gazetesi çalışanları adına yazar Filiz Koçali, saldırıyla ilgili burada yaptığı açıklamasına, “Onların mücadeleleri yolumuzu aydınlatıyor” sözleriyle başladı. Koçali, “Dönemin Başbakanı Tansu Çiller'in kendi imzasıyla Adalet, İçişleri, Dışişleri bakanlıklarına; Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine gönderdiği ve Özgür Ülke gazetesinin adını zikrederek, 'bu gazeteyi susturmaya hukuk yetmiyor, gereğini yapın' talimatının yer aldığı belge ortada” dedi. “Ama bombalama kayıtlara faili meçhul olarak geçiyor. Yitirdiğimiz basın şehitlerinin de failleri meçhul. Kayıtlara faili meçhul olarak geçen infazlar 30'dan fazla arkadaşımızı aramızdan aldı. Olayın aydınlatılması için TBMM'ne verilen soru önergeleri reddedildi. Buradan meclise sesleniyoruz. Derhal Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurun. Türkiye'de basın özgürlüğünden söz edebilmek için bu olay aydınlatılmalıdır.” Destek Anmaya, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İl Başkanı Mustafa Avcı, İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şube Başkanı Abdülbaki Boğa, DİSK/Konut İşçileri Sendikası İstanbul Şube Başkanı Nebile Irmak, gazeteci Yüksel Genç, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay, Gazetecilere Özgürlük Platformu, KESK İstanbul Dönem Sözcüsü ve Eğitim Sen 8 No'lu Şube Başkanı Hatun İldemir ve Günlük gazetesi çalışanları katıldı. Saldırıda, gazetenin ulaştırma görevlisi Ersin Yıldız ölmüş, onlarca çalışanı da yaralanmıştı. Gazete saldırının ardından “Bu ateş sizi de yakar!” manşetiyle çıktı. Olaydan 15 gün sonra ortaya çıkarılan Tansu Çiller imzalı “gizli” ibareli belge, saldırı kararının gazetenin bombalanmasından üç gün önce yapılan MGK toplantısında alındığını ortaya koydu. Gazetenin yayınladığı belgede Özgür Ülke gazetesinin ismi verilerek, 'Bölücü ve yıkıcı faaliyetlere destek verecek şekilde yayın yapan yayın organlarının faaliyetleri son günlerde devletin bekası ve manevi değerlerine açıkça saldırı şeklini almıştır. Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik bu önemli tehdidin bertaraf edilmesi maksadıyla Adalet Bakanlığı'nca bu kadar suç duyurusu olmasına rağmen hukuken etkili bir şey yapılamamasının nedenlerinin belirlenerek, giderici önlemlerin alınması gerekmektedir' deniliyordu. Dönemin Hükmet Sözcüsü Yıldırım Aktuna ise “bertaraf edin” emrini doğal bir emir olarak karşılarken, bombalama olayı için, “Türkiye'yi zor durumda bırakmak için kendi kendilerini bombaladıklarını düşünüyoruz” yorumunda bulunmuştu. (Bianet)
https://yesilgazete.org/ozgur-ulke-hala-mechul/
1,577
2,986
Geçen yıl 6 Temmuz'da İstanbul Valisi'nin Gezi Parkı'nın halka açıldığını duyurması üzerine Park'a gidenlere polisin sert müdahalesinin ardından ara sokakta yurttaşlara elinde pala ile saldıran saldırgan Sabri Çelebi'nin yargılandığı 2. davanın ilk duruşması bugün saat 10:05 te İstanbul 27. Sulh Ceza Mahkemesinde görülecek. Saldırganın saldırısına maruz kalan kadının müşteki olduğu davada, ilk duruşma bugün gerçekleşecek. Saldırganın kimliğinin de açıkça belli olduğu saldırıya ilişkin görüntüler televizyonlarda ve internet ortamında hızlıca yayınlanmıştı. Mağdur kadının ailesinin dahi görüntülerin ana haber bültenlerinde yayınlanması ile öğrendiği saldırı sonucu saldırgan hakkında şikayetçi olunmuştu. Görüntülerden de görüldüğü üzere saldırganın hem pala ile hem de tekme ile vurduğu ve aynı zamanda hakaret ve tehditler savurduğu olay ile ilgili olarak Cumhuriyet savacısı iddianamesini sadece basit yaralama suçundan dolayı hazırladı. Bugünkü duruşmaya mağdurun yanı sıra tutuksuz yargılanan saldırganın da katılması bekleniyor. (Sol)
https://yesilgazete.org/palali-davasinda-ilk-durusma-bugun/
527
1,046
Uzunca bir zaman süren ve partileşmeyi hedefleyen ”koordinasyon” yıllarından sonra Türkiye Yeşilleri partileşmeye karar verdi. Sanki önceden planlanmış gibi kırk kişilik bir kurucular kurulu oluşturuldu. Ve ardından olup bitenleri hem kamuoyunda hem de partinin yayınlarında hep birlikte gördük, duyduk, okuduk… Eski güzel günlerdeki gibi ” hava bedava su bedava ” değildi, para lazımdı. Paranın aramızda hiyerarşi yaratan bir araç haline gelmesini istemiyorduk Koordinasyon günlerinde de ufak tefek ortak ihtiyaçlar ve dayanışma için aidat toplanırdı. Hatta herkesin aynı aidatı vermesi gerektiğini, hiç kimsenin diğerinden fazla ödeme yapmaması gerektiğini düşünen arkadaşlarımız vardı. Paranın aramızda hiyerarşi yaratan bir araç haline gelmesini istemiyorduk. Hem ülke gündeminde hem de günlük yaşamda etkin olmak için partileşmenin vazgeçilmez önemde bir araç olduğunu hepimiz biliyorduk. Tüm güçlüklerine rağmen ve özelliklede kendi adıma Kafka'nın Dava'sını anımsatan bürokratik sıkıntılarını yaşayarak bu günlere geldik. Dediğim gibi önce para lazımdı tüm kurucular biner TL ödeyerek bir havuz oluşturduk. Kimimiz peşin ödedik, kimimiz taksitle ödedik, bir kaç arkadaşımız ödeyemedi ama sonuçta ilk günlerde bizi oldukça rahatlatan bir bütçe oluşturmuştuk.Yeşil Evler kurup kendi kendine yaşar hale getirmek istiyorduk. Onlar için de benzer şekilde dayanışma havuzları oluşturduk. Ancak bu projelerde havuza sağlanan katkılar bin TL ile üç bin TL arasında değişti ve çok daha sınırlı sayıda ( üç beş kişi) destekçi tarafından sağlandı. Eski güzel günler geride kaldı. Son tahlilde de sadece eski olduğu için güzel olan günlerdi. Değilse eski günlerde politik olarak kendimiz çalıp kendimiz oynuyorduk. Birileri bizi duysun diye çırpınıyorduk. Şimdiyse demokratik sistemin vazgeçilmez temel taşlarından biri olan siyasal partilerden birinin Türkiye Yeşiller Partisinin üyeleriyiz. Ülkemizde geçerli olan ve siyasal partiler yasası tarafından çizilen yasa ve yönetmeliklere tabiyiz. Aidatlar ve yeşil ilkelere uygun bağışlar üstüne kuramadığımız bir mali yapıyla gidilecek yol ”yol” değildir. Biliyorsunuz seçime katılıp belli bir oranda oy alamayan siyasal partilere devlet yardımı yapılmıyor. Siyasal partiler yasasına göre de aidatlar, bağışlar ile flama rozet satışı vb. etkinlikler dışında gelir elde etme olanakları da yok. Yerleşik siyasal partilerin çoğu da şu ya da bu sermaye grubuna sırtına dayayıp ayakta duruyor. Yine çoğu siyasal partide ödenmesi zorunlu olan aidatlar ”delege ağaları” tarafından ödenip oylar satın alınıyor. Yerleşik siyasal partilerin çoğunda parti içi demokrasinin olmayışının en temel nedenlerinden biri de bu partilerin mali yapılarının su ya da bu sermaye grubuna bağımlı olusuyla, ”delege ağalığı” düzenidir. Oranın dünya olmadığı kesin ama dilerim hepimiz, ”para pul işleri mi? onlar önemsiz ayrıntılar! ” diyen sevgili dostların yaşadığı gezegende yaşarız. Demokrasiden, antikapitalizmden söz edip, kalem oynatan, emme ve lakin ceplerinde akrep olan yeşiller partisi üyeleri aidatlar ve yeşil ilkelere uygun bağışlar üstüne kuramadığımız bir mali yapıyla gidilecek yol ”yol” değildir. Muhalif olduğumuz yerleşik düzen bizi ve ilkelerimizi hiç desteklemiyor. Mevcut haliyle Yeşiller Partisinin mali yapısının şeffaflıkla ilgili bir sorunu olduğunu düşünmüyorum. Henüz o kadar büyümedik, biliyorsunuz her parti örgütünün bir gelir gider defteri ve resmi makbuzları var. Her dileyen üye kendi örgütünü denetleyebilir. Ayrıca partiden tamamen bağımsız bir mali müşavirimiz var. Özellikle teknik ve usul açısından bizi denetleyip danışmanlık hizmeti veriyor. Her siyasal parti gibi bizim partimiz de mali açıdan Anayasa mahkemesi tarafından her yıl denetleniyor. Ama sanıyorum sorunu sosyolojik zeminlerde aramak lazım. Muhalif olduğumuz yerleşik düzen bizi ve ilkelerimizi hiç desteklemiyor. Yani mevcut düzen bizi ”satın almaya değer bir ihtiyaç” olarak tanımlasaydı, başka bir deyişle televizyonda reklamımız olsaydı, belki aidat ödemek için insanlar kapımızda kuyruk olurlardı. Görünen o ki ”farkında” olan bir azınlıkla yolumuza devam etmek durumundayız. Shakspeare'den bu yana iyiliğin ve kötülüğün bir arada olduğunu biliyoruz. O yüzden daha çok dayanışmak ve her şeye rağmen birbirimize daha çok güvenmek zorundayız. Bu kadarını da beceremeyeceksek daha fazla uzatmadan topluca intihar edelim ”Zaten insan niye yaşar ki…”
https://yesilgazete.org/para-pul-isleri/
2,117
4,370
Haki ENGİN Doğa Sporcusu,Gezgin 23.12-2004-04.01-2005 Dünyanın yedi zirvesinden Afrika'daki Kilimanjaro (5892m.)Dağı zirvesini 2001'de gerçekleştirmiş ve “Neden olmasın!”, diyerek gözlerimi Güney Amerika'daki 6962 metrelik Aconcagua Dağı'na dikmiştim.2002 ve 2003 yıllarında Şili'ye, Brezilya, Arjantin ve Peru'ya yaptığım seyahatler sırasında uğramıştım. Güney Amerika'dan Antarktika 'ya uzanan çok uzak bir coğrafyada, And Dağları ile Pasifik sahilleri arasındaki servi boylu ülke, bana yakın hissettirmişti kendini. Aconcagua Ekspedisyonu (Arjantin, Mendoza) öncesi Şili'nin Pasifik kıyısını, imkanım olursa özellikle Patagonya bölgesini görmek çok büyük moral verecekti bana. “Ülkenin Sloganı: Mantıkla ya da güçle (Motta: Por la razón o la fuerza)” Ülkeyi fetih için mantık veya güç gerekiyormuş. Gücüm var ama güç kullanmaya gerek yok. En doğrusu mantıklı bir planla fetih için kolları sıvamalı;23 Aralık'ta başkent Santiago'ya Frankfurt üzerinden yirmi buçuk saatlik uçuş sonrası varıyorum. Dünyanın bir ucuna gitmek elbette kolay değil. Şili çok enteresan bir coğrafya. Kuzeyden güneye yerleşim yerleri ve doğanın cömert güzelliği; dağlar,okyanus ve bereketli bakir topraklar. Şehre yakın ilk gözüme çarpan üzüm bağları. Pasifik Kıyıları bizim Karadeniz sahillerinin elli-altmış sene önceki halini anımsatıyor; el değmemiş, bozulmamış,turist de yok fazla. Santiago de Chile, And Dağlarının etekleri ile Şili sahili arasındaki vadinin ortasında. Şehrin bugünkü şeklini alması Paleozoic(birincil dönem)dönemde başlamış. Bugünkü şehrin bulunduğu yer yüz milyonlarca yıl önce okyanuslar altındaymış ve tek kara parçası Cordillera Sahili imiş. Buzul çağından sonra güçlü volkanik patlamalar, buzulların erimesine ve vadide derin çöküntülere sebep olmuş. Bu şiddetli volkanik patlamalar 5000 yıl öncesine kadar devam etmiş. Bölgede birçok sönmüş volkanik dağ var. And Dağları'nın Şili coğrafyasındaki en yükseği Santiago'da; Tupungato Volkanik Dağı( 6570metre). Ben önümüzdeki günlerde And Dağları' nın en yükseği olan ve Arjantin sınırlarında bulunan 6962metrelik Aconcagua'ya zirve çıkışı yapacağım. Bizde kış mevsimi, onlarda yaz. Kurak ve sıcak bir hava hâkim Aralık ayının sonunda. Şehri, geniş caddelerini turluyorum. Metroya biniyorum. Santiago, modern dev binaları, alışveriş merkezleri, çok hızlı büyüyen mimarisi, modern yer altı metrosu ile dev bir metropol. Geniş otobanları ile şehrin batısından doğusuna 25 dakikada gidilebiliyor. Metropoller çok fazla ilgimi çekmiyor, ama iki üç gün Santiago'dayım. Patagonya'ya nasıl gidebileceğimi araştırırım. Uygun bir şey bulamazsam Galapagos Adası'na gitmeyi deneyeceğim. 1973-1990 arası yakın geçmişte insan haklarını ihlal eden, katliamlara imza atan, ABD yanlısı,demokrasiyi alaşağı eden Pinochet cuntası sonrası her şey düzelmemiş. Askeri dönemde vahşete sebep olanların büyük bir bölümü halkın içinde, ya da yurtdışında kayıplara karışmış. Sosyal eşitsizlik çok, gelir dağılımında da dengesizlik büyük. Halk sinmiş. Sosyalist halk ruhu silinmiş gibi. Hemen her alan özelleştirilerek tekelleştirilmiş. Yılbaşı kutlamaları da bendenizin bulunduğu tarihe denk düştü. Meydandaki kutlamalara karışıyorum. Rengârenk giyinmiş neşeyle şarkılar söyleyen insanlar samba, rumba, çaça; çılgın Latin dansları ile karşılıyor yeni yılı. Beni batılı sanıp büyük bir ilgi ve sempati gösteriyorlar, zorla şarap ikram edip beni Latin danslarına katılmaya zorluyorlar. Meydanda havai fişekler patlatılıyor, balonlar, süsler uçuşuyor. Onların neşesi bana da bulaşıyor, ama dedim ya, metropoller beni sıkar diye. Patagonya'ya geçebilirsem, hayatımın mihenk taşlarından birini daha gerçekleştirmiş olacağım. UNESCO Dünya Miraslarından Galapagos Adası; Adı yabancı gelmedi değil mi! Ada, Darwin'in “evrim teorisi çalışmalarına zemin olan doğal seleksiyon deneylerini “gerçekleştirdiği şu meşhur ada. Darwin'in deneylerine konu olan, binlerce endemik çeşidi barındıran Galapagos Adası'nı görmek müthiş olur. Buradan Quito ( Ekvator ) Baltra' ya yarım gün uçarak ulaşabilirim, ama Patagonya'yı görmeyi her şeyden çok istiyorum. Şükürler olsun! Punta Arenas'a Lan Havayolları ile iç hatlardan iki gün sonrasına uçak bulabildim. Santiago'dan Punta Arenas'a aktarmalı uçuş sürem dört buçuk saat. Punta Arenas; dünyanın en güneyindeki “en kalabalık yerleşim yeri”. Macellan Boğazı'nın kıyısındayım şimdi! Antarktika kıyısından sadece “1400km.” mesafede. Hava çok sert, rüzgâr nefes donduruyor. Otobüse atlıyorum şehir merkezine gitmek için. Tüh! Yağmura yakalandım. Ateşim yüksek, boğazım ağrıyor, bronşlarım tıkandı gibi. Hayallerimin coğrafyasında engel mengel tanımam, hastalık vız gelir! Yerleşim oldukça sınırlı bir alanda toplanmış; yarımadanın sadece kuzeydoğu sahilinde. Yol boyu uçsuz bucaksız bakir toprakları seyretmekten büyük keyif alıyorum. Bakir topraklar tarıma açılmamış, yağmalanmamış.”Aman bozulmasın!”, temennisi içindeyim. Hareket eden canlı familyasından sadece dört bacaklılar var; yemyeşil toprakların tadını çıkaran sağlı sollu koyun sürüleri. Yollar son derece bakımlı ve geniş. Yol kenarındaki evler ise genelde bakımsız, yıkık dökük. Bölgede petrol ve kömürün yanında, tarım, koyun yetiştiriciliği, balıkçılık ve en hoşuma gideni, ormancılık büyük önem taşıyormuş. Turizm çok az, gelişmemiş denebilir. Punta Arenas'ta insanlar Avrupai görünümlü.”Neden?”, diye merak edip sordum. Tahmin edeceğiniz gibi kökleri 19 yüzyıl sömürge döneminde gelen İspanyol ve Hırvat kolonilerine dayanıyormuş. İki gün buradayım. Macellan Boğazı'nın olduğu limana indim. Deniz vahşi yırtıcı bir lacivert renkte. Tekne turlarını araştırıyorum. Penguenleri doğal evlerinde Macellan Boğazı'nda görmek nasıl bir fikir? Bence de iyi bir fikir. Ertesi gün sabah sekizde limandan hareket ediyor teknemiz. Meşhur, yabani Macellan Penguen kolonilerini görmeye Otway Koyu'na gidiyoruz dört-beş kişi. Punta Arenas'tan bir buçuk saat mesafedeki “penguen cennetinde” iki kilometrelik sahil şeridinde yürümemize izin var. Böylece yirmi beş- otuz sene yaşayabilen, kanatlı kuşların sadece su altında uçabilenini yakından görme imkânım oldu. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Neredeyse her yüz metre karede en az yirmi penguen yuvası var. Yuvaları çalılarda ya da oyuklarda. Eşlerini, her sene seslerinden ayırt edip birlikteliklerini ömür boyu devam ettiren bu kuş cinsi, maalesef iklim değişikliği ve kıyılara vuran petrol atıkları sebebi ile büyük tehdit altında. Son dönemde, besin kaynakları olan balıklar da küresel ısınma ve kirlilikten nasibini almış; uzaklara göç etmiş. Ailenin reisi penguenlerimiz balık avlamak için yuvalarından yaklaşık 40 km daha fazla yüzmek zorunda kalıyorlarmış. Bu da yuvada bekleyen dişi ve çocukların açlıktan ölmesine sebep oluyor. Akşam döner dönmez Patagonya için dört günlük tur ayarladım. Eski bir minibüsle, sabah saatleri otel önünden alıyorlar beni. Bir İngiliz, bir Amerikalı çift, bir Brezilyalı, bir de bendeniz. Çok heyecanlıyım. İçim içime sığmıyor. Beş saat süren yolculuk süresince kamerayla, fotoğraf makinesiyle çekebildiğim her şeyi çekiyorum, yağmurun erittiği camların arkasından. Dünyanın en güneyinde, Patagonya'da güneş ışıkları çok farklı aydınlatıyor yeryüzünü. Çok görkemli, çok etkileyici. Bizim coğrafyada alışık olduğumuz parlak renkler yok. Güneş burada aya bırakmış aydınlatma işini gibi geldi bana. Renkler ıssız, belirgin, keskin, mat. Başka bir boyuttayım, vahşi bir yağlıboya tablonun içindeyim sanki. Bulutlar üç boyutlu, havada asılı duruyor. Okyanus; yeşil, türkuaz, mavi. Puerto Natales'e varıyoruz. Puerto Natales, Ümit Burnu'nun (Cape of Good Hope)başkenti. Patagonya'ya en yakın kasaba görünümlü küçük bir şehir. Geniş caddeler boyu kimseler görünmüyor. Katedral ve tek katlı yerel binalar ile siesta yapıyor 20.000 nüfuslu küçük şehir. Bitkiler çok farklı, devasa. Ağaç dallarından turuncu, kırmızı, beyaz renk iri çiçekler fışkırıyor. Limana iniyorum. Pasifik Okyanusu dağların içine kadar girmiş, koylar oluşturmuş. Dev dalgalar, sahil kenarındaki küçük parkta oynayan çocukların sesine karışıyor. Ümit Burnu'nda ağzım burnum tıkalı, boğazım müthiş acıyor. Gribi de alt ederim. Dünyanın kıyısına asırlar önce yapılan fetih hikayeleri ile büyüdü, beslendi kaşif ruhum. Heyt be! İşte bugün ben de buradayım. Torres del Paine Milli Parkı'na gideceğiz yarın. İki saatten az bir süre sonrası ilk durağımız Milodon Cave. Mağaraya girmeden önce çevrede yürüyoruz. Milli parktaki dağlar karla kaplı. Gökdelen ikonik dizi dizi granit kayalar, çam yeşili ılıman yağmur ormanları, bölgeye özgü çeşitli servi ağaçları. Servilerin etrafında çizgili üniformalarıyla ağaçkakanlar. Mağaranın girişi köpek balığı ağzı gibi,30 metre yüksekliğinde. Mağaraya adını veren milodon; bizim lisanda, tembel hayvan(Bradypus),tüm memeliler içinde en yavaş hareket edeni. Günde on beş-on sekiz saat uyuyan bu otçul hayvanın en az iki insan büyüklüğündeki dev ataları, bu civarda aylak aylak geziniyormuş 10.000 yıl önce. Oldukça iyi muhafaza edilmiş kalıntılarını 1895'te Alman göçmen bir çiftçi bulmuş mağara içinde. Kalıntılar Patagonya topraklarında yaşamaya devam ediyor. Milodonun kızıl-kahve tüylü dev anıt heykeli de mağaranın girişinde. Milodonun midesine doğru yürüyoruz yarım saat kadar alın fenerlerimizle. Bilim adamları 12.000 yıl öncesi prehistorik dönemde yaşamış insan iskeletlerine de rastlamışlar civarda. Bunlar ise British Museum'a göç etmiş her daim olduğu gibi. Mağara çevresi rekreasyon merkezi. Buzul çağında 10.000 yıl önce nesli tükenen dev kedi Smilodon (Kılıç dişli kaplan) kalıntıları da bu bölgede. Kutsal topraklara saygı ile eğiliyorum. Milli Park girişinde gri bir tilki. Kalıntısı değil canım canlısı. Ne sevimli şeysin sen! Etrafımızda dolaşıyor, yiyecek arıyor besbelli. Şanslıymış, bereketli topraklarda yok yok. Afiyetle götürüyor malı. Puma görmeyi çok isterdim ama yiyecek arayan bir puma yerine karşımıza bu tilkinin çıkması da, ne yalan söyleyeyim, büyük bir şans. Araca biniyoruz. Bir çift lama “Guanacos “yavrularıyla tepişiyorlar. Asil cüce at sürüleri(caballo enano) ve biraz ileride sığırlar. Doğal yaşam alanlarında ne kadar keyifliler! Rehber birkaç çeşit orkide gösteriyor bize. Dünyanın en nadir orkide çeşitleri bu parkta mevcutmuş. Gece park içinde ağaçtan barakalarda kalıyoruz. Hava çok soğudu. And geyiklerinin ”huemul” görünüp kaybolması bir oluyor. Bir akbaba süzülüyor gökte. Hayvanların sesleri rüzgâra karışıyor gece boyu. Bir sonraki sabah Torres del Paine Milli Park içinde bulutları tüttüren vahşi dağların arasındaki yakut, safir, lapiz renkli Amarga Lagünü ve Pehoe Gölü kıyısına varıyoruz. Araçtan iner inmez bir telaş, bir koşuşturma. Bizi karşılayan kılıç kalkan ekibi değil, Nandular(bizdeki deve kuşunun Güney Amerika'daki kuzenleri).Pampa steplerinden sürü halinde koşuşturuyorlar. Çok komikler. Biz aradan çekilelim. Gölde pek çok kuş çeşidi; en havalısı da bembeyaz ve pembe tüylü flamingo sürüleri. Gölde Çaykovski kuğuları. Gölün diğer yakasına, şiddetli rüzgârın beşik gibi salladığı tahta köprüden güçlükle geçerek ulaşıyorum. Buzulların arasında akıntıya inat, başına buyruk yüzen cesur bir Patagonyalı kaz. Şiddetli bir gürültü kulakları tırmalıyor. Ağzımı, kulaklarımı, boynumu iyice örterek güçlükle ilerlemeye çalışıyorum ve uzun bir mücadele sonrası And Dağlarından dökülen şelalelere ulaşıyorum. Hep duyduğum, fotoğraflarını gördüğüm sürüklenen buzulları kendi gözlerimle görmenin telaşındayım. Şelale taşları söküyor yerinden, kopup gelen camgöbeği buzullara yatak oluyor, dev buzul kütleleri lagüne dökülüyor, lagünü besliyor. Olabildiğince yakınına gidiyorum şiddetli akan şelale ve rüzgâra karşı dengemi bozmamaya çalışarak. Bu müthiş, vahşi ve yalın manzaranın her saniyesini çekiyorum kameraya. İleride üç büyük şelale daha var. Nefesim dondu. Dikkat etmem gerek. Akıntıya kapılmak an meselesi. Anıları dostlarla paylaşmak için ,”Bu kadar yeterli. “,diyerek geri dönüyorum. Patagonya'da son gecemiz…Parktaki barakalarda kalıyoruz gene. On binlerce yıllık medeniyetler, el değmemiş geniş topraklar, yeşil ormanlar, göller, nehirler binlerce çeşidi barındıran fauna ve florasıyla dünyanın kutsal güzelliği Patagonya. Yüksek ovalarına 13.000 yıl önce gelen avcılar, 1200'lerde yerleşen Mapuçe ve Araukanya yerlileri, navigasyonda uzman göçebe ruhlu yerlileri Kaweskarlar; Doğadan hiçbir talepleri olmamış. İhtiyaçları kadar olanını alıp kendi kendilerine yetmeyi bilmişler. Sömürgelere karşı cesurca çarpışmışlar. Doğayla ahenk ve barış içinde yaşamışlar. İzleyebildiğim kadarıyla bu ruh hala yaşıyor.Günümüzde büyüyen çevresel ve küresel sorunların yanında ticari çıkar gruplarına karşı örgütlü mücadele her coğrafyada yeterli düzeyde olmasa da devam ediyor. Santiago'ya dönüş yolundayım. Düşünüyorum da sanki “Zaman Makinesinde “eski dünya ile yenidünya arasında yolculuk yapmış gibiyim. Sade yalınlığın görkemli güzelliği Patagonya. Dünya döndükçe sen hep böyle kal!
https://yesilgazete.org/patagonya-sili/
6,435
12,828
IMF Pabucu Yarim Cik Disariya Oynayalim! Direnistanbul: Direnis Senligi Basliyor! IMF ve Dünya Bankası'nı Karsiliyoruz 28 Eylul Pazartesi | 19.30 Taksim Tramvay Duragi Dünya Bankası Grubu'nun ve IMF Guvernörler Kurulları'nın 6–7 Ekim tarihlerinde Harbiye Vadisi'nde yapacakları 2009 Yıllık Toplantıları icin 13.000'den fazla delege 28 Eylul itibariyle İstanbul'u isgal etmeye baslayacak. Direnistanbul 2 ay once yayinladigi bildirisinde 1-8 Ekim tarihlerini Direnis Senligi ilan etmis ve herkesi IMF ve DB'ye karsi sokaklara cagirmisti. Sonunda Direnis Senligi 28 Eylul'de basliyor! IMF ve DB delegelerini “karsi”lamak icin 19.30'da Taksim Tramvay Duragi'nda bulusuyoruz ve diyoruz ki misafir umdugunu degil buldugunu yer! Direnistanbul IMF ve Dünya Bankasi'na karsi Direnis Gunleri Koordinasyonu http://direnistanbul.wordpress.com/ http://resistanbul.wordpress.com/ [email protected] Bu çığlıklar IMF ve Dünya Bankası toplantıları özelinde kapitalizme karşı Türkiye yerelinde önemli yeni bir karşı duruşun başlangıcı olabilir eğer katılırsanız. Kapitalizme karşı onurlu bir duruş için var mısınız?
https://yesilgazete.org/perde-aciliyor-oyun-basliyor/
486
1,098
Science Daily.com'da Wilson da Silva imzası ile yayımlanan yazı İzzet Okbay tarafından Türkçe'ye çevrildi *** Onlar esnek, üretimi ucuz ve basitler. Bu yüzden perovskitler, güneş pili tasarımında en sıcak yeni materyal olarak gözüküyor. Avustralyalı mühendisler bu yeni bileşen ile dünya verimlilik rekorunu başka bir düzeye çıkardı. 2 Aralık Cuma günü Canberra'daki Asya Pasifik Solar Araştırma Konferansı'nda konuşan Avustralya Gelişmiş Fotovoltaikler Merkezi (ACAP)'nin Kıdemli Araştırma Görevlisi Anita Ho-Baillie, UNSW'deki (University of New South Wales) ekibinin perovskit güneş pilleri ile bugüne kadarki en yüksek verimlilik derecesine ulaştığını açıkladı. % 12,1 verimlilik derecesi, en yüksek enerji dönüşüm etkinliği ile sertifikalandırılmış en büyük tekli perovskit fotovoltaik hücre olan 16 cm2'lik bir perovskite güneş pili ve bağımsız olarak, Bozeman, Montana'daki Newport Corp uluslararası test merkezi tarafından doğrulandı. Yeni hücre, kayıtlı mevcut sertifikalı yüksek verimli perovskit güneş pillerinden en az 10 kat daha büyük. Ekibi ayrıca 1.2 cm2 tekli perovskite hücrede %18 verimlilik derecesine ve 16cm2 dört hücreli bir perovskite mini modül için% 11.5'e ulaştı ve her ikisi de bağımsız olarak Newport tarafından onaylandı. Ho-Baillie, “Bu, fotovoltaik tasarımı ilerletmek için birçok takımın yarıştığı çok sıcak bir araştırma alanı” dedi. “Perovskitler, %3.8 verimlilik derecesi ile 2009 yılında çıkageldiler ve o zamandan beri sıçrayış gösterdiler. Bu sonuçlar UNSW'yi dünyanın en gelişmiş yüksek performanslı perovskit güneş enerjisi üreten en iyi grupları arasına yerleştirdi. Bence bir yıl içinde %24'e varabiliriz” dedi. Perovskit, hibrit bir organik-inorganik kurşun veya kalay halojenür temelli malzeme ışık hasat eden aktif kat olarak işlev gören yapılandırılmış bir bileşiktir. Şimdiye kadarki en hızlı gelişen güneş enerjisi teknolojileri olup, caziptir çünkü bileşik üretmek için ucuzdur ve üretimi basittir ve hatta yüzeylere püskürtülebilir. Ho-Baillie, “Çözünür perovskite çözeltisinin çok yönlülüğü, püskürtme-kaplama, baskı veya güneş pilleri üzerine boya yapılmasını mümkün kılıyor” dedi. “Kimyasal bileşimlerin çeşitliliği ayrıca hücrelerin şeffaf olmasına veya farklı renklerden oluşmasına izin veriyor, binaların, cihazların ve arabaların güneş hücreleriyle her yüzeyini kapatabildiğini hayal edin.” Dünya ticari güneş pillerinin çoğu rafine edilmiş, yüksek oranda saflaştırılmış bir silikon kristalden yapılmış ve en verimli ticari silikon hücreler (PERC hücreleri olarak bilinir ve UNSW'de icat edilmiştir) gibi 800°C'nin üzerinde çoklu yüksek sıcaklıkta pişirilmesi adımları gerektirir. Öte yandan, perovskitler düşük sıcaklıklarda ve silikon hücrelere göre 200 kat daha ince yapılır. Silikon hücrelerin üretiminde harcanan enerji yukarıda bahsedilen çoklu yüksek sıcaklıkta pişirilme işlemi yüzünden yüksektir. Her ne kadar perovskitler uygun maliyetli güneş enerjisi için çok fazla umut veriyorsa da, şu an dalgalanan sıcaklık ve neme maruz kalmaktadırlar, bu da korunmadan sadece birkaç ay sürmektedir. Dünyadaki diğer her takımın yanısıra Ho-Baillie'ın takımı da dayanıklılığı uzatmaya çalışıyor. Mühendislerin katmanlı silikon ile 40 yılı aşkın bir süreden beri öğrendiklerinden dolayı, bunu genişletebileceklerinden eminiz. Bununla birlikte, afetlere müdahale, cihaz şarj etme ve dünyanın elektriksiz bölgelerinde aydınlatma gibi atılabilir düşük maliyetli, yüksek verimli güneş pilleri olarak şimdiden cazip birçok mevcut uygulama vardır. Perovskite güneş pilleri, uygulanabilir fotovoltaik teknolojiler arasında en yüksek güç / ağırlık oranına sahiptir. ACAP Direktörü ve Ho-Baillie'nin danışmanı Martin Green, “Perovskitlerin avantajlarını değerlendireceğiz ve daha büyük alanlara ölçeklendirme ve hücre dayanıklılığını iyileştirmek gibi ticarileştirme için önemli konular üzerinde çalışmaya devam edeceğiz” dedi. Projenin amacı perovskite güneş pil verimliliğini% 26'ya yükseltmek. Araştırma, Avustralya Yenilenebilir Enerji Ajansı'nın (ARENA) 'solar mükemmellik' girişimi aracılığıyla 3.6 milyon dolarlık finansmanla desteklenen bir işbirliğinin bir parçası. ARENA CEO'su Ivor Frischknecht, başarının erken dönem yenilenebilir enerji teknolojilerini desteklemenin önemini gösterdiğini söyledi: “Gelecekte, bu dünyanın önde gelen Ar-Ge'leri, çatıdaki güneş enerjisi ile hane halkı ve işyerleri için hem de ARENA'nın büyük ölçekli güneş enerjisine yaptığı yatırımla gelişmekte olan büyük solar projeleri için verimlilik kazanımları sağlayabilir.” Bir perovskit solar hücre yapmak için, mühendisler kristalleri, onu keşfeden Rus mineralojisti Lev Perovski'den alan 'perovskite' adı verilen bir yapıya dönüştürürler. Önce bir bileşim seçmesini bir sıvıda eritip 'mürekkep' haline getirirler, bunu elektrik ileten özel bir cam üzerine bırakırlar. Mürekkep kuruyunca hafif ısı uygulandığında camın üstünde kristalleşen ince bir filmin arkasında bırakılır ve ince bir perovskit kristal tabakası oluşur. Zor kısım, solar hücrenin maksimum miktarda ışığı emmesini sağlamak için ince bir perovskit kristal film geliştirmektir . Dünya çapında mühendisler fotovoltaik verimi artırmak için büyük kristal taneleri olan pürüzsüz ve düzenli perovskit tabakaları oluşturmak için çalışıyorlar. 2004'te UNSW'de doktorasını tamamlayan Ho-Baillie, günümüzde Sydney, Şanghay ve Hong Kong suyollarında işletmeci olan ticari amaçlı deniz feribotlarına güneş enerjisi hücrelerini entegre eden Avustralyalı bir şirket olan Solar Sailor'un eski bir şef mühendisi. Avustralya Gelişmiş Fotovoltaik Merkezi, ortakları Queensland Üniversitesi, Monash Üniversitesi, Avustralya Ulusal Üniversitesi, Melbourne Üniversitesi ve CSIRO Üretim Sancak Gemisi olan UNSW'de kurulu ulusal bir araştırma işbirliğidir. Bu işbirliği, ARENA ve ortakları Arizona Devlet Üniversitesi(ABD), Suntech Power(Çin) ve Trina Solar(Çin) tarafından verilen yıllık hibe ile finanse edilir . Yazının İngilizce Orjinali Türkçe'ye Çeviren: İzzet Okbay Wilson da Silva
https://yesilgazete.org/perovskit-gunes-pilleri-ile-en-yuksek-verimlilik-derecesine-ulasildi/
2,933
5,968
PKK ve PJAK davalarından tutuklu ve/veya hükümlü olanların 64 gündür sürdürdüğü açlık grevi, KCK'nin çağrısının ardından bugün sonlandırıldı. Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Konseyi Eş Başkanlığı, dün açlık grevlerinin sonlandırılmasına dair yazılı açıklama yapmıştı. KCK'nin çağrısı üzerine bitirildi Mahpuslar adına açıklama yapan Deniz Kaya, “Tüm zindan alanlarında süresiz dönüşümsüz açlık grevimizi KCK eşbaşkanlığımızın çağrısı üzerine sonlandırıyoruz” dedi. Deniz Kaya imzasıyla yayınlanan açıklama özetle şöyle: “64. gününde olan Şakran başta olmak üzere Sincan, Bolu, Trabzon, Tarsus ve diğer tüm zindan alanlarında süresiz dönüşümsüz açlık grevimizi KCK Eşbaşkanlığımızın çağrısı üzerine sonlandırıyoruz. Direnişimize ses olan tüm halkımızı, demokrasi çevrelerini ve sorumluluk duyan herkesi selamlıyoruz. “AKP-MHP kirli ittifakı biliyoruz ki, Önderliğimiz üzerindeki tecrit, halkımıza yönelik gerçekleştirilen siyasi soykırım operasyonları ve tüm zindanlarda yaşanan hak ihlalleri devam ederse daha büyük eylemlerle direnişe geçeceğimizi bir kez daha buradan belirtiyoruz.” Açlık grevindekilerin talepleri neydi? PKK ve PJAK davalarından tutuklu veya hükümlü olan 17 cezaevindeki 148 mahpusun devam ettirdikleri açlık grevinin talepleri şöyleydi: “PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki ağır tecrit koşullarının kaldırılması.” “Kürt illerinde gerçekleşen yıkım ve yasaklara son verilmesi.” “Cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine son verilmesi.” (Dihaber, Bianet)
https://yesilgazete.org/pkk-ve-pjak-davalarindan-tutuklu-ve-hukumlulerin-aclik-grevi-sonlandirildi/
794
1,484
Batman'daki operasyonda öldürülen PKK'lı Murat Şakar'ın Mersin'deki cenaze töreninde yasa dışı slogan atılması ve örgüt flaması açılmasıyla ilgili BDP Mersin İl Başkanı Musa Kulu ile merkez Akdeniz İlçe Belediye Başkanı Fazıl Türk'ün de aralarında bulunduğu 100 kişi gözaltına alındı. Batman'daki operasyonda öldürülen PKK'lı Murat Şakar'ın cenazesi dün gece ailesinin yaşadığı Mersin'e getirildi. Akdeniz Belediyesi'ne ait ambulansla taşınan cenaze, Mevlana Mahallesi'ndeki Nur Camii'nde bugün kılınan namazın ardından Güneykent Mezarlığı'na götürüldü. Bu sırada polis geniş güvenlik önlemi aldı. Cenaze konvoyunu havadan helikopterle izleyen polis, çevrede de panzerlerle önlem aldı. Güneykent Mezarlığı'na getirilen cenaze, burada PKK ve Abdullah Öcalan lehine atılan sloganlar eşliğinde toprağa verildi. MEZARLIK ÇIKIŞINDA TEK TEK GÖZALTI PKK flamasının da açıldığı mezarlıkta, grubun slogan atmaya devam etmesi üzerine polis, megafonla uyarıda bulunarak dağılmalarını istedi. Ancak aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 300 kişi, slogan atmayı sürdürdü. Bunun üzerine panzer destekli polis, Güneykent Mezarlığı'nı çembere aldı. Ardından da grubu kapıda kimlik kontrolü yaparak dışarı çıkarttı. Eyleme karıştığı belirlenen ve aralarında Akdeniz İlçe Belediye Başkanı BDP'li Fazıl Türk, Başkan yardımcıları Mehmet Altuntaş ve Uğur Çat, BDP İl Başkanı Musa Kulu, Yenişehir BDP İlçe Başkanı Abdullah Sayılgan ile Akdeniz BDP İlçe Başkanı Mehmet Zeki Etiz'in de bulunduğu 100 kişi gözaltına alındı. Şüphelileri, otobüslerle sorgulanmak üzere Mersin Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. (Ajanslar)
https://yesilgazete.org/pkkli-cenazesinde-100-gozalti/
806
1,606
Polonya'da kürtaj yasağı yasasına karşı kadınların 60 şehirde greve gitme tepkiler ve eylemler sonuç verdi, kürtajın tamamen yasaklanmasını öngören yasa tasarı geri çekildi. Polonya Başbakan Yardımcısı Jaroslaw Gowin, devlet radyosu Radio Koszalin'e yaptığı açıklamada, ülkede kürtajın tamamen yasaklanmasını öngören ve parlamentoya gönderilen yasa tasarısının uygulanmayacağını açıkladı. Gowin, kadınların Pazartesi günü ülke çapında yaptığı protesto ve grevin hükümeti “yeniden düşündürdüğünü” belirtti. Gowin, kürtaj yasasının ve istisnaların mevcut şeklinde devam edeceğini belirterek, “Polonya'da kürtajın tamamen yasaklanacağından endişe duyanları temin ederim ki bu olmayacak. Kadın, tecavüz mağduruysa ya da sağlığı tehlike altındaysa kürtaj olabilecek” dedi. (Birgün)
https://yesilgazete.org/polonyada-kadinlarin-dedigi-oldu-ve-kurtaj-yasagi-yasa-tasarisi-geri-cekildi/
403
776
Bu yıl tarih dalında Pulitzer ödülünü, Amerikalı profesör Manning Marable'ın yayımlanmasını görmeye ömrü yetmeyen çalışması ”Malcolm X: A Life of Reinvention”ı, drama dalında Quiara Alegria Hudes'un kaleme aldığı, Irak'ta görev yapan bir savaş gazisini konu alan ”Water by the Spoonful” oyunu aldı. Biyografi dalında Pulitzer ödülüne John Lewis Gaddis'in ”George F. Kennan: An American Life”ı layık görülürken, şiir ödülünü Tracy K. Smith'in ”Life on Mars”ı kazandı. Kurgusal olmayan düz yazı türünde Pulitzer ödülü, Stephen Greenblatt'ın ”The Swerve: How the World Became Modern”ine, müzik ödülü Kevin Puts'un ”Silent Night: Opera in Two Acts”ine verildi. İlk Kez Roman Ödülünü Kazanan Olmadı Pulitzer ödüllerinde bir de ilk yaşandı. 35 yılda ilk kez bu yıl, roman dalında Pulitzer ödülü kazanan olmadı. Gazetecilik kategorisinde 5 ayrı dalda Pulitzer ödülü kazananlar ise şöyle sıralanıyor; Kamu Hizmeti: The Philadelphia Inquirer Sıcak Gelişme Haberciliği: The Tuscaloosa (Ala.) Haber personeli Araştırmacı Gazetecilik: Associated Press ajansından Matt Apuzzo, Adam Goldman, Eileen Sullivan ve Chris Hawley ile Seattle Times'tan Michael J. Berens ve Ken Armstrong Aydınlatıcı Gazetecilik: New York Times'tan David Kocieniewski Yerel Gazetecilik: Sara Ganim ve The Patriot-News Staff'ın üyeleri 21 kategoride verilen Pulitzer Ödülü, 1917 yılında Joseph Pulitzer adlı Macar asıllı ABD'li bir gazeteci tarafından kuruldu.
https://yesilgazete.org/pulitzer-odullerinde-bir-ilk-yasandi/
614
1,421
Şimdi ben işe girdim. İşe girdim dediysem, yeri-yurdu-düzeni-mayışı belli bi' işe girdim, anlamında. “Hayata işte şimdi başlayacaksın çocuk” diyorlardı hep. “Hee tam da öyle oldu” desem büyük yalan olur, ama yeni alışkanlıklar edindim hakikaten. Haftanın beş günü sabah bilmemne akşam bilmemne saatlerinde aynı yolları tepince insan, yeni rutinler de yaratıyor kendi kendine. Hergün en az ikişer saat kitap okuyorum yolda, misal. *** Bi' de radyo dinlemenin o nostaljik ve tatlı keyfiyle tanıştım yeniden. Her sabah trende Radyo Eksen'le girişiyorum kitap-müzik ikilisine. Kapağı metrobüse attığımda da Açık Radyo'da Ömer Madra-Mahir Ilgaz'lı Açık Gazete veya Rock FM'de Mesut Süre ve konuğuyla Rabarba'ya transfer oluyorum. Rabarba sularına girdiğimde gülmelere doyamıyorum, yandan yandan dikizleniyorum “Deli mi ne?” minvalinde. Buradan Mahir'e sesleniyorum yalnız. Açık Radyo'nun yayın sesi fazla kısık, duyamıyorum. *** Radyo demişken, yine Açık Radyo'da her salı 15:30-16:00 arası yayınlanan Balık Gözü 'nü tavsiye ederim. Yeni medya ve medyada nefret söylemini konu alan bir program. 8 Kasım programında da -aralarında benim de olduğum- Alternatif Medya Şenliği düzenleyicileri ve Yeşil Gazete'yle yaptığı röportajı yayınlamıştı Seçil Türkkan. Selen'in blogu var bi' de, agroekoloji ve organik tarımla ilgilenenler için. Sımsıcak. Yeni başlayanına da, “ben bu işin kitabını yazdım”cısına da yararlı. *** Böyle şeyleri gördükçe umutlanıyorum ben be! Bi' de geçen gün gittiğim kırsal kalkınma konferansında bi' bakanlığın güzide bi' müsteşar yardımcısının ağzından, hem de bakanı da toplantıda hazır ve nazırken, “GSMH'yi yükseltme anlayışı geçmişte kaldı artık” cümlesini duyuyorum ya bizzat, “bu memleketten ümit kesilmez” diyerek bi' keyif sigarası yakasım geliyor. Sonra gerçi, Şerzan Kurt için “Eyleme gitmeseydi vurulmazdı” gibi bi' savunma veren İçişleri Bakanlığı'nı okuyorum, yakmadığım sigarayı söndüresim geliyor ekşimiş bir suratla. *** Metrobüs fena değil. Evet kalabalık, ve evet insanlar yerlerde sürünme tehlikesiyle kucak kucağa hamle ediyorlar kapılara, ama iyimser olmak lazım. Misal iki el de kitapta olunca, ayaklar ve ayak uçları ve topuklarla yaptığın denge dansı insanı snowboard, ya da ne bileyim, dalga sörfü şampiyonasına hazır etmeye yeter tek başına. “Dalga sörfü şu hayatta yapmak isteyip de henüz yapamadığım tek şey” diyorum bazı bazı, ortalıkta, çok ukala geliyor sanki kulağa. Kendimden utansam mı, “Ne var yani, azmettik gerçekleştirdik hayallerimizi, tırnaklarımızla kazıya kazıya” diye arkasında mı dursam dimdik, bilemiyorum. *** Akşamları iş çıkışında da Radyo 24 var dinlediğim. 3-4 gazeteci-radyocu gündemi değerlendiriyor. Yarı geyik – yarı ciddi. Telefonla bağlanıyor insanlar, güzel muhabbet oluyor. Ben de bağlansam diyorum ara sıra, ama telefon numaralarını bilmiyorum. Bi' de metrobüste ses olur arka fonda, “Bu ne kardeşim, kapat kapat” diyip hattan alırlar diye korkuyorum. Gazeteport haber sitesinin “Türkiye'nin en az baskı gören gazetesi” diye bi' sloganı var. Şimdi işlerine karışmak gibi olmasın lakin ben Türkiye'nin en az baskı gören gazetesi olsam utanır, söyleyemem ortalıkta. Gazeteport gururla ve mağrur bir sesle tekrarlıyor bunu, şaşırıyorum. *** Dersim'di, katliamdı, değildi, başbakan özür diledi, samimi değildi ama, Kılıçdaroğlu ne yapacak, Sivas katliamı sanıkları ortalıkta ama!, falan derken… Seviniyorum ben ufaktan. Nedeni ve sonucu ve başlatanı ve nihayetinde fayda sağlayanı kim ve ne olursa olsun, tartışılması yasak mevzular konuşuluyor yavaş yavaş. Biz ki hiç alışık değiliz, devletumuzun özür dilediğini duyuyoruz öyle ya da böyle. Tartışma-konuşma sırası 1915 “olaylarından” tut Süryanilere kadar bilimum muhabbete gelir, umuyorum. Her şeyi geçtim, ufuk açar-vizyon katar-misyon tazeler.Türkiye demokratikleşiyor mu yoksa? Derken 500 öğrenci hala kopyala-yapıştır formatında iddianamelerle o-bu-şu örgüt üyeliğinden tutuklu. “KCK operasyonları” dalga ve dalga ve dalga. Millet seneler oldu, iddianame bekliyor mapuslarda. Toprağına-suyuna elinde zeytin dalı üstünde incir yaprağıyla sahip çıkanlar karşılarında mahkeme duvarı, robokop biber gazı ve su-ama-tazyikli buluyorlar. *** Gerze'de bu haftasonu, cumartesi, miting var termiğe karşı. Otobüs falan da kalkıyor, hani niyetin varsa… *** Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Avrupa Birliği için “sefil bir birlik” mi demiş geçen gün, bana mı öyle geldi? *** Bedelliyi bu arada, tam zamanında çıkardılar. Hem kafadan en az bi' kaç yüz bin insanın sempatisini aldılar, hem de ekonominin en kırılgan zamanında havadan nakit soktular hazineye. Kafadan ve havadan. İşi biliyolar ağbi. Adil bir vicdani ret düzenlemesini de umut (ki fakirin ekmeği oluyor kendisi) ile bekliyoruz helecanla. Hadi 3-5 anarşist komünizanı memnun etmek ya da temel bi' insan hakkını teslim etmek o kadar önemli değil de, Sadullah Ergin'in yüzünü kara ve sözünü boş çıkarmayın en azından, bence. Olmasa da boşver, istemeye devam. Vermeyenin iki yüzü.
https://yesilgazete.org/rabarba-vermeseler-de-istemektir/
2,436
4,947
81 yaşındaki Castro, hastalanan kardeşi Fidel'in görevini devralmasından iki yıl sonra, 2008'de resmen başkan olmuştu. Komünist meclis ayrıca Miguel Diaz-Canel Bermudez'i de Castro'nun yardımcısı olarak seçti. 52 yaşındaki Diaz-Canel, ülke genelinde Castro'nun halefi olarak görülüyor. Yaklaşık 50 yıl iktidarda kalan 86 yaşındaki Fidel Castro, başkent Havana'da meclisin açılışına katıldı. Castro nadiren halk arasına çıkıyor. ABD'nin desteklediği Fulgencio Batista rejiminin sonlandıran 1959 Küba devriminden bu yana Castro ailesi Küba'yı tek partili sistemle yönetiyor. 'Sosyalizmin son rötuşları' Pazar günü yeniden başkan seçilmesinin ardından meclise hitap eden Raul Castro, “Bu benim son başkanlık dönemim olacak.” dedi. Castro geçmişte başkanlık dahil tüm siyasi makamlar için iki yıllık dönemlerin ve yaş sınırlarının uygulanması çağrısında bulunmuştu. Yine de Castro'nun bu sözleri ilk defa 2018'de başkanlığı bırakacağının teyidiydi. İktidara gelmesinden bu yana Raul Castro kişisel özgürlüklere uygulanan sınırlamaları bir nebze rahatlattı. Başkan, cep telefonları ve bilgisayarlara uygulanan yasakları; ve yurt dışına turist olarak çıkmak isteyen Küba vatandaşlarının tabi olduğu çıkış vizelerini kaldırdı. Ama Casto konuşmasında “Küba'da kapitalizmin düzeltilmesi için başkan seçilmedim. Sosyalizmi korumak ve son rötuşları vermek için seçildim, onu imha etmek için değil.” dedi. Küba 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin çökmesinden beri ekonomik zorluklar çekiyor. Ülke artık Venezuela'nın desteğine dayanıyor. Havana'nın ayrıca ABD'yle diplomatik ilişkisi bulunmuyor. Buna ek olarak Amerika'nın uyguladığı ekonomik abluka da hâlâ yürürlükte.
https://yesilgazete.org/raul-casto-2018de-emekliye-ayriliyor/
811
1,656
Championship'te son maçlarda yakaladığı müthiş form grafiğiyle ikinci sıraya tırmanan ve Premier Lig'e direkt katılma hakkı için önemli avantaj yakalayan Reading, Nottingham Forest karşısında 1-0'lık skorla galip gelerek Premier Lig'e çıktı. Evinde yedi maçtır kazanan Reading'e, lig 19.'su Nottingham Forest karşısında galibiyeti getiren golü 81. dakikada Mikele Leigertwood kaydetti. Reading, en son 2007-08 yılında Premier Lig'de mücadele etmiş ancak Fulham'a ikili averajda geçilmiş ve Championship'e düşmüştü.
https://yesilgazete.org/reading-premier-ligde/
220
514
Redhack, ele geçirdiği 6 belge ve 4 bilgi notunu Twitter'da yayınladı. Belgelere göre, TOBB Başkanvekili Faik Yavuz'a ait Yenimahalle Macunköy'de yer alan arsanın mevcut emsal değeri, Yavuz'un ricası üzerine yükseltilmiş. Böylece arsanın 41 bin 482 metrekarelik inşaat alanı iki katına çıkartılmış. Redhack'in yayınladığı bir diğer belgede ise Yavuz'un iş bulma kurumu gibi çalıştığı ileri sürüldü. Yavuz'un Kırıkkale Sulakyurt İlçesi'nde görev yapan bir polis memurunun Ankara merkeze tayininin yapılması için İçişleri Bakanlığı'ndan ricacı olduğu belirtildi. Yavuz, öğretmen tayinleri için ise eski Ankara İl Milli Eğitim Müdürü'nden de ricacı olmuş. Redhack, “Kendini eleştiren kadınların telefonlarını yayınlayan ve Redhack'i 1 ayda yakalatacagını söyleyen Melih Gökçek cevap vermiyor. Cepten arasak mı” şeklinde bir Twitter mesajı geçerek, hem Gökçek'in hem de korumasını telefon numaralarını yayınladı. (CnnTurk)
https://yesilgazete.org/redhack-melih-gokceki-sizdirdi/
458
918
CNN Türk'ün izleyicilerine “son dakika” olarak servis ettiği haberde, bugün toplanacak Bakanlar Kurulu'nda, 15 Temmuz'daki darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl (OHAL) uygulamasının bir kez daha uzatılması kararının verileceği iddia edildi. Üçüncü kez uzatılacak OHAL için, Bakanlar Kurulu'ndan önce Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) toplanacağı, buradan çıkacak “tavsiye kararının” Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan başkanlığında toplanacak Bakanlar Kurulu toplantısına iletileceği ileri sürüldü. Söz konusu kararın açıklanması durumunda OHAL, 20 Temmuz 2017'de birinci yılını dolduracak. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli de, bugünkü MGK toplantısında OHAL'in uzatılmasının konuşulacağını kabul edilmesi halinde sürecin devam edeceğini söyledi. (Cumhuriyet, T24, CNN Türk)
https://yesilgazete.org/referandumun-ardindan-ilk-icraat-ohal-uzatiliyor/
398
786
Yaşayan en önemli Türkiyeli ressamlardan olan Naile Akıncı, tedavi gördüğü hastanede dün hayata veda etti. Akıncı 91 yaşındaydı. Ağırlaşan sağlık sorunlarına rağmen geçtiğimi Kasım ayına kadar çalışmalarını sürdüren sanatçının 75. sanat yılı geçen sene kutlanmış, 'Kibele Sanat Galerisi'nde retrospektif bir sergisi açılmıştı. Özellike peyzaj resimleriyle bilinen Naile Akıncı, “ Eyüp Çeşitlemeleri ” ile 1950'lerden başlayarak Türk resim sanatı tarihine adını yazdırdı. Haliç ve özellikle Eyip bölgesine özel bir ilgi duyan ressam, bu nedenle 'Eyip ressamı' olarak anılıyordu. 1938 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'nin açtığı giriş sınavını kazanarak Resim Bölümü Orta Kısmı'na kaydolan Naile Akıncı, Léopold Lévy ve Zeki Kocamemi atölyelerinde çalışarak 1943'de Resim Bölümü Orta Kısmı'ndan mezun oldu. Rahatsızlanarak altı yıl öğrenimine ara veren sanatçı, 1949'da yeniden Akademi'ye döndü ve 1952 yılında Yüksek Resim Bölümü Zeki Kocamemi Atölyesi'nden mezun oldu. Ayrıca, öğrenimi süresince Nurullah Berk, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Şefik Bursalı'nın da öğrencisi oldu. İlk kişisel sergisini 1964 yılında İstanbul'da açan Naile Akıncı, o tarihten günümüze kadar İstanbul, Ankara, İzmir, Atina ve Niigata'da elli kişisel sergi açtı. Yapıtlarıyla, yurtdışında açılan 13 ulusal ve 14 uluslararası sergiye katılan Akıncı, yedi uluslararası ödüle değer görüldü ve 1977'de üst üste kazandığı uluslararası ödüller nedeniyle Fransa'nın Riom kentindeki, Mandet Müzesi tarafından düzenlenen “Günümüzün Kadın Ressamları Sergisi'ne” ismen davet olundu.Sanat hayatı boyunca UFACSI X. Vichy Biennali, XI. Uluslararası Trofeo Raffaello Sergisi gibi uluslararası sergilere katıldı ve jüri üyeliği yaptı. Naile Akıncı'nın yapıtları M.S.G.S.Ü. İstanbul Devlet Resim Heykel Müzesi'nde, Ankara, İzmir ve Şanlı Urfa Devlet Resim Heykel Müzelerinde, İstanbul Modern Sanat Müzesi'nde, Hacettepe Üniversitesi Müzesi'nde, Bolu ve Çorum Devlet Güzel Sanatlar Galerilerinde, İzmir Selçuk Yaşar Müzesi, T.C. Cumhurbaşkanlığı ve Nejat F. Eczacıbaşı Sanat Koleksiyonlarında, Japonya'da Kashiwazaki Türk Kültür Kasabası Müzesi'nde yer alıyor. Nailce Akıncı'nın, 4 Nisan 2014 Cuma günü Zincirlikuyu Camii'nde kılınacak öğlen namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verilecek. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/ressam-naile-akinci-vefat-etti/
1,134
2,274
Rize'nin Pazar ilçesine bağlı Subaşı Köyü, Hisarlı Köyü ve Sivrikale Köyü halkı bölgede yapılmak istenen taş ocaklarına karşı, ilçe merkezinde basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını okuyan Nehir Birben “Bugün, köy sahalarımızın içinde yaklaşık 100 hektarlık alana yapılmak istenen “Patlatmalı Bazalt Taş Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi” ne karşı buradayız. Bu taş ocağı yılda 300 gün, ayda 25 gün dur duraksız çalışacak ve doğamızı, suyumuzu, toprağımızı kısacası tüm yaşam alanlarımızı yok edecektir.” dedi. Taş ocaklarının olumsuz etkilerini çevre illerden, özellikle Arhavi'den gördüklerini söyleyen Birben şu ifadeleri kullandı: “Taş ocakları için yapılan patlatmaların açığa çıkardığı toz, oluşturduğu hava kirliliği -gürültü kirliliği, tıraşlamayla bitki örtüsünün tahribatı, yeraltı su tabakasında bozulmalar, heyelan riskinin tetiklenmesi gibi birçok olumsuz etkisi bulunan bu taş ocaklarını köy sahalarımızın, yaşam alanlarımızın içerisinde istemiyoruz. Bu taş ocağı yapılırsa patlatmalar ve taşıma sırasında oluşacak tozdan bitki örtüsü ve sağlığımız zarar görecek, su yollarımızın değişmesiyle bölgemizdeki doğal denge de bozulacak, içme suyu kaynaklarımız yok olacak, bitki örtüsünün tıraşlanmasıyla birlikte heyelan riski artacak ve daha birçok geri dönüşü mümkün olmayan tahribat oluşacak.” Herhangi bir kamu yararı bulunmayan bu projede kar uğruna yaşam alanlarının tahrip edilmek istendiğini belirten Birben, yetkililer tarafından taş ocağı projesi için “Çevresel Etki Değerlendirme”ye gerek görülmediğine de dikkat çekti. Bu yolla bölge halkının proje hakkında bilgi sahibi olması ve projeye dair söz söylemesinin engellendiğini belirten Birben şöyle devam etti: “Bizlerin endişesi ve huzursuzluğu varken ve yıllar boyu taş ocaklarının olumsuz etkisinin devam edeceği aşikarken, yaşam hakkımız, temiz bir doğa, huzurlu bir ortamda yaşama hakkımızın bir şirketin rantı için feda edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Bizler köylerimiz içerisinde yapılacak her herhangi bir proje için söz sahibi olduğumuzun farkındayız. Bu yüzden yaşam alanlarımızın yok olmaması için hukuki mücadelemizi başlatmış bulunuyoruz. Davalarımızı açtık, bu taş ocaklarının kurulmasına karşı da sonuna kadar mücadeleye devam edeceğiz. Kamuoyuna saygıyla duyururuz.” (BirGün)
https://yesilgazete.org/rizede-halk-tas-ocagina-karsi-dogamizi-yasam-alanlarimizi-yok-edecek/
1,183
2,264
Taraf gazetesi yazarı, DSİP üyesi, şair Roni Margulies'in geçen hafta ÖDP'li gençler tarafından boyalı saldırıya maruz kalması üzerine çok şey yazıldı. Aslında ben de üzerine yazılacak yeni bir şey yok diye düşünüyordum, ama Roni Margulies saldırıya uğramasına neden olan yazısını Taraf'ta yayınlayınca bir şey fark ettim. ÖDP genel başkan yardımcısı Önder İşleyen'in resmi bir bildiriyle yapılan saldırıyı demokratik protesto olarak açıkladığını biliyorsunuz. Başka yerlerde de bunun bir protesto biçimi olduğunu söyleyenlere rastladım. Birilerinin fikirlerini beğenmediği bir kişiye boya dökerek saldırması tabii ki şiddettir ve bir eleştirinin beğenilmediğini gösterme yollarından biri değildir. Eleştiriye protesto eleştiriyle olur çünkü, yazıya eleştiri yazıyla olur. Ama bunları tekrarlayıp durmamız bile demokrasi kültürümüzün zayıflığını gösteriyor. İlginç olan bu değil. İlginç olan Roni Margulises'in yazısında ne demiş olduğu ve saldırıyı yapanların neyi beğenmemiş olduğu. Yazıda ÖDP eleştiriliyor. ÖDP kongresinde asılı pankartların içeriğinden yola çıkılarak ÖDP'nin acil politik sorunlar dururken soyut devrimci sloganları öne çıkarması eleştiriliyor. İyi özetleyememiş olabilirim, ama yazının kendisine bakabilirsiniz, ne dediği özete ihtiyaç duymayacak kadar açık zaten. Peki saldırgan gençler ne yapıyor? “Sen nasıl ÖDP'yi eleştirirsin” deyip köşe yazarının kafasında aşağıya yeşil bir boya döküyor. Bu saldırıyı onaylayan internet yorumlarından anladığım kadarıyla yapılan hareketi hoş görenler Roni Margulies'in iktidarı desteklediğini, liberalleşmiş (dönek) bir solcu olduğunu falan düşünüyorlar. Ama dikkat ederseniz saldırı bu nedenle değil, yazarın ÖDP'yi eleştirdiği bir yazısı üzerine ve “partimizi eleştirene haddini bildiririz” düşüncesiyle yapılıyor. Şimdi soru: ÖDP bir siyasi parti midir? Seçimlere katılmakta mıdır? Evet. Demek ki ÖDP'nin önümüzdeki seçimlerde iktidar olma olasılığı var. ÖDP iktidar olunca muhtemelen genel başkan yardımcıları hükümetteki bakanlardan biri olacaktır. ÖDP bir sürü icraat yapacaktır. Memleketteki gazetelerin köşe yazarları da her allahın günü ÖDP'yi eleştireceklerdir. Bu durumda ÖDP'li heyecanlı gençler partilerini ve bakanlarını eleştiren her köşe yazarının peşinden ellerinde bir şişe boyalı suyla koşmaya devam edecekleri mi? Bu durumda ÖDP genel başkan yardımcıları yine bunun demokratik bir protesto olduğunu söyleyecekler mi? Soruyu daha bugüne yaklaştırabilirsiniz. Birgün ÖDP'ye yakın bir günlük gazete. Eminim köşe yazarları sık sık MHP'yi, AKP'yi ve diğer partileri eleştiriyorlardır. Örneğin MHP'yi eleştiren (ve Roni Margulies'in yaptığı gibi azıcık da ironik yazan) bir Birgün köşe yazarına ülkücü gençler ellerinde bir şişe boyayla saldırsalar, Birgün gazetesi ve okurları bu durumu demokratik protesto olarak görür mü? ÖDP genel başkan yardımcısı “ülkücü gençler demokratik protesto haklarını kullanmıştır” diye açıklama yapar mı? Bilmiyorum. Ama sanmıyorum da. Sanırım demokrasi kültürümüzün gelişmesi için biraz daha basit sorular sormaya ve basit düşünmeye ihtiyacımız var. Etik her zaman işlemiyor çünkü. Belki empati işe yarayabilir.
https://yesilgazete.org/roni-margulies%E2%80%99in-yazma-hakki/
1,559
3,121
Rus Ria Noıvosti ajansının haberine göre, Rusya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi'nin Ekim ayında Rusya ve bazı eski SSCB ülkelerinde yaptığı ankete 1600'ü Rusya'dan olmak üzere 6177 kişi katıldı. Anket sonuçlarına göre, eski Sovyet ülkeleri arasında birliğin yeniden sağlanması fikrini en fazla destekleyen kişilerin yüzde 67 ile Kırgızistan, yüzde 62 ile Belarus'tan olduğu, bu fikri en az destekleyen kişilerin yüzde 24 ile Azerbaycan, yüzde 26 ile Litvanya'dan olduğu belirtildi. Haberde, Rusya'nın 46 bölgesinde yapılan anketi cevaplayan Rusların, Kazakistan'ı Rusya'nın en sağlam ortağı olarak gördükleri ve yüzde 48 oranında birleşme fikrini destekledikleri kaydedildi. (Ajanslar)
https://yesilgazete.org/ruslarin-sscb-ozlemi-buyuyor/
326
683
Sadece sanal alemde yürütülecek kampanyaların değil yazan çizen herkesin ihtiyaç duyabileceği ofis uygulamalarının internete taşınmış hali bu yazılımlar. Fakat internete taşınırken bazı ileri seviye fonksiyonlarını masaüstünde bırakıp, onların yerine online alemin bazı nimetlerini yerleştirmişler. Online ofis uygulamalarının başı çeken oyuncuları Google Dökümanları, Zoho.com, Peepel ve Thinkfree office. Thinkfree office daha çok yüklenmiş dosyaları indirmeden ya da başka bir programa ihtiyaç duymadan okumayı sağlıyor. Bu amaca yönelik bir kullanım için oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik 1 GB dosya yükleme hakkı tanıyor. Peepel ise temel olarak yazı yazma, excel vari tablolama ve harita fonksiyonlarını içeren bir hizmet. Basit ihtiyaçları olan kullanıcılar için kolay kullanımıyla cazip olabilir. Herhangi bir dil desteği ya da imla kontrolü opsiyonuna rastlayamadım. Zoho.com ele adı geçen hizmetlerin yüzünü tamamen iş dünyasına dönmüş olanı. CRM'den Proje yönetimine, tablolamadan, online veritabanı uygulamalarına kadar her şeyi içeriyor. Zoho.com'daki neredeyse her hizmeti bireysel olarak kullanmak ücretsiz olsa da (1-2 kişiden daha kalabalık) grup halinde kullanmak için üyelik ücreti ödemek gerekiyor. Google bir kez daha ihtiyacı olup da kullanmayana kendini sorgulatacak kadar başarılı bir hizmet geliştirmekte. İçerisinde Döküman, Tablolama, Sunum ve Form kısımları olan bu hizmet tamamen ücretsiz. Tüm dökümanlarınızı başkalarıyla çok kolay bir şekilde paylaşabiliyorsunuz ve hatta aynı anda aynı döküman üzerinde çalışabilirken size bir sohbet penceresi bile sunuyor. Döküman yazma hizmeti (word muadili) grup halinde üzerinde çalışılan belgelerde çok faydalı. Üstelik revizyon takip sistemiyle kimin ne değişiklik yapmış olduğunun da hesabını tutuyor. Zoho.com ve Peepel'a ait döküman yazma hizmetlerinden ayrılan en temel noktası ise Türkçe imla kontrolünün olması. Dahası belge içinde temel çeviri işlemi yapabiliyor. Tüm Google Dökümanları hizmetleri gibi bu da insanların belgenizi (izin verirseniz) indirmeden sayfaya katıştırmaya izin veriyor. Tablolama hizmeti (excel muadili) yine belge paylaşımına izin veriyor. Tabloya girilen verileri klasik grafik formatlarında (çubuk, pasta vs.) görselleştirebiliyor. Ancak iki noktada çok faydalı özellikleri var. Birincisi gadget adı verilen kimi eklentiler. Bu eklentiler tabloya girdiğiniz verileri görselleştirmenize yarıyor. Bunlardan en sıra dışı olanları gapminder.org'daki devrim niteliğindeki hareketli grafik sistemi ve dünya haritası üzerinde ülkelerin girilmiş veriler doğrultusunda renk değiştirdiği zaman temelli gösterim. Google Dökümanlarının Tablolama hizmetini farklı kılan ikinci unsur ise hazırlayabildiğiniz online formlar. Bu formları web sayfanıza katıştırabiliyorsunuz. Formlara verilen cevaplar tabloya otomatik olarak ekleniyor. Bu sayede gönüllülerden detaylı veriler toplayabilirsiniz. Üstelik buradan topladığınız verileri bir önce bahsettiğim şekilde yine web sayfasında görselleştirebilirsiniz. Bu form sisteminin tek eksiği ise hileyi önleyecek bir doğrulama sisteminin (captcha) olmayışı. Google dökümanlarının temel hizmetlerinin sonuncusu ise Sunum (powerpoint muadili) hizmeti. Bu hizmet ile sunumlar hazırlayabilir ya da var olanları yükleyebilirsiniz. Bu sunumları yine herhangi bir program olmadan izlemek ya da web sayfasına katıştırmak mümkün. Peki tüm bunlardan size ne? Online ofis hizmetlerini aktivizm amaçlı nasıl kullanabilirsiniz? (Bu liste aklıma yeni figürler geldikçe genişleyecektir.) - Grup halinde çalışmalarda belgelerin ortak hazırlanması editlenmesi konusunda büyük kolaylıklar getiriyor. - Sitenizi ziyaret eden tembel kullanıcıları belgeyi/tabloyu/sunumu indirme derdinden kurtararak sitenizden okunabilir hale getirmenize yarıyor. - Formlar ile veri toplayabiliyorsunuz ve bu verileri yine aynı araçlarla otomatik olarak görselleştirebiliyorsunuz. - Belgelerinizi başkalarının da kendi sitelerinde katıştırılmış olarak sunmasını sağlayabiliyorsunuz. Gelecek yazımızda online formların bir adım ötesine geçen daha profesyonel Anket ve imza toplama hizmetlerini ele alacağız. Bir önceki yazımızda ise blog hizmetlerini incelemiştik.
https://yesilgazete.org/sanal-aktivistin-alet-cantasi-%E2%80%93-online-ofis-uygulamalari/
1,933
4,177
Yakında hazırlıklarını tamamlayacağım “Sanal Aktivist Eğitimi” için hazırladığım notlarımı burada sizlerle paylaşacağım. Bugünkü konumuz ise ücretsiz blog hizmetleri. Sanal aktivizm günümüzde aktivizmin en hızlı gelişen dalı. İnternetin web 2.0 olarak adlandırılan kullanıcı katılımıyla oluşan içeriğe dönüşmesi ve bu dönüşüme olanak sağlayan çoğunluğu ücretsiz olan paylaşım araçları ile her türlü kampanya çok düşük maliyetlerle yürütülebiliyor. En basitinden internette tek sayfalık bir ilan oluşturup, bunu insanlara duyurmanın ızdırap olduğu günlerden aynı, konuda bazen birbirinden habersiz kampanyaların yürütüldüğü bir bolluk, bereket çağına ulaştık. Ancak bugünün sorunu da içeriğimizi ilgilenecek kişilere tonlarca ilgisiz içerikten sıyrılıp, ulaştırabilmek ve katılımlarını sağlayabilmek. Protestoların, imza kampanyalarının, mitinglerin kafa karıştırıcı sayılara varmasında etkili olan online araçların başını ücretsiz blog hizmetleri çekiyor. Sadece bir kaç dakika içinde sınırsız miktarda yazı, resim, bağlantı vs. yükleyip hemen harekete geçmenize olanak veren blog servislerinin en bilinen ikisini ele alacağız. Blogger.com Google'a ait olan Blogger ücretsiz bir hizmet. Blogger hesabına sahip bir kullanıcı birden çok blog'a sahip olabiliyor. Bloglar çok yazarlı olabiliyor. (Grup halinde çalışılan durumlar için.) Kolay kullanımı, tema ve eklenti çeşitliliği artı yanları. Ancak sabit sayfa yapısının olmaması büyük bir eksi. Bunun ne anlama geldiğini şöyle açıklayayım. Blog'u ziyaret eden bir kullanıcı belli sayıda en yeni girdiyi görecektir. Daha kurumsal bir yapı arzeden giriş sayfası, sabit bir iletişim sayfası vs. bulunmayacaktır. Blogger özellikle küçük kampanyaları duyurmak, ya da herhangi ebattaki bir kampanyanın gidişatını blog marifetiyle paylaşmak için biçilmiş kaftandır. Blogger ile hazırlanmış bir kampanya sitesi ise Üçüncü Köprü Çözüm Değil. Blogger dünyanın her yerinden kullanıcısı olan bir hizmet ve yakın geçmişte TİB tarafından sansürlendi. Bu nedenle Blogger'da bir blog yaratırken bir süre sonra blogunuzun sansür karambolünde erişime engellenmesi ihtimali olduğunu da hatırlatalım. WordPress.com WordPress şu anda blog denilen içerik yayınlama şeklinin üst standardını oluşturuyor. WordPress.com ise açık kaynak kodlu WordPress yazılımının ücretsiz blog yayınlama hizmetine dönüştürülmüş hali. Blogger'dan bazı belirgin üstünlükleri var WordPress.com'un. Bunların başında sabit sayfalara olanak vermesi var. Bu sayede bir açılış sayfası ve yeni eklenen içerikten bağımsız olarak her zaman ulaşılabilir olmasını isteyeceğiniz iletişim, hakkında vb. sabit sayfalar kullabiliyorsunuz. Bir diğer avantajı ise kategori sistemine sahip olması. Bu sayede birden çok konuya yer verdiğiniz bir blogda bu konulara göre kategoriler oluşturup yazıları anlamlı bir şekilde gurplamış ve ulaşılır kılmış oluyorsunuz. Ücretsiz hizmetler mi, hosting mi? Blogger da, WordPress.com da ücretsiz hizmetler. Fakat sitenizin biraz daha ciddi ve kurumsal gözükmesini istiyorsanız yapabileceğiniz ilk şey sitenizi tarif eden bir alan adı alıp (10-15$) blogger ya da wordpress.com ile yaratmış olduğunuz içeriği buraya yönlendirmek olabilir. Bu sayede örneğin www.nukleerehayir.com adresine giren kullanıcı sizin ücretsiz blogunuz yerine daha ciddi bir site ile karşılaştığını düşünebilir. Ücretsiz blogların kısıtlamalarını aşmaya herhangi bir fayda sağlamayan bu yöntem ile adresinizi kısaltmış ve daha fiyakalı hale getirmiş olursunuz. Eğer ki kalıcı ve ciddi bir site hazırlamak veya yaratıcı bir internet kampanyası sürdürmek istiyorsanız o zaman yolunuz hosting hizmetlerinden geçer. Yıllık ücret karşılığı paylaşımlı hosting hizmeti veren yerli ve yabancı sayısız şirket vardır. Bu şirketlere para kaptırmadan iş yapmak hoş olsa da işler belli bir ciddiyete varınca ücretsiz hizmetlerin kısıtları profesyonel bir site kurmayı zorunlu hale getirebiliyor. Eğer bu yolu seçtiyseniz önünüzde seçeneklerin çoğaldığını ve yapılabilecek şeylerin sayısız olduğunu farkedeceksiniz. Ben ise gönüllülük temelli yürüyen hareketlere faydalı olmasını umduğum bu yazı dizisinde düşük bütçeli çözümlere yoğunlaşacağım.
https://yesilgazete.org/sanal-aktivistin-alet-cantasi-blog-hizmetleri/
2,012
4,131
Sovyetlerde sansürle ilgili uzmanlaşmış kurumlar vardı. Glavlit basına, Goskomizdat edebiyata, Goskino sinemaya, Gosteleradio ise radyo ve televizyona sansür uygulardı. Ülkemizde ve dünyada “reel sosyalizm”i eleştiren özgürlükçü olma iddasındaki solcular sovyetlerin baskıcı yapısını, bürokratikliğini ve sansürcülüğünü eleştiriyorlar. Günümüz Türkiyesinde ise interneti sansürlemekten sorumlu Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) var. Bunun karşısında ise Sansüre Sansür vb. bir kaç hareket var. İnternet sansürleri Türkiye solunun çoğunlukla umrunda bile değil. İran'da muhalifler Twitter üzerinden yüzbinleri örgütlerken, Korsan Partisi AP'de sandalye kazanırken, Obama seçim kampanyasının büyük kısmını internet üzerinden yürütürken atasözü revizyon istiyor: İnternet akar, Türk solu bakar. Bir hareket kendini özgürlükçü olarak görüyorsa sansüre katiyetle karşı çıkmalıdır. Bir hareket kendini sosyal adaletten ve kamu vicdanından yana görüyorsa; (her türlü fikri eserin özel mülkiyet alanından çıkartılıp kamu mülkiyetine adanmasına olanak sağlayan) Kamusal Lisanslara, açık kaynak hareketine, bireyler arası paylaşım sistemlerine ve wikilere öz evladı gibi sahip çıkmalıdır. Oysa görüyoruz ki Türkiye solu internete duyarsız, sansüre karşı üç maymun ve deneyimlerimizin bizi yanıltmadığı üzere geleceğin getirdiklerine karşı da kör. *** İnternet sansürünün son hedefleri Myspace ve Last.fm siteleri oldu. Myspace herkesten çok bağımsız müzisyenlerin kayıtlarını paylaşma alanı olan bir sosyal ağ. Last.fm ise bireylerin birbirlerine müzik zevklerini aşılama, birbirlerini yeni müziklerden haberdar etme kanalı olan bir sosyal radyo. İki site de müziğin palyaşımını kolaylaştıran ve müziğin sunumunu demokratikleştiren uygulamalar. Bu iki site MÜYAP'ın başvurusu sonucunda ışık hızında verilen mahkeme kararı ile TİB tarafından sansürlendi. Myspace kullanımını kendi sanatçıları seviyesinde engelleyemeyen MÜYAP siteye erişimi engelleyerek sadece biz dinleyicilere değil Myspace kullanan sanatçılarına da ceza vermiş oldu aklınca. Bu şuursuz ve ahlaksız sansür operasyonunda jön rolünü devrimci solun ağababalarından MÜYAP başkanı Bülent Forta'nın oynadığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Forta başkanı olduğu MÜYAP'ın ve dolayısıyla kendisine ait Ada Müzik'in daha çok kar edebilmesi için hastalıklı bir sansür mekanizmasının kullanımını meşru görmüştür. Ve sonucunda olan Myspace ve Last.fm müdavimi yüzbinlerce internet kullanıcısına olmuştur. Bu rezil sansür dalgasından sonra Forta'nın destek verdiğini bildiğimiz sol ve özgürlükçü etiketli hareket ve de Forta'nın yazdığı Birgün gazetesi konuya ve Forta'ya ilişkin ne gibi bir duruş sergileyecekler; göreceğiz. Çünkü bu sefer MÜYAP isimli kap içinde biriktirilmiş dışkılar özgürlüğün kafasından aşağı boca edilmiştir. Bilişimin özgürleşmesi ve demokratikleştirilmesi konusunda politka üretemeyen sol, en azından Forta'yla arasındaki ilişkilere açıklık getirmelidir. Tabii devrimci Bülent'in sansürcü Forta'ya dönüştüğünü idrak edebilip, ağababalığına karşı gelme tutarlılığını gösterebilecek birileri çıkarsa…
https://yesilgazete.org/sansurcu-sol/
1,532
3,077
Dilaver Demirağ son yazısında sosyalistlere çatıyor yine. Hızını alamayıp eko-sosyalistlere de veryansın ediyor. Kapitalistler tıkanmış olabilir ama elbette bunu karşısında alternatifler yaratılabilecek durumda değilken Kopenhag'ın çözüm olmadığını söylemeyi doğru bulmuyor hazret! Sosyalistleri hafife almayı gerektiren bir hareketlilik yaratmadıkça eleştiri dozajını iyi ayarlama gerekliliği etik bir kuraldır.. Dilaver Demirağ'ın, “Kurban Mı Suç Ortağı Mı?- SOSYALİSTLER VE İKLİM DEĞİŞİMİ (1) başlıklı yazısından söz ediyorum. Birincisi “biz” derken Dilaver'in kastettiği biz Yeşil Gazete midir Yeşiller midir? Kendi görüşlerini genelin görüşleriymiş gibi göstermek etik değil. İkincisi, sosyalistlerle eko-sosyalistleri aynı ve eşdeğer gösterme çabası da ne oluyor ki? Üçüncüsü, iklim değişikliği gerçek Kopenhag yalan ama neden aslında iklim değişikliği konusunu dünya liderleri! çözmek için uğraşmıyor da ondan!.. Kopenhag, Kyoto'da girilen karbon piyasasının yeniden paylaşımını ve iklim değişiminin piyasaya entegre edilmesini sistematize eden bir durumdadır. Kopenhag da çözüm bulunabileceği bakışı gerçekçi değil ve yeşil politika Kopenhag'a endeksli hale getirilemez. Dördüncüsü, kapitalizmin tek karşıt haline geldiği günümüzde, sosyalizmin olası bir alternatif yaratma çabasına burun kıvırmak yeşillere düşmez! Tabii olarak Dilaver yeşil bir bakış ürettiğini iddia ettiği için bunu kavramak zorunda. Beşincisi, Dünya'da biz yeşiller, kapitalizme alternatif olmayı başaramadık bunu itiraf edelim. Sosyalizmin ölüsü bile bize kapitalizm karşısında beş çeker. Tek ileri tutar yanımız antiendüstriyalizm ve ilerlemeciliğin sorgulanmasıdır ki evrensel komünizmle bu yeşil düşünce birlikte alınmadığı sürece bir hiç haline gelir. Bunu da unutmamak gerek.
https://yesilgazete.org/sapla-samani-birbirine-karistirmak/
886
1,761
Fransa'da Lübnan doğumlu işadamı Ziyad Takiyeddin, “Nicolas Sarkozy, seçim kampanyası için eski Libya lideri Muammer Kaddafi'den 50 milyon Euro'yu aşkın para yardımı aldı” iddiasında bulundu. Fransa'da bir mahkemeye ifade veren işadamı Takiyeddin, Sarkozy'nin 2006-2007 başkanlık seçim kampanyasının büyük ölçüde Trablus tarafından finanse edildiğine dair elinde kanıt olduğunu söyledi. Kaddafi'den gelen paranın, Sarkozy'nin seçim zaferinden sonra da devam ettiğini belirten Lübnan kökenli işadamı Ziyad Takiyeddin'in iddiaları Sarkozy'ye yakın çevreler tarafından reddedildi. Fransa ve Ortadoğu arasındaki bazı anlaşmalar için iş bitirici rolü oynadığı belirtilen Fransız işadamının mahkemeye bu bilgileri, kendi aleyhinde açılan bazı davaları hafifletecek bir anlaşma karşılığında vermiş olabileceği belirtiliyor. Geçmişte de benzer iddialar ortaya atılmış, ancak yalanlanmıştı. Sarkozy'nin yakın çevresi iddiaları şimdi de reddediyor. (Ntvmsnbc)
https://yesilgazete.org/sarkozye-secimlerde-kaddafiden-50-milyon-euro-yardim-aldi-ithami/
450
949
Korku ve kaygılar hem bireylerin hem de toplumların davranışlarını belirleyen en temel duygulardan sayılır. Ne yazik ki endüstriyalizm ve modernizm eleştirilerinin toplumca duyulabilmesi için ya bir biri ardına gelen iklim felaketlerini ya da domuz gribi gibi salgınları yaşamamız gerekiyor. Evet yaşanan felaketleri önemli bir bölümü doğal değil, çoğumuzun taviz vermek istemediği ”yaşam biçimimiz ve standartlarımızla” ilgili…Bütün bunlar yıllardır tartıştığımız ve ne yazik ki toplumun çoğunluğu tarafından duyulmayan duyulsa bile anlaşılmayan konular. Domuz gribi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir salgın hastalık olarak vardır. ”Mevsimsel grip aşısı asla domuz gribi aşısı yerine kullanılamaz.” -Gelelim domuz gribi konusuna, öncelikle gerçekleri teslim edip, olup biteni doğru tanimlamak gerekir. Hükümetin bir çok konudaki yanlış politikaları gözümüzü karartmasın, en azından bu güne kadar bu salgınla ilgili yanlış bir şey yaptıklarını söylemek doğru olmaz. Domuz gribi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir salgın hastalık olarak vardır. H1N1 isimli bir virüs tarafından bu salgının oluştuğu tespit edilmiştir. Domuz gribi virüsü mevsimsel grip virüsleri ile aynı aileden olduğu için hep onlarla karıştırılmaktadır. Mevsimsel gripler de her yıl salgın yaparlar aşısı da olmasına rağmen bazı insanlar aşı olur bazıları olmaz. Bazi insanların aşı olmasına hekimler karar verir ya da önerir bazı insanlar da kendi tercihleriyle aşı olup olmamaya karar verirler.Virus çeşidi ve genetiği ile ilgili karmaşık mekanizmalardan dolayı mevsimsel grip aşısı %60 civarında etkili bir aşıdır. Mevsimsel grip aşısı asla domuz gribi aşısı yerine kullanılamaz. –Salgın Türkiyede de yayılıyor ne yapalım diyorsanız size şunları söyliyelim: Testlerin hiçbir anlamı yok! –Mevsimsel grip de olsanız domuz gribi de olsaniz başlangıçta yapacaklarınız değişmiyor. Her grip olduğunuzda ne yapıyorsanız onu yapın. Kendi başınıza alıp kullanacağınız hiçbir özel ilacı olmadığı gibi bu konuda herhangi bir test falan da yaptırmaniz gerekmiyor. Kamu hastaneleri dışında yapılan ”ben domuz gribi oldum mu olmadım mı” testlerinin hiçbir anlamı yok. Hepsi para tuzağı. Hem gerekli de değil. Her zaman bildiğiniz mevsimsel griple ilgili şikayetleriniz artar ve beklenen zamanda iyileşmezse bir sağlık kuruluşuna müracat edin.Hastalığın bulaşmaması için alınacak tedbirler için de mevsimsel gripteki kurallar gecerli. H1N1 virüsü insan dışında cansız ortamda 2-3 satten fazla yaşayamadığı için şu ya da bu kimyasalla yapılan ortam ve el temizliğinin etkinliğinin pratikte değeri tartışmalıdır. Ellerinizi sabunlu suyla yıkayın hastalığın solunum yoluyla bulaştığını bilin ve hasta insanlarla temas etmemeye çalışın. Ama sakın ha kendinizi eve kapatmayın. Aşılama bir hastalığın ya da salgının önlenmesinde uygulanacak, hem en ekonomik hem de en etkili yoldur. -Tıbbı uygulamalarda ve sağlık politikalarında herşeyi eleştirebilirsiniz. Ancak koruyucu sağlık hizmetlerini, (yani hastalıkların ortaya çıkmadan önlenmesi) ve bu hizmetler içinde en onemli uygulamalardan biri olan aşılamanın eleştirilmesi o kadar kolay ve akıllıca değildir. Aşılama bir hastalığın ya da salgının önlenmesinde uygulanacak, hem en ekonomik hem de en etkili yoldur. Tıbbi uygulamalar ve ilaçların güvenirliği diğer pozitif bilim dallarındaki kesinliklerle ve yöntemlerle tarif edilemez. Bu yüzden de doktorların söylede olur böyle de olur deyişleri sizi kaygılandırmasın. Domuz gribi aşısı H1N1 virüsüne karşı geliştirilmiş spesifik bir aşıdır. Bu yüzden de etkinliğinin %90 a yakın olduğu otoriteler tarafından bildirilmektedir.Ömür boyu da bağışıklık sağlamaktadır. Bu oldukca iyi bir rakamdır. İki türlü aşı olduğu söylenmektedir. Aslında aşı tektir ama etken madde birinde saf olarak bulunmakta, digerinde de adjuvant denilen yardımcı kimyasallar ile birlikte bulunmaktadır. Bu güne kadar hiç hesabını yapmadığımız bu adjuvantlar, çokca kullandığımız bir çok ilaçta olduğu gibi, en çok sözü edilen civa ağır metalinin soluduğumuz eksoz dumanından, yediğimiz deniz ürünlerine kadar bir çok yerde de bulunduğunu anımsatmak isterim. – Sağlıklı insanların çok azını mevsimsel gripten daha çok etkileyecek olan bu H1 N1 grip salgınının en çok risk gruplarını (morbid obezler, gebeler, iki yaşın altındakiler, kronik kalp ve akciğer hastalığı bulunanlar, 18 yaş altında olup sürekli aspirin kullanması gerekenler ve 65 yaş üstündekiler) ciddi derecede etkilemesi bekleniyor. Aşı olup olmamakta karar sizin ancak bir salgın bekleniyor ve neler olabilceğini çok fazla bilemiyoruz. Deprem modellerinde olduğu gibi iyi ve kötü senaryolarla olacakları tahmin edebiliyoruz. –H1N1 viruslerine karşı hazırlanan aşıların ne kadar güvenli olduğu ne tür yan etkilere neden olacağı ile ilgili tartışmalarda da fazladan spekülasyon yapıldığını düşünüyorum. Her ilacın yan etkileri vardır ve bunların bir kısmı öngörülemez. Domuz gribi aşısı ile ilgili de bu güne kadar kullanılan ilaç ve aşılardakine benzer yan etkiler oluşabilir. Bu aşıya özel bir yan etki bu güne kadar bildirilmedi. Bu tür ilaçların güvenilirliğini test eden çalışmalardan ilk üç faz tamamlanmış olup faz 4 çalışmaları domuz gribi aşısı için tamamlanamamıştır. Ancak bu calışmanın tamamlanması icin dört yıla gereksinim vardır ve bu süre domuz gribi salgını söz konusu iken beklenebilecek bir zaman değildir. -Domuz gribi aşısı eczanelerde satılmadığı gibi özel sağlık kuruluşlarında da uygulanmamaktadır. Ücretsiz olarak kamuya ait sağlık kuruluşlarında öncelik sırasına göre uygulanmaktadır. -Siz olacak mısınız diye soruyorsanız, evet sıram gelince ben de aşı olacağım. Yeşil Gazete Muhabiri Dr. Savaş Çömlek
https://yesilgazete.org/sarlatanlar-pusuda-ayse-teyze-ne-yapsin/
2,805
5,629
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, dün savaş uçaklarının 35 köylüyü öldürdüğü Uludere katliamını protesto etmek için bu akşam 19:00'da Taksim'de yapılacak olan gösteriye çağrı yaptı. Protesto için Taksim tramvay durağında buluşulacak. Küresel BAK'ın açıklamasında İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ve Hava Kuvvetleri Komutanı Mehmet Erten istifaya çağrıldı. Küresel BAK sözcüsü Kerem Kabadayı imzasıyla yapılan açıklama şöyle: Bu sabah uyandığımızda, çocuk bedenlerinin F-16 tarafından bombalandığını, paramparça edildiğini öğrendik. Uludere'de 36 insan, savaş uçakları tarafından bombalandı. Yaşamlarının baharında apaçık bir devlet şiddetiyle öldürüldü. 2011'in son günlerinde, savaşın, militarizmin, şiddetin ne anlama geldiğini bir kez daha gördük. Uludere'de gerçekleşen devlet eliyle işlenmiş bir katliamdır! Ne hükümetin sessizliği ne de Genelkurmay'ın yapay açıklaması, bu gerçeği gizleyemez. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, insansız savaş uçakları, Predatörlerin Türkiye'ye geldiğini müjdelediğinde, bizler, “Görmüyor musunu, Predatörlerinizden kan damlıyor!” demiştik. ABD'nin Irak işgalinde kullandığı ve yüz binlerce masum Iraklının ölümünde kullanılan Predatörler, Kürt sorununun adil, demokratik ve barışçıl çözümünde hiçbir işleve sahip olamazdı. Olamadı da. Genelkurmay, Peradtörlerin sınıra doğru bir hareketlilik gözlediğini ve bombardımana bu bilginin yol açtığını söylüyor. Ve onlarca çocuk, bombalanarak öldürülüyor! Bizler, barış duygusunun hakim olması için çabalayanlar, bu katliam karşısında ne diyebileceğimizi bilemiyoruz. Ölü genç bedenler, katırların sırtında, battaniyelere sarılı olarak taşınıyor. Kardeşlerimiz artık konuşamayacak, gülemeyecek, değişen mevsimleri göremeyecek… devlet şiddetiyle çekilip alındılar aramızdan. Ama şunu biliyoruz: barış mücadelimize ara vermeyeceğiz. Ve şunu biliyoruz: bu katliama katılan, onay veren, katliamın siyasi sorumluluğunu yapanlar hesap vermeden, görevlerinden istifa edip de yargılanmadan, 2011 yılı bizim açımızdan asla bitmiş olmayacak. Bu yüzden, hükümet derhal bir açıklama yapmalıdır! Irkçı, savaşı tırmandırmayı hedefleyen açıklamalar yapan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin istifa etmelidir. Açıklamasında 36 sivilin öldürüldüğüne hiç değinmeyen ve bu katliamı teröre karşı mücadele azmine bağlayan Genelkurmay Başkanı istifa etmelidir! F-16'lara sivillerin üzerine bomba yağdırma emrini veren Hava Kuvvetleri Komutanı istifa etmelidir! Biz, küresel barış ve adalet mücadelesi verenler, ne yazık ki bu yıl sonunda, yeni yıl dileklerinde bulunamayacağız. Bir kez daha söylüyoruz: katlimanın sorumluları hesap verene kadar bu yıl bizim için sonlanmayacak! Kerem Kabadayı Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu yürütme kurulu adına
https://yesilgazete.org/savas-karsitlari-uludere-katliamini-protestoya-cagiriyor/
1,397
2,736
UEFA Schalke 04 Kulübü'nün Didier Drogba hakkında yaptığı linans itirazı konusunda karar verdi. Schalke 04 Kulübü daha önce yaptığı başvuru ile Didier Drogba'nın Şampiyonlar Ligi'nde geçerli lisansa sahip olmadığını iddia etmişti. İlgili madde uyarınca takımlar, Şampiyonlar Ligi kadrolarını en geç 1 Şubat'ta teslim etmek zorunda. Drogba'nın bu tarihte lisansının olmadığına dikkat çeken Alman kulübü, FIFA'nın Drogba için 12 Şubat'ta geçici lisans verdiğini, dolayısıyla Galatasaray'ın 1 Şubat'ta lisanssız bir futbolcunun ismini bildirdiğini iddia etmişti. UEFA yaptığı açıklama ile Schalke'nin konuyla ilgili yaptığı itirazı reddetti. Schalke 04'den resmi açıklama Öte yandan Schalke 04, UEFA'ya yaptığı Didier Drogba başvurusunun reddedilmesi üzerine açıklama yaptı. Schalke 04'ün resmi sitesinden yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Sonuç: Başvuru olumsuz sonuçlandı. Schalke 04 kararı kabul etmiştir ve başka başvuruda bulunmayacaktır. Galatasaray'ın resmi sitesinde çıkan haber ve basında çıkan haberlerde Didier Drogba'nın Galatasaray'a transferinin ardından Şampiyonlar Ligi'nde oynamasının kurallara uygun olup olmadığı konusunda başvuru yapılmıştı. Drogba'nın bu maçlarda oynatılmasının legal olup olmadığının anlaşılabilmesi için tek yol bu başvuruyu yapmaktı. UEFA'nın soruşturmasının ardından Drogba'nın Galatasaray'da Şampiyonlar Ligi'nde oynamasının uygun olduğuna karar verilmiştir.” (Eurosport)
https://yesilgazete.org/schalkenin-drogba-oynamasin-talebine-uefadan-ret/
719
1,423
Seferihisar Belediyesi, 5 Şubat Cumartesi günü gerçekleştireceği Yarımada Takas Şenliği ile, tüm Yarımada ve İzmir'deki üreticileri bir araya getirerek ellerinde olmayan (korunmuş) tohumların takas edilmesini ve birbirleri ile iletişim halinde kalmaları için bir kayıt sistemi oluşturabilmek amacı ile gerçekleştirilecek. Tohumculuk yasası gereği tohumlarını ve öz tohumlardan elde edilen ürünlerin satışının yasaklanması ile üretici zor zamanlar geçirmekte. Ancak Yasa Takasa karşı herhangi bir olumsuz yargı ve hatta takas ile ilgili hiç bir yargı içermemekte. Bu da üreticilerin ellerinde tohumların sürdürülebilirliğini sağlamak üzere üreticiye bir şans olarak geri dönmekte. Bu bağlamda Seferihisar Kapalı Pazaryerinde kurulacak stantlarda halkımızı bu konuda bilinçlendirmek, tohum takası sağlamak, iletişimi güçlendirmek amacıyla düzenlenecek şenlikte konusunda uzman birçok konuşmacı da yer alacak. Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, Prof.Dr. Kenan Demirkol, Prof.Dr. Tayfun Özkaya ve üreticiler tarafından verilecek olan konferans ve söyleşiler ile Şenlik bilimsel veriler ile desteklenecektir. 5 Şubat Cumartesi günü Saat 09.00'da başlayacak etkinliğe katılmak isteyen üreticilerin, Seferihisar Belediyesi Strateji Geliştirme Müdürlüğü çalışanı Aslı Odabaş ile temasa geçmeleri gerekmektedir. Bilgi için telefon 0 232 743 39 60/171
https://yesilgazete.org/seferihisarda-tohum-takas-senligi-yapilacak/
635
1,347
Eski parayla bir katrilyon… Dolarla söylersek yaklaşık 600 milyon dolar. Yüz “devlet” ihalesinden elde edilen vurgunun parasal karşılığı bu. Çok hükümetler geldi, çok hükümetler gitti, çok kavgalar yaşandı, çok dövüşler oldu ama soygun hiç bitmedi, hiç bitmiyor. Yaşanan bütün kavgaların asıl nedeni de bu zaten. İktidara gelen, taraftarlarına devlet kesesinden büyük paralar dağıtma imkânına kavuşuyor, iktidarın asıl çekiciliği parayı dağıtma mekanizmasının kontrolünü ele geçirebilmesinde. Bu ülkede medya denen garabet neden köpek eniği gibi “korkuyorum, korkuyorum” diye iktidarın ayakları dibinde yuvarlanıp duruyor, çünkü onlar da bu paradan pay almak istiyorlar. Ortada, halktan topladığın ama halkın denetlemesine izin vermediğin büyük bir para olduğunda her şey çarpılır. Ne savaş biter, ne çete biter, ne kavga biter. Demokrasi dediğiniz şeyin özü, halkın devlete verdiği paranın harcanmasını kontrol edebilmesidir. Demokrasi oradan başlar. Demokrasi istemeyenler niye istemez demokrasiyi? Çünkü paranın denetimini halka kaptırmaktan hoşlanmaz. Devlet parayı canının istediğine dağıtabildiğinde, devletin başına geçen adam da herkesin “patronu” olur, böyle lüksü kim kaybetmek ister? Demokrasi ve “temizlik” sözü veren AKP, ihale yasasını kaç kere değiştirdi biliyor musunuz? On sekiz kere. Niye? Çünkü Avrupa Birliği standartlarını Türkiye'de geçerli olmasını istemiyor. Avrupa Birliği, kendi ihale yasasında özellikle iki meseleyi kesinleştirmek istiyor, birincisi paranın harcanmasını şeffaflaştırmak, ikincisi de bu şeffaflık sayesinde yapılacak binaların, yolların, hastanelerin, okulların, barajların sağlamlığını, dolayısıyla da insan hayatının güvenceye alınmasını sağlamak. Söyleyin bana, insan hayatını güvenceye almak isteyen bir düzen neden Türkiye'de kabul edilmez? “Avrupa Birliği yasaları insan hayatını güvenceye almıyor” diyebilecek bir AKP yöneticisi var mı? Yok. Zaten onun için bu konuyu gündemin dışında tutuyorlar. Muhalefet de sesini çıkarmıyor çünkü bu karanlık sistemin içinde onların müteahhitlerine de pay düşüyor. Medya da sesini çıkarmıyor çünkü o da bu paralardan biraz tırtıklamak peşinde. Biz, parayı, ihaleyi, devlet harcamalarını şeffaflaştırmadığımız sürece burada gerçek bir demokrasi de kuramayız, gerçek bir hukuk sistemi de kuramayız. Bakın, askerî vesayete karşı en çok dövüşmüş parti olan AKP, iş paraya gelince ordunun harcamalarının şeffaf olmasına, halkın gerçekleri bilmesine izin vermedi. İş paraya gelince, orduyu halka tercih etti. Oyu ve parayı halk veriyor ama o paranın ordu tarafından nasıl harcandığını bilemiyor. Paranın harcanmasını bir karanlık içinde tuttuğunuz sürece bir Ergenekon biter bir başkası başlar, askerî vesayeti siyasette geriletir ama parasal konularda ona teslim olursunuz, iktidar mücadelesinde her türlü kolpoyla karşılaşırsınız. Sadece şu son olayda yüz ihalede yolsuzluk tesbit edilmiş. Bu, tek bir dosya. Daha başka neler olduğunu da Allah bilir. Girdiğiniz kaç devlet binasında, çocuğunuzu gönderdiğiniz kaç okulda, üstünden geçtiğiniz kaç yolda malzemeden çaldıklarını biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz tabii, nerden bileceksiniz? Bizim gazeteyi okumayan milyonlarca insan şu anda yüz ihalede vurgun yapıldığı konusunda en küçük bir fikre sahip değil. Ortak bir sessizlikle soyuluyorlar. Dindarı dinsizi de hiç fark etmiyor, hepsi susuyor, Erdoğan “dindar nesil yetiştirmek” istiyor ama o dindarları görüyoruz işte, ağızlarını bile açmıyorlar soygun haberleri karşısında, bizim dindar ya da dinsiz nesillere değil, özgür ve şeffaf bir ortamda yetişmiş “dürüst” nesillere ihtiyacımız var bence. Dindarımız bol da dürüstümüz pek yok nedense. “Bütün dindarlar dürüsttür” diyen biri varsa bana medyada Uludere'ye ve ihale yolsuzluklarına karşı çıkan, gerçeklerin aydınlatılmasını isteyen “dindar” yazarlar göstersin. Bu sistem fersudeleşmiş. Bunu kenarından köşesinden düzeltemezsiniz, temelinden değiştirmek zorundasınız, eşitliği, özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi, şeffaflığı istemek zorundasınız. Yoksa hükümetler gelir, hükümetler gider… Soygun hep sürer, hep sürer. Ahmet Altan – Taraf
https://yesilgazete.org/sel-gider-sistem-kalir-ahmet-altan/
2,094
4,071
İstanbul'un en önemli buluşma noktası İstiklal Caddesi'nde bulunan Latin Katolik Katedrali Saint Antuan'a, tapuda arsa olarak görünen avlusu için yaklaşık 1 milyon liralık emlak vergisi ve cezası kesildi. Katedralin Rahibi Lulian Pişta'nın tepkisi ise son derece açık oldu; “Sultanahmet'in avlusu için vergi ödeniyor mu?” İstanbul'daki en ihtişamlı ve en faal katedrallerden birisi olan Saint Antuan'a, tapuda arsa olarak görünen avlusu için yaklaşık 1 milyon liralık emlak vergisi ve cezası kesilmesi krize neden oldu. Beyoğlu Belediyesi'nin tebliğ ettiği ödeme emri Vatikan'a kadar ulaştı. Papa 16'ncı Benedikt, İtalya'nın İstanbul Başkonsolosluğu'na, “girişimde bulunun” çağrısı yaparak, avlu vergisi ve cezasının kaldırılması için gerekirse dava açılmasını istedi. Mor kuşaklı paskalya Kilisenin Rahibi Lulian Pişta, paskalya törenine cenazelerde takılan mor kuşakla çıkarak, vergi ve ceza nedeniyle “Kara paskalya” yaşadıklarını vurguladı. Hürriyet'e açıklama yapan Pişta, “Kilisemize gönderilen vergi ve ceza paskalya bayramımızı kara paskalya yapmıştır” dedi. Cemaatin desteğini isteyen papaz, azınlıkların haklarını araması gerektiğini söyledi. 288 senelik tarihiyle İstanbul'un tarihi mekanlarından biri olan Saint Antuan Kilisesi'ne kesilen 980 bin TL'lik ceza 19 Mart'ta Beyoğlu Belediyesi yetkililerince tebliğ edildi. Yetkililer, kiliseyi çevreleyen 641 metrekarelik avlu ve eklerinin de kapsadığı alanın tapuda arsa olarak görüldüğü ve Emlak Vergisi'yle ilgili yapılan değişikliğin ardından 1986 yılından itibaren emlak vergisi ödenmediği gerekçesiyle vergi ve cezaların yazıldığını aktardı. Makbuzu teslim alan Pişta, durumu Vatikan'a bildirdi. Papa 16'ncı Benedikt gerekirse yasalar çerçevesinde dava açılmasını istedi. Bunun üzerine başkonsolosluk ve Papaz Pişta, AB ülkelerinin konsolosluklarına durumu aktararak kendilerine destek olunmasını istedi. Maliye'ye görüşü soruldu Papaz Lulian Pişta'nın girişimleri sonucu Beyoğlu Belediyesi, Maliye Bakanlığı'ndan görüş talebinde bulunmaya karar verdi. Maliye Bakanlığı'na 10 gün önce gönderilen yazıda, Saint Antuan Kilisesi çevresinde arsa olarak görünen alan için vergi alınıp alınmayacağı soruldu. Henüz cevap gelmedi. Umarım memur hatasıdır Papaz Pişta, cezayı gördüğünde çok şaşırdığını anlatarak şunları söyledi: “Cezanın 880 bin liralık kısmı 641 metrekarelik avluyu kapsıyor geri kalan kısmı ise birkaç metrekarelik diğer bölümleri. Bizim bu parayı ödeyecek bütçemiz yok. Zaten kilisede çalışanlar da herhangi bir ücret almıyor. Bağışlarla kilisenin giderlerini karşılamaya çalışıyoruz. Çok küçük miktarlarla kiraya verilen iki ayrı işyerinin geliriyle de kimsesizlere yiyecek ve barınma sağlıyoruz. 300 yıldır aynı yerde duran kilisenin avlusunun tapuda arsa görünmesi ve vergilendirilmesi komik. Bunun birkaç memurun yaptığı hata olduğunu düşünmek istiyorum.” Demircan: Ceza ödenmeyecek BEYOĞLU Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan vergilendirme olayının kilisenin yanlış beyanından kaynaklandığını söyledi. Başkan Demircan şöyle konuştu: “Kilise ve avlu tapuda arsa olarak görünüyor. Kilise yönetimi yıllarca bu konuda girişimde bulunmamış. Beyanlarını da söz konusu tapu üzerinden vermişler ve geriye dönük emlak vergisi çıkmış. Bu sorunu kısa süre içinde halledeceğiz. Kilise yönetimine de durumu bildirdim. Bu ceza ödenmeyecek. Cemaat de rahat olabilir.” Sultanahmet'in avlusu için vergi ödeniyor mu SAINT Antuan Kilisesi Papazı Lulian Pişta, “Eğer Sultanahmet Camisi'nin avlusu için ya da herhangi bir kutsal mabet için emlak vergisi alınmıyorsa, kilisemizin avlusu için de alınmamalı” dedi. Saint Antuan'ın tarihi 1230'a kadar gidiyor. Kilisede Osmanlı sarayında çalışan ve ticaretle uğraşan katolik vatandaşlar ve aileleri kutsanırdı. Azınlıklar için güzel düzenlemeler de yapıldı ama bu ceza bizi üzdü AZINLIKLARLA ilgili Türkiye'de son yıllarda yapılan düzenlemeler memnuniyetle takip ettiklerini anlatan Papaz Lulian Pişta, “Ancak böyle garip bir cezayla karşılaşmak bizi üzdü. Bunu cemaatimize anlatmak da en doğal hakkımız. Belediyeyle görüşmelerimiz sürüyor, cezaya idare mahkemesinde itiraz etmek için tebliğ tarihten itibaren 1 aylık süremiz var. Bu sürenin dolmasına az kaldı. Eğer sonuç alamazsak hakkımızı mahkemelerde arayacağız. Çünkü dava açmazsak bu vergi ve cezayı kabul etmiş olacağız.”
https://yesilgazete.org/sen-antuana-agir-vergi-borcu/
2,095
4,287
Pozantı Cezaevin'de yaşadıkları taciz ve işkenceyi anlattıktan kısa bir süre sonra tutuklanan TT hakkında 40 yıl hapis cezası isteniyor. ANF'den Meliha Gündüz'ün haberine göre, Adana'nın merkez Seyhan ilçesi Dağlıoğlu Mahallesi'nde ikametgah eden Şırnak merkez nüfusuna kayıtlı 18 yaşındaki tecavüz mağduru T.T hakkında 6 ayrı suçlamayla 40 yıl hapis istemiyle dava açıldı. İddianamede T.T, “örgüte üye olmak”, “gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet etmek”, “kamu malına zarar vermek”, “örgüt propagandası yapmak”, “polise direnmek” ve “örgüt adına eylem yapmakla” suçlandı. İddianamede gösterilen deliller ise polislerin ifadeleri, mobbese görüntüleri ve çekilen fotoğraflardan oluşuyor. T.T hakkında açılan davanın duruşması 8 Mayıs'ta Adana 6.Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülecek. T.T'nin avukatı Av. Tugay Bek, “Müvekkilimin tutuksuz yargılanması gerekiyor, ruh sağlığı iyi değil. Adana Ruh ve Sinir Hastanesi'nde tedavi gördü. Hastaneden de memnun değildi onun için tedavisini yarıda bırakıp cezaevine gelmek zorunda kaldı” dedi. BAĞIMSIZLARIN KOĞUŞUNA VERİLDİ Müvekkili T.T ile son olarak geçtiğimiz Pazar günü görüştüğünü belirten Av. Bek, “Müvekkilimle görüştüğümde durumu iyi değildi. Kendisi siyasilerin kaldığı koğuşa girmek istemesine rağmen cezaevi yönetimi onu bağımsızların koğuşuna vermiş buda onu çok rahatsız etmiş. Pozantı'yı anlattığı için bu uygulamaya maruz kaldığını ve yakalandığını düşünüyor” diye konuştu. TT Pozantı Cezaevi'ndeki hak ihlallerini kamuoyu gündemine taşıdıktan kısa süre önce intihar girişiminde bulunduğu için sevkedildiğin hastanede adli bir mahkumun saldırısına uğradı. Adana Şube Başkanı Osman Kara da TT'nin tedavisinin cezaevi dışında yapılabilmesi için Adalet Bakanlığı'na yazılı olarak başvurduklarını söyledi.
https://yesilgazete.org/sen-misin-cezaevindeki-tecavuzu-ortaya-cikartan/
929
1,756
Yıllardır anılan ama somut bir adım atılmadığı için hayalet projeye dönen Kanal İstanbul bir kez daha gündemde. Daha çok değişen güzergâhlarıyla medyada yankı bulan Kanal İstanbul'u bu sefer de Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan gündemimize taşıdı. Seni baştan yaratıcam İstanbul! Arslan'ın çılgın açıklamaları İstanbul'u bekleyen makus kaderin habercisiydi. Bakan projede önceliği köprülere vereceklerini söylüyor ve ardından ekliyordu “Kazı başlar başlamaz eşzamanlı hemen köprüyü yapacağız. Önce köprüler yapılmak zorunda ki oradaki trafik akışı aksamasın”[i]. Trafikle ilgili icatlar bitiyor sıra kentin sadece mimarisini ve peyzajını değil, topografyasını da tepeden tırnağa değiştirecek alt projelere geliyordu. Arslan anlatıyordu: “O güzergâhta yapılacak çalışmaya bağlı olarak da ilave tatlı su kaynaklarını da oluşturacağız, barajlar da dâhil buna. Buradan çıkacak hafriyatla biz 3. havalimanında tamamı kömür ocaklarından kaynaklı birçok bataklığı, çukurları doldurduk ama onun dışında daha doldurulması gereken yerler de var. Onları da inşallah doldurup oraları da yeşillendireceğiz. Çıkacak malzemeyi kullanmak adına adalar yapacağız… Adalarla birlikte Marmara denizinde liman da yapmayı öngörüyoruz. Özellikle kruvaziyer limanı dâhil olmak üzere. Kanalın giriş tarafına. Karadeniz tarafına dolgu şeklinde ileriye doğru doldurma da olabilir ada da olabilir”. Su projeleri ve çevre sorunlarında konuşan bakan Arslan “Trakya'da diyelim ki ilave barajlar yapılacak, onu da DSİ ile birlikte çalışıyoruz… Aynen Marmaray gibi. Melen çayından DSİ su getirdi ya boğazın altından geçirdi. Onun gibi kanalın altından geçireceğiz suyu… Biz bu projeyle emin olun ki çok daha fazla yeşil kazandıracağız. Çok daha fazla ağaçlandırma yapacağız”. Peki, Gezi Parkı ve Maçka Parkı gibi üç beş kent parkı bile kıyısından köşesinden betonla tünelle kırpılırken bu nasıl olacaktı? Son yıllarda kentlerimizde moda olan tünel girişlerinde yapılan dikey bitkilendirme çalışmalarıyla mı? Ya da Karaköy İskelesi'nde olduğu gibi beton saksılarda ağaçlar mı serpiştirilecekti boş kalabilmiş bir kaç meydana? Belki de en iyisi betona batmış İstanbul'u hepten yeşile boyayıp işi tertemiz bitirmekti. Yepyeni ve yemyeşil beton yığını bir İstanbul… Orta Doğu'nun diğer kanalları Bakan'ın diğer kanallarda incelemelerde bulunduklarını söyleyip “Dünyada Süveyş de dâhil benzer kanalları da inceliyoruz. Tabii her birinden alabileceğimiz şeyler var” deyince dünyanın kanallarına şöyle bir bakmak şart oldu. Şu bir gerçek ki dünya ticaretinin %80'i deniz yoluyla yapılıyor. Akdeniz ve Kızıl Deniz üzerinden Hint Okyanusu'nu birleştiren Mısır'daki Süveyş Kanalı ise tek başına bu ticaretinin %10'unun geçiş yolu. Kanalları hükümetler için bu kadar çekici kılan da bu. Son yıllarda Orta Doğu'da da çeşitli kanal projeleri gündeme gelmeye başladı. Bu projeler dünyanın çehresini değiştirecek ölçekte. Çılgınlıkta birbirleriyle yarışın bu projelerden biri de Mısır'ın Süveyş Kanalı. 1869'dan beri faaliyette olan tarihi Süveyş Kanalı'na paralel olarak 2 sene önce yapılan 'Yeni Süveyş Kanalı'nın inşaatı geçtiğimiz bir yılda tamamladı. Bu kadar büyük ölçekli bir projenin deniz ve kara ekosistemleri üzerindeki olumsuz etkileri üzerine konuşacak olursak projenin Akdeniz'de var olmayan başta zehirli denizanaları olmak üzere çeşitli deniz canlılarını Akdeniz ve Karadeniz'e getireceği kesin. Ayrıca kanal çevresindeki toprak kullanımı da baştan aşağı değişiyor. Kanal etrafında yeni bir endüstriyel bölge de olacak. Kanalın politik ve ekonomik etkisi sadece Mısır'la da sınırlı değil. İsrail de Mısır'la tarihi boyunca yaşadığı çeşitli sıkıntılardan yola çıkarak kendi kanal projesini hazırlamış durumda. Mısır'ın 1967-1975 yılları arasında Suveyş Kanalı'nı İsrail'e kapatmış olması dolayısıyla Akdeniz'de büyük doğal gaz rezervi bulan İsrail, Mısır'a bağımlı olmak istemiyor. Mısır'dan bağımsız yeni bir kanal oluşturmak için Akdeniz'deki Ashdod'dan Kızıldeniz'deki Eliat limanı arasında bir 'ticaret koridoru' açıyor. 163 kilometre uzunluğundaki bu su kanalı, Süveyş'e alternatif 350 kilometre uzunluğunda yük trenli ve otoyollu bir koridor. Bu su kanalı Akdeniz-Kızıldeniz-Hint Okyanusu arasında yeni bir ticaret yolu oluşturmayı planlıyor. Bir de dünyanın en büyük iç denizi olan Hazar Denizi'ni Basra Körfezi'ne bağlamaya yarayacak bir kanal projesi gündemde. Hazar Denizi batıda Azerbaycan ve Rusya, kuzeydoğu ve doğuda Kazakistan, doğuda Türkmenistan, güneyde İran toprakları ile çevrelenmiş bir iç deniz. Yaklaşık 200 yıllık bir rüya olan 'Hazar Denizi-Basra Körfezi Kanal Projesi'nin 700 kilometre uzunluğunda olması planlanıyor. Panama Kanalı'nın 77 km olduğu düşünülürse, 9 kat büyüklüğündeki bu projenin boyutları daha iyi anlaşılıyor. Bu projeyle İran ve Rus petrol ve doğalgazını Çin ve Hindistan'a taşıyarak büyük bir enerji koridoru oluşturmayı hedefliyor. Böylece Doğu Avrupa ve Moskova'dan Hindistan ticaretinin kalbi Mumbai arasında 40 gün süren kargo taşımacılığı, 14 güne inebilecek. Bu gerçekleşecek olursa, Rusya ve İran ile Avrupa, Hindistan ve Çin gibi büyük ithalatçılar arasında yeni ticari yolu alternatifi olaşacak. Türkiye'nin kanalı da Kanal İstanbul mu olacak? Bu kanal projelerine özenen Türkiye, Kanal İstanbul'la Karadeniz ve Akdeniz arasındaki gemi trafiğini rahatlatmak istiyor. Ancak yıllardır konuşulmasına rağmen projenin kesin konumu ve teknik özellikleriyle ilgili olarak erişilebilir resmi bilgi ya da teknik belge hala yok. Projenin bilimsel olarak mümkün olup olmadığı dikkate bile alınmıyor. Emlak sektörü ihya olsun, toprak değer kazansın diye de böyle bir proje yapılabilir mi? Biz orijinalinden daha güzel Boğaz yaparız diyerek proje yapılır mı? Yapılırsa bunun ekolojik, ekonomik ve politik etkileri nice olur? Bu sorulara hiçbir yetkiliden cevap yok. Kanal İstanbul nelere mal olacak? Sadece İstanbul'u değil, Karadeniz çevresindeki tüm ülkeleri de etkileyecek bir projeden bahsediyoruz. Tatlı ve tuzlu tüm su varlıklarını etkileyecek bir çılgınlık bu. Derinliği 2 bin metre olan Karadeniz'deki suyun tuzluluk oranı oldukça düşük. Zira Tuna, Dinyeper, Dinyester ve Don nehirleri bu denizi tatlı suyla doldururken, İstanbul Boğazı da boşaltıyor. Bir buharlaşma havzası olan Akdeniz ise yazın sıcağı ve kışın kuru poyraz rüzgârlarıyla sürekli su kaybeder. Kaybedilen bu suyun eksikliğini, Karadeniz'in suyu İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçerek tamamlar. Karadeniz'i besleyen kaynakların tatlı su olmasına karşın suyundaki tuzluluk, boğazların altından ilerleyen ters yöndeki akıntılardan kaynaklanır. Birbirine karşı yönde ilerleyen bu iki akıntı teğet geçmez; Boğaz'ın dip yapısı nedeni ile birbirine karışır. WWF (2015)[ii] raporuna böyle bir durumda İstanbul Boğazı'na paralel 25 metre derinliğinde yeni bir kanal açmak, havuza giren suyu arttırmadan ikinci bir musluk takmak demektir. Havuz boşalır ama deniz boşalmasa da Akdeniz ile Karadeniz arasındaki 30 cm yükseklik farkı zamanla azalıp 10 cm'ye kadar inebilir. Bu durumda su seviyesi düşmez (çünkü bu eksiklik Akdeniz suyuyla tamamlanır) ama Karadeniz'in tuzlanma oranı yükselir. Marmara Denizi'nin yapısı ne Süveyş'e ne de Panama'ya benzemediği için Bakan Arslan'ın dediği gibi “her bir projeden bir şey alarak” eklektik bir kanal projesi oluşturulamaz. Aynı rapora göre derinliği 25 metre olan ikinci bir musluk açıldığında Karadeniz'in suyu Marmara'ya daha hızlı akacak, bol besinli üst tabaka zaten çan çekişen alt tabakaya baskı yaparak oksijenin hızla azalmasına neden olacaktır. Oksijen bittiğinde ise geri dönüşü olmayan bir noktaya gelinmiş olacak. Kanal kapatılsa bile Marmara ölü bir denize dönüşecektir. Zamanla Karadeniz'in de ekolojik yapısı bozulacaktır. Hukuksal boyuttan bakıldığında da sorunlar var. Kanal İstanbul projesinin 1992 yılında imzalanan Bükreş Sözleşmesi ve 2011 yılında yürürlüğe giren 'Karadeniz Biyolojik Çeşitlilik ve Peyzajın Korunmasına ilişkin Protokol' başta olmak üzere Türkiye'nin imzaladığı pek çok anlaşmayla ters düşüyor. Bu proje sadece İstanbul'u değil, Karadeniz'e kıyısı olan ülkeleri de ilgilendiriyor. Kanal projesi 3. Köprü, Kuzey Marmara otoyolu, 3. Havalimanı ve bunların etrafında gelişecek yeni yerleşim yerleri ile birlikte düşünüldüğünde iklimi değiştirmesi, su varlıklarını kirletip yok etmesi, ormanı ortadan kaldırması, toprak yapısını alt üst etmesi gibi pek çok ekolojik maliyeti olacak bir proje. Ey yetkililer, iklim değişikliğini bilir misiniz? Geçtiğimiz ay Climate News Network (İklim Haberleri Ağı) İstanbul'u doğrudan ilgilendiren bir haber yayınladı. Bu habere göre 2100 yılına gelindiğinde iklim değişikliğinin kaçınılmaz sonuçları olan suların yükselmesi, sel ve kasırga gibi olayların 19 mega kıyı kentinde yaratacağı hasarın yılda 40 milyar dolara ulaşması bekleniyor. İklim değişikliğine bağlı deniz seviyesi yükselmesi sonucunda en fazla etkilenecek 19 Avrupa mega kentini konu alan haberde İstanbul ilk sırada yer alıyor[iii]. Dünyadaki karasal alanın beşte birine tekabül eden ve toplam dünya nüfusunun onda birine ev sahipliği yapan 10 metreden yüksek olmayan yerleşim yerleri yükselen sular ile mücadele etme ve yok olma tehlikesi altında. Ve İstanbul en fazla etkilenecek Avrupa mega kentlerinin başında (Bkz. Tablo 1)[iv]. Şimdi yetkililere soruyoruz. Sizin 2015 tarihli WWF raporundan veya iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel çalışmalardan haberiniz var mı? Bir kısmı sular altında kalacağı şimdiden bilinen bir kıyı kentine böylesine ekolojik, siyasi ve ekonomik tehditler yaratan bir projeyi nasıl yaparsınız? Bu projeye bağlı limanlar, yapay adalar, göletler, barajlar, su yolları, yollar, köprüler, yeni yerleşim alanları, bunların getireceği 3,5 milyonluk nüfus İstanbul üzerinde nasıl bir kümülatif etki yaratacak hiç oturup düşündünüz mü? Bırakın Orta Doğu'nun su rekabeti ve çatışmaları üzerinden giden 'kalkınma' yarışını da, sizin dünyanın gidişatından, gezegenin halinden haberiniz var mı? Son notlar: [i] T24 (11 Nisan 2017). Çevre Ulaştırma Bakanı, Kanal İstanbul projesini anlattı: Önce köprüler yapılacak. http://t24.com.tr/haber/ulastirma-bakani-kanal-istanbul-projesini-anlatti-once-kopruler-yapilacak,398510 [iii] Yeşil Gazete (14 Mart 2017). İklim değişikliği İstanbul ve İzmir dahil 19 mega Avrupa şehrini vuracak. https://yesilgazete.org/blog/2017/03/14/iklim-degisikligi-istanbul-ve-izmir-dahil-19-mega-avrupa-sehrini-vuracak/ [iv] Adabie, L. M. ve diğerleri. (16 Aralık 2016). Climate Risk Assessment under Uncertainty: An Application to Main European Coastal Cities. http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fmars.2016.00265/full Akgün İlhan
https://yesilgazete.org/seni-bastan-yaraticam-istanbul-cilgin-proje-yine-gundemde/
5,094
10,563
Birleşmiş Milletler Dünya Meteoroloji Örgütü, atmosferde sera etkisi yapan gazların yoğunluğunun rekor seviyeye çıktığını açıkladı. Örgütün Cenevre'deki merkezinden yapılan açıklamada, 2009 yılında sera etkisi yapan gazların oranının sanayi devriminden bu yana görülmemiş düzeylere tırmandığı duyuruldu. Kimi bilim insanları, bu gidişatı engellemek için muhtemelen dünyanın fosil yakıtlarını kullanmaktan tamamen vazgeçmesi gerekeceğini söylüyor. Birleşmiş Milletler Dünya Meteoroloji Örgütü, 2009 yılında atmosferdeki karbon gazlarının sanayi devriminin başlangıcına kıyasla yüzde 38 arttığını belirtti. Atmosferdeki metan gazının da yükseldiğini kaydeden araştırmacılar bunun sebebini kutup bölgesinde artan hava sıcaklığına bağlıyor. Kutuplarda donmuş toprak ısındıkça, yüzyıllardır toprağın altında hapsolmuş metan gazı atmosfere karışmaya başlıyor. Sera etkisi yapan gazların ulaştığı rekor seviye, geçen yıl Kopenhag'ta düzenlenen uluslararası iklim zirvesinde hükümet liderlerinin zorlu pazarlıklarla üzerinde anlaştığı ”küresel ısınmayı 2 santigrat derece ile sınırlandırma” hedefinin ne kadar gerçekçi olduğu konusunda soru işaretleri uyandırdı. Cenevre'den yapılan bu açıklamaya ilaveten, birbirinden ayrı üç bağımsız iklim enstitüsü şimdiye kadarki veriler ışığında 2010 yılının kayıtlara geçmiş en sıcak yıl olacağını tahmin ettiklerini bildirdiler. (BBC)
https://yesilgazete.org/sera-etkisi-yapan-gazlar-rekor-seviyeye-tirmandi/
706
1,367
Serdar Turgut'un aksam gazetesindeki ''terörist olmadığıma pişmanım'' yazısına İnci Hekimoglu çok güzel cevap yazmış. Terorist olma rehberiyle Serdar Turgut'un bu treni kaçırdığını yazmış Hekimoglu. Bende düşündüm tasındım genel yayın yönetmenlerine yağ dökmekten ve şehri İstanbul'da ki ''dağ adamlarından'' çektiği ezadan kurtulması için Serdar Turgut'a yardımcı olunması gerektiğine karar verdim. Yardım derken hani dağ koşullarına alışması anlamında, yanlış anlasılmasın. Bu değerli şahsiyete tavsiyem su olacak; Kandil'i Mandil'i bilmem ama bizim koyun koşullarında adaptasyon denemesi yapabilir kendisi. Zira Anadolu'nun birçok dağ köyünde olduğu gibi bizim köyde de doğa koşullarıyla mücadele ederek yasamak için gerçek bir survivor olmak gerek. Bu konuda kendisine eşlik ederek yardımcı olacağıma dair söz veriyorum hem de istediği zamanda. Bizim koy Dersim yani senin anlayacağın Tunceli il merkezine 25 km mesafede, Pülümür Vadisi üzerine konuşlanmış yalçın dağların eteğinde kurulu Dizik adında şirin bir koydur, daha doğrusu köy idi.90'lı yıllarda güvenlik gerekçesiyle boşaltıldığı için simdi kimseler yasamıyor ama olsun derme çatma yarısı yıkık bir iki ev ayakta duruyor hala.Manzarası,havası,suyu eşsizdir. İste orada bir adaptasyon denemesi yapabilir. Gerçi köy olmaktan cıkmış bu virane yerde yasamak dağda mağara ya da kovuklarda yasamanın yanında Hilton gibi lüks kalır ama olsun çok istekli olan Serdar'a bu torpili geçmek te sakınca yok sanırım. Bizim köye çıkmak için ilk olarak vadinin en altında yer alan karayolundan köye doğru S seklinde ki zikzaklar ve ucurumlarla dolu patika yoldan 1 saat yürüyüş yapmak gerek. Bizler çocukluk yıllarında henüz orada yasıyorken, oyun havası içinde bir tazı gibi defalarca çıkıp inebiliyorduk. Ama bu yıl gittiğimizde köye çıkıp inmek abartısız 5 saatimizi aldı. Öyle ki özellikle çıkışta bacakların kopar gibi oluyor insanın. Çünkü yol hem dik hem de dar olduğu kadar sivri taslar, diken ve ağaçlarla kaplı.Serdarcıgım bilesin ki her iniş-çıkışta bir pabucun saftı kayıveriyor. Senin için durum biraz daha zorlaşıyor tabi. Yumuşacık, tonton ayakçıklarını korumak için 5-10 çift sağlam timberland ayakkabı ve bol miktarda çorap almanı öneririm. Kazara şort falan giyeyim deme bacakların, ayakların yarık çiziklerle haritaya döner. Tabi bizim bölgede karasal iklim hakim olduğundan öğlen vakti güneş altında yürümemek için sabah erkenden henüz güneş dogmadan yola çıkmak gerek, aksi durumda hiç sakası yok güneş altında pancara dönersin valla. Zınk diye yolun ortasında kalıverirsin inan ki,oyle yardıma koşacak 112 acil servis falan da yok bilesin. Görünüşüne bakılırsa kıç ve göbekten biraz yağlı olduğundan 60 derecelik eğimde daha çok zorlanacaksın eminim ama gerekirse dayımların eşeğini senin için getirebiliriz. Gerçi senin gibi şehirli tontişlerden pek hoşlanmaz ama olsun. Eğer inatçılığı tutarsa katır kiralarız, o da inatçılık yaparsa ne yapacağımızı ben de bilmiyorum doğrusu. Serdarcığım bizim orada yürüyüşlerde öyle aşırı terliyorsun ki hemen susayıveriyorsun. İlginçtir her ceşme basında kana kana su içmene rağmen akşama kadar küçük tuvalete gitme isteği bile duymuyorsun. Terin hemen buharlaştığından cildin kupkuru oluyor.İlk zamanlar hem rakımdan, hem oksijen fazlalığından, hem de havadaki nem oranının düşüklüğünden burnun, yüzün, gözün de yanma, kuruluk, kasınma hissedersin. Bir hafta sonra alışıyorsun artık. Sinekler öyle bir üşüşüyor ki hem de binlercesi inan abartmıyorum olumu bile tercih eder hale geliyorsun bazen. Hele senin gibi besililere bayılıyorlar. Bir gün içinde vücudun kıpkırmızı beneklerle doluveriyor. Hatta bizim köylülerin bununla ilgili uydurdukları bir söz vardır.''Bıra name tayi Dızıke, mordem kenu vızıke''.(Buranın adı Diziktir adamı vızıldatır mealinden) Köyde ve dağda yürürken bastığın her yere dikkat etmelisin her an dev bir yılan, akrep vs önüne çıkabilir. Özellikle su kaynaklarının olduğu yere. Buralar hem hayvanların su ihtiyacını giderdikleri yerdir hem de av sahalarıdır. Öyle İstanbul sokaklarındaki gibi kaykıla kaykıla mesela ceşme basına su içmeye gidersen, vallahi olmaz olmaz deme bir gün mutlak bir yılan seni sokuverir. O yüzden köye 100 mt uzakta olan çeşmeye her gittiğinde önceden mutlaka bağır çağır yani ben âdemoğlu suya geliyorum mesajı ver ki civarda bulunan yılanlar mutlaka uzaklaşsın. Bastığın yerlere dikkat et. Hep aynı hat üzerinde yürümelisin. Eskiden yoktu malum simdi bir de bölgemizde nur topu gibi mayın sorunu var bilesin. Her kesin kafasına göre gömdüğü ama yerini bilemediği. Kösende her konuya bodoslama daldığın gibi öyle ormanlık alanlara canın her istediğinde dalma sakın. Oralar da domuz, ayı, kurt doludur. Gerçi zavallı hayvanların yasam alanlarıdır buralar onları tehdit etmediğin surece sana karışmazlar ama yine de belli olmaz acemice atacağın bir adım seni onlarla karsı karsıya getirebilir. Bu yüzden dağ koşullarının raconuna uymalısın mutlaka. Ama kısa zamanda alışırsın bunlara. Çeşmeden suyu kendin taşıyıp ihtiyacını karşılıyorsun. Isıtmak için gerekli odunu da.Temizlige düskünsen eger her gun duslu banyo yok bilesin neyse ki havası cok temiz oldugundan haftada bir banyo yetecektir sana. Öyle cafe restoran falan da yok, yalnız koy meydanında adını rest cafe koyduğumuz karşılıklı iki ceviz kütüğü ile genişçe bir sal tasından teşkil ettiğimiz harika manzarası olan bir mekânımız var ama servis yok.Sadece oturup dinleniyorsun ama olsun yorgunluktan sonra burada oturmanın verdiği keyfi inan ki Reina'da bile almıyorsun. Köyde tuvalet falan yok tabi, yumuşak poponu koyacak alafranga klozet bekleme sakın. Oturarak gazete, dergi okuma fantezin varsa onu da unut gitsin. Şehir yaşamındaki gibi iki isi bir arada çıkaramıyorsun ne yazık ki. Tuvalet ihtiyacın için kıçını ya derelere ya da bir kaya kovuğuna vurmak zorundasındır. Eskiden koyun ortak bir tuvaleti vardı ama simdi yerleşim olmadığından buna mecbursun. Zaten fazla yeme içme olmadığından öyle İstanbul'daki gibi sık tuvalet ihtiyacı duyacağını sanmıyorum. Bir de tuvaletin gelirse sakın ha geceye bırakma, çünkü zifiri karanlıkta evlerin iki adım ötesine gitmektense altına yapmayı tercih edersin. Ha bu arada geceleri köy ayılarla domuzlarındır bunu da bilmen de yarar var. Ayrıca bizim oraların Temmuz Agustus aylarında gündüz 40 derece sıcaklık olurken geceleri öylesine soğuktur ki parkalarla oturmak, kalın yorganlara sarılarak yatmak zorundasındır. Yaz gecelerinde bile öyle bir soğuk yersin ki yüzün gözün daima sis ve yanık görünür canım ciğerim. Bütün Serhat illerine Keban'dan gecen elektrik direkleri koyumuzun tam karsısındadır ama elektrik-melektrik bizim oralara 30 yıl sonra tam gelmeye başlamışken köylerimiz boşaltıldı.nasiplenemedik anlayacagın. Belki senin sayende köyümüze elektrik gelir de bu vasıtayla senin de yararın dokunmuş olur. Koyun civarında ki yollar öyle asfalt ve düz değil,daracık patikadır hepsi s seklinde kıvrılarak tırmanır ya da iner. Bu yüzden eğer iki ya da daha fazla kişi yürüyorsanız özellikle dere yataklarında bulunan bolca taslar yuvarlanıp aşağıdaki kişiyi öldürebilir ya da sakat bırakabilir. Çok sakat insan vardır bizim oralarda zaten dikkatini çekecektir bu durum ve tabi sen bunun nedenini soracaksındır.İste sebeplerinden biri budur Serdarcığım. Dağda yaşama fantezini bozmak istemem ama inanı ki absurd görünen her şey sonuna kadar gerçektir. Bizim oranın deyimiyle hem vallahi, hem billahi… Ha bu arada cinsel fantezinle ilgili duydum ki Rojin seni mahkemeye vermiş. Haklı tabi. Buralarda sakın öyle bir şey ne söyle ne de yanlış davranışta bulun. Hani nasıl söylerler adamın kestanesini anında çizerler inan. Soylentiler yüzünden dahi çok insanın kurban gittiği pek sık yaşanmıştır buralarda. O yüzden c..kune sahip olmanı öneririm. Sevgili Serdarcığım bütün bu yazdıklarım yaz koşullarının gerçeğidir. Kısın da 2-3 metre kar yağar, sık sık çığ düşer. Çok insan çığ altında kalmıştır bizim oralarda. Kışa hazırlık için yaz boyu odun toplamak, hayvanların kışlıklarını hazırlamak için yaprak kesmek zorundasındır ve bunlar aylar alır. Öyle İstanbul'daki gibi genel yayın yönetmenlerine methiyeler düzmekle yaşanılmıyor oralarda. Araba giremediği için her şeyi kendin taşımak zorundasındır. Geçmişte yokluktan insanların bir kışı palamut ve helige denilen bitkiyi yiyerek yasayabildikleri dönemler çok olmuştur. Umarım dağda yasama fantezini kursağında bırakmamışımdır. Ama gelmeye karar verirsen emin ol ki orada doğayla kurduğun birebir temas fiziken fazla kilolarından kurtulmanı ve tığ gibi bir delikanlıya dönüsmeni saglayacaktır.. Ciğerlerin açılacak, eklemlerindeki paslar sökülecektir. Tabi beynindeki yanlış yazılımlardan da sıyrılarak özgürleseceksin inan.Dersim'in bu şirin koyu sana apayrı ruh ve karakter verecek hayata bakısın değişecek. Türk, Kurt ya da baska bir şey olmaktan ziyade bir insan olduğunu hatırlatacaktır.Savaşın dili yerine barışın dilini kullanmaya baslayacaksın eminim. Yapamaz da donmeye karar verirsen, senin deyiminle şehirdeki ''dağ adamları'' için olmasa da düşünen insan için okunması gereksiz uyduruk yazılardan vazgeçip adam gibi durusu olan ciddi yazılar yazmaya baslarsın belki. Bu durumda seni de adam yerine koymaya başlarlar herhalde. Yazılacak daha nice sey var köye dair satırlara sığmayan, artık onları da yuz yuze anlatırım sana. Sevgili Serdarım Turgutum yazdıklarımda ve davetimde çok ciddiyim yeter ki sen gelmeye karar ver.
https://yesilgazete.org/serdar-turgut%E2%80%99a-davetimdir/
4,552
9,366
Muğla'da Şerzan Kurt adlı üniversitelinin polis kurşunuyla öldürülmesi iddiasıyla ilgili tazminat davasında savunması istenen İçişleri Bakanlığı, mahkemeye ilginç bir cevap gönderdi. Bakanlık, 1.5 yıldır 'adam öldürme' iddiasıyla tutuklu yargılanan polis Gültekin Şahin'in 'görevini yaptığını' savundu ve “Kusur Şerzan Kurt'a aittir. Kendisinin o saatte kargaşa içinde bulunmuş olması bu sonucu doğurmuştur” dedi. Muğla Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nde okuyan 21 yaşındaki Şerzan Kurt, 12 Mayıs 2010'da kentteki olaylar sırasında, iddiaya göre, polis Gültekin Şahin'in silahından çıkan kurşunla ölmüştü. Şahin cezaevine konulurken, dava Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmeye başlanmıştı. Şahin, 'olası kasıtla nitelikli adam öldürme' savıyla halen yargılanıyor. Bu arada Kurt ailesinin avukatları Muğla 2. İdare Mahkemesi'nde İçişleri Bakanlığı aleyhine dava açtı. Radikal gazetesinin haberine göre, Bakanlık adına hukuk müşaviri Ahmet Hamdi Nayir, 23 Eylül 2011'de verdiği yanıtta tek sorumlu olarak Kurt'u gösterdi: “Dava konusu olayda kolluk kuvvetleri Muğla Üniversitesi'nde çıkan olaylar sebebiyle ortalığı yatıştırmak için polis Gültekin Şahin'in, amirinden izin almak suretiyle havaya birkaç el ateş ettiği ancak davacıların yakınının, yapılan ateş sonucu vefat ettiği anlaşılmaktadır. Polisin görevlerini yaparken direnişle karşılaşması durumunda bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde zor kullanma, silah kullanma yetkisi her zaman vardır. Dava konusu olay da bu kapsamda olup polisin silah kullanma yetkisi olmuştur. Olayların bu noktaya gelmesinde kusur tamamen Şerzan Kurt'a aittir. Hukuka aykırı davranmanın hiçbir mazereti olamaz. Kendisinin o saatte o kargaşa içinde bulunmuş olması bu sonucu doğurmuştur.” (Ntv)
https://yesilgazete.org/serzan-kurt-da-kendini-vurdurtmasaydi/
883
1,761
Bir düşten uyanmıştım taptaze… Bahar tazeliğinde… Güzelliklere açılan aydınlık pencerelerden bakıyordum yaşama. Geleceğin o büyük anlamlar yüklediğim dünyasına. Yürüyordum durmaksızın dinlenmeksizin. Ne bir yorgunluk hissediyordu bedenim ne de zorluk. Öylesine gülümsemeler vardı ki yüzümde öylesine sıcak. Gülüşlerim ısıtıyordu geldiğinde buza kesen soğuğu yılgınlığın. Geldiğinde karamsarlık. Bir gülüşün eşlik ettiği türkülerde buluyordum kendimi yeniden. Bir düşten uyanmıştım. İlerleyen devinen üreten bir tarihsel eylemliliğin dinamiklerini yaşantılayan bir düş. Özlemleri sevgiyle yoğurup, paylaşımları bilinçle haykırıyordum hep birlikte yarına uzanan günde güneş ışığıyla dolmuş göğüs kafesimden gelen umut dolu çağrışımlar heyecanlarla coşkuyla. Bir düşten uyanmıştım karanlıkların bile anlamlı olduğu. Bazı yalnızlıklarda içsel devinimlerimle paylaştığım sorgulama süreçlerinde kendimi yeniden kendimde bulduğum karalıklardı o karanlıklar. Düşman değil dost. Anlamların yoğunluğuyla dolu bir bilinç taşıyor o anlamlar için savaşıyordum. ve uyandım. düş bitti. karanlık gölgelerde yaşar oldu bilincim. gerçekliğin yakan ateşinde kavruldum gerçeklerin aleviyle yandım. tazelikler birer birer bayatlarken kurumaya başladı varlığımın özünde yeşeren fidanın yaprakları. düşlerimden kalan direniş gücüyle karşı koymaya çalıştım tükenişe ama tükeniş çürüme yozlaşma ve yabancılaşma ve hiçlik duygusu ve anlam boşluğu ve duygu karmaşası anlık değişen ruh hali dimdik duruyordu karşımda varoluşun acısıydı saran benliğimi varolmanın gerçekliği ölümün gerçekliği. Amaçların yerini aldı zorunluluklar… Varoluşun doğası zorlamaya başladı. Varoluşun gereklerine göre yaşamaya. Kolektif bilincin, ortaklaşmanın ve örgütlülüğün boyverdiği düş bahçelerinden bireyci yabancılaşmanın duyarsız yaşamın korkaklığın ve tektipleşen tekilliin dünyasına düştüm. adem gibi havva gibi Soyutlandım inançlarımdan soyutlanmaya zorlandım. Değer yargılarım birer birer boyun büktüler, gerçekliğin acımasızlığı karşısında. Ölümün gerçekliği karşısında. asi bir dirençle boyun eğmeksizin devrimci bir dik duruşla karşılamak ve anlayan gözlerle bakarak hayata okuyarak insanı insana gelen süreçte devinen değişen evrilen doğayı evrenin sonsuzluğu ve sınırsızlığındaki kaosu farkederek anlayarak sorgulayarak yaşam denen süreci artık geride kaldı herşey düşlerde insanı insan yapan düşlerde acımasız bir hoyratlığın şiddetinde yitirdim çocuksu sevincimi ve dünyayı saran yokedici ilişkiler ağına kapıldı umutsuzluğumla beslenen ifadesi gözlerimin. Seyirci kalmanın onursuzluğuyla, kendini bırakarak yaşamak kendinden kaçarak düşerek günlük zevklerin ve çıkarların peşine kapılarak aldatan dünyasına.. İçgüdülerinin basit beklentilerin ve ucuz mutlulukların ucuzu ucuzuna satarak insanlığını, kredi kartlarına yüzde 90 a varan indirimlerle yaşamak. Kapılmak kendini tüketmiş insancıkların ilişkilerine … Boş ve anlamsız sözcüklerle büyüyen aptal sohbetlerle avunarak yaşamak. Sevginin yalan olduğu ve yalanlara kurban edildiği zeka pırıltısından uzak zavallı korkakça düşüncelerle yorumlamak hayatı insanı böyle anlamak böyle ahmakça…. Sevginin ve aşkın gerçek anlamından koptuğu, boşalma isteğinden başka bir anlama gelmediği dokunmanın sevgiliye … Ve bencilliğimizi doyurması için bencilce hissettiğimiz duyguların aşk diye adlandırıldığı kirlendiği bir dünyada yaşamak en güzel duyguların. uzun konuşmaların altındaki boşluk ve konuşanın gözündeki inançsızlık niyetlerdeki sahtelik ikiyüzlülük yiten anlamlar yiten umutlar ve yiten kendi oluşlarımız. Nedir anlamı hayatın ? Verili düzenin koşullaına uyum sağlayıp, fayda maksimizasyonu yaparak varolmak mı? Basit küçük zevklerin ve mutlulukların peşinde koşup doyurmak mı dişiliğimizi ve erkekliğimizi ve her ürediğimizde bizden üreyenlerle yeniden üretmek mi bu kahpe çarkın aşağılık düzenini … nedir hayatı anlamın nedir nedir nedir nedir uyandım düşlerden ama sıcaklığı hala yüreğimde… taptaze bir bahar gibi… ve çocuksu gülüşlerimi özlerim her sabah çocuk umutlarımı özlemlerimi hayallerimi sevincimi özlerim insan olma onurunu…
https://yesilgazete.org/sevincimi-ozlerim-insan-olma-onurunu/
2,118
4,060
BEN KONYA'NIN SEYDİŞEHİR İLÇESİNDE OTURUYORUM.. . İLÇEMİZDE CE-KA ADLI ALİMİNYUM FABRİKASINI ALAN ŞİRKET ŞUAN İLÇEMİZE TERMİK SANTRAL YAPMAKTA… ANCAK KÜRESEL ISINMA GERÇEĞİ ÖNÜMÜZDE DURURKEN BUNU HANGİ MANTIKLA YAPIYORLAR SEYDİŞEHİR HALKI OLARAK BİR TÜRLÜ ANLAYAMDIK.. . SEYDİŞEHİR HALKI BU SANTRALE KARŞI ÇEŞİTŞLİ YOLLARDAN MÜCADELE VERDİ ANCAK KAMUOYUNA BİR TÜRLÜ SESİNİ DUYURAMADI.. . Termik santraller sizlerinde bildiği gibi sağlığa ve doğaya zararlı radyoaktif atıklar üretmektedir. Atom Enerjisi Kurumu'nun araştırmalarına göre, termik santrallerin bacalarından çıkan partiküller ve kazandan alınan külde radyoaktivite vardır. Rüzgâr ve yağış etkisi ile küller çevreye yayılmakta veya toprak altına sızarak yeraltı sularının kirlenmesine neden olmaktadır. Termik santrallerden kaynaklı hava kirliliği yaşandığı ve radyoaktif maddelerin insan sağlığına etkileri ise pek çok bilimsel çalışmaya konu olmuştur. Merkezi sinir sistemi bozuklukları, anormal doğumlar, solunum yolu hastalıkları, gelişme bozuklukları, öğrenme yeteneğinde azalma, kalp hastalıkları, cilt hastalıkları ve kanser gibi vakalar görülebilmektedir. Ayrıca termik santrallerden çıkan maddeler (SO2/kükürt dioksit) asit yağmurları şeklinde havayı kirletmekte, toprak ve suyu etkilemekte, doğal bitki örtüsünü ve ormanları yok etmektedir. Asit yağmurlarının diğer zararlı etkisi ise, bakır (Cu) ve kurşun (Pb) gibi zehirli elementlerin içme sularına karışmasıdır. Termik santralin bulunduğu yöre halkı ise doğrudan bu tehditlerle karşı karşıyadır. Yanı sıra termik santraller sonucu ortaya çıkan kirletici faktörlerin küresel ısınmaya katkısı olduğu bilinmektedir. Termik santrallerin tüm dünyada yasaklanmasına neden olan bu zararlarının bilinmesine rağmen ülke toprakları sermayeye açılmıştır. Geçmişte termik santrallere karşı yürütülen mücadele sonucu yargı kararıyla yasaklanmasına rağmen faaliyete geçirilen termik santrallerin varlığı sermayenin tercihini özetliyor. Termik Santral, küresel ısınma, astım, akciğer kanseri, bitki örtüsünün yok olması doğacak her çocuğun astım ve akciğer kanseri ile yüzleşmesi demektir. Bölgemizde madenler ve Alüminyum fabrikası önlem alınmadığı ve bu fabrikanın bacalarına daha iyi yenilenmiş filtreler takılmadığı için, suya, havaya saldığı zararlı gazlar ve ağır metal zerrecikleri, toprak, su ve soluduğumuz hava kirliliği en üst düzeye çıkmıştır. Bu kirliliği bölgemiz insanları ekmek aş edinme kaygısı ile uzun yıllardır kabul etmek zorunda bırakıldı. Ve sonuçları ortadadır. Astım hastalığı, akciğer kanseri. Bölgemizde, Türkiye ortalamasının çok üstünde astım ve akciğer kanseri vakası yaşanmaktadır. Ancak yapılaması planlanan Termik santral kirliliğin; astım ve kanser vakalarının kat ve kat artmasına neden olacaktır& İnsanların gerek çevre kentlerden yaz tatillerini geçirmek ve gerekse emeklilik dönemlerinde kafa dinlemek üzere tercih ettikleri bu güzelim kenti maalesef şimdilerde bazı çıkar odakları tarafından geçmişini arar duruma getirmeye çalışmaktadır. BU ÖRNEKLERİ ÇOĞALTABİLİRİZ ANCAK BU ÖRNEKLERİN TERMİK SANTRALLERİN ÇEVREMİZE NE KADAR ZARARLI OLDUĞUNU ANLAMAMIZA YETERLİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM. ŞEHRİMİZE DOĞALGAZ GELMİŞKEN BÖYLE BİR ENERJİYİ KULLANMAK VARKEN NEDEN TERMİK SANTRAL? FABRİKA ÖZELLEŞTİRME KAPSAMINDAYKEN OYMAPINAR BARAJINDAN ENERJİ SAĞLANMAYA BAŞLAMIŞ VE FABRİKA OYMAPINAR BARAJIYLA BERABER SATILMIŞKEN BÖYLE BİR ENERJİ İMKÂNI ELLERİNDE VARKEN NEDEN TERMİK SANTRAL? Kapitalist düzende insan ve çevre sağlığı dikkate alınmıyor. Suyun, toprağın havanın kirlenmesi, tarımsal alanların azalması, kuraklık, kıtlık tehlikesi, hastalıklar ve ölümler önemsenmiyor. İnsan ve çevre sağlığını gözeten bir enerji politikası gözetilmiyor. Termik santraller yerine güneş, rüzgâr, jeotermal gibi yenilenebilir kaynaklar tercih edilmiyor. Çünkü kapitalist düzende tercihler insandan yana değil paradan yana yapılıyor. Tabii ki Cengiz İnşaat'ta bu düzenden doğal olarak yararlanacaktı r ve termik santrali Seydişehir'e yapmayı planlayacaktı r. Kendilerinin yaşamayacağı bir çevreyi düşünmeyeceklerdir& Bizde halk olarak buna karşı direnmeliyiz. CE-KA ADLI ŞİRKET BU SANTRALDE İLÇEMİZ YAKINLARINDA BULUNAN BAYAVŞAR BÖLGESİNDE BULUNAN HENÜZ OLGUNLAŞMAMIŞ KÖMÜRÜ KULLANACAK.. . SANTRALİN 2009 YILININ MART AYINDA ETKİNLİĞE GEÇİRİLMESİ DÜŞÜNÜLÜYOR Temiz ve yaşanabilir bir dünya istiyoruz… Bizi öldürecek olan Termik Santral'e hayır diyoruz! BURHAN ENGİNAR
https://yesilgazete.org/seydisehire-termik-santral-yapiyorlar/
2,396
4,386
Motorsikletiyle kaza geçiren Seyfi Teoman ağır yaralı olarak Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırıldı. Yoğun bakıma alınan genç yönetmenin beyin kanaması geçirdiği ve durumunun ciddi olduğu öğrenildi. Haberi alarak hastaneye giden dostları Teoman'dan gelecek iyi haber için bekliyor. Seyfi Teoman'ın çektiği “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” filmi geçtiğimiz yıl Berlin Uluslararası Film Festivali'nde Altın Ayı Ödülü için yarışmıştı.
https://yesilgazete.org/seyfi-teoman-kaza-gecirdi/
217
431
Siverek Ağır Ceza Mahkemesi, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu hakkında, 'adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs' suçlamasıyla dava açarak, yargılanmasına karar verdi. Ancak Tanrıkulu'nun 'etkilemekle' suçlandığı dava görevsizlik kararları nedeniyle henüz bir mahkemede görülmüyor. Diyarbakır Barosu'nun eski Başkanı Tanrıkulu, Diyarbakır Askeri Mahkemesi'nin, kendisini görevli kabul etmediği JİTEM davasında, sanık Uzman Çavuş Gültekin Sütçü'nün tahliyesine karar vermesi ve davaya bakan Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin de görevli olmadığını bildirmesini eleştirmişti. 'Belli olmasa da etkilenir' Askeri mahkemenin kararları nedeniyle uyuşmazlık mahkemesine giden dava hakkında, 17 Ağustos 2007'deki duruşmanın ardından Dicle Haber Ajansı'na konuşan Tanrıkulu, ”Dosya için kendisini görevli kabul etmeyen mahkemenin sanığı tahliye etmesi uygun değildir. Sanık 'yanlışlıkla' yakalanıp tutuklanmış mahkemenin bu kararıyla 'yanlışlık' giderilmiş, bu sonuç benzer vakalar bakımında bir mesajdır. 'İyi çocuklar' Türkiye'de dokunulmazdır. JİTEM dimdik ayakta. Bunu da sanığı sahiplenerek ortaya koymuştur. 12 yıl önce askerden uzaklaştırıldığı bilinen bir sanığın duruşmasının takip edilmesi, bize göre bu durumu doğrulamaktadır” demişti. Bu açıklama nedeniyle Siverek Cumhuriyet Başsavcılığı, Tanrıkulu'nun, 'adli yargılamayı etkilemeye teşebbüs' suçu işlediği iddiasıyla yargılanması için Siverek Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurdu. Mahkeme 21 Ekim 2010 tarihli kararında, Tanrıkulu'nun, 'Uyuşmazlık Mahkemesi'nin kararıyla belirlenecek olan mahkemeyi etkilemeye' çalıştığı ve bu nedenle yargılanması gerektiği belirtildi. Mahkeme kararında şu değerlendirmeyi yaptı: ”(Sanığın), ileride görevli kabul edilip yargılama yapacak mahkemeyi etkilemeye çalıştığı hususunda yeterli şüphe oluştuğu tüm dosya ve Cumhuriyet Başsavcılığı'nın iddianamesinde anlaşılmaktadır.” (Betül Kotan)
https://yesilgazete.org/sezgin-tanrikuluna-iyi-cocuk-davasi-acildi/
971
1,887
Fransa Sağlık Bakanlığı, yazın yaşanan art arda üç sıcak dalgası ve COVID-19 pandemisinin, bu yaz Fransa'da 10 binden fazla ek ölüme neden olmuş olabileceğini söyledi. Halk sağlığı kurumundan alınan verilere göre, Fransa'nın 1900'den bu yana gördüğü en sıcak ikinci yazda, 1 Haziran ile 15 Eylül arasında toplam 10 bin 420 ek ölüm kaydedildi. Bunlardan 2816'sı, 14-22 Haziran, 9-27 Temmuz ve 29 Temmuz-14 Ağustos arasındaki üç sıcak dalgası uyarısı sırasında ve çoğu Auvergne-Rhône-Alpes, Nouvelle Aquitaine, Occitanie ve Provence-Alpes-Côte d'Azur bölgelerinde kaydedildi. Sıcak dalgaları sırasında meydana gelen 2816 fazla ölümün 2.272'si ise sıcaktan en kötü etkilenen 75 yaş ve üstü kişilerden oluşuyor. Bakanlığa bağlı Sante Publique France ajansı, COVID pandemisinin de sıcak dalgalarına bağlı ölümlerde de rol almış olabileceğini kaydetti: “COVID-19, bazı insanların ısıya karşı savunmasızlığını artırmış olabilir ve yüksek sıcaklıklara maruz kalmak, bazı COVID-19 hastalarının sağlığını kötüleştirmiş olabilir.”
https://yesilgazete.org/sicak-dalgalari-bu-yaz-fransada-tahminen-2816-ek-olume-neden-oldu/
528
1,019
İntihar saldırısının yol açtığı düşünülen patlama, İmam Hüseyin Camii önünde meydana geldi. İrna haber ajansı, Sistan- Beluçistan eyaleti valisinin olayı doğruladığını kaydetti. Söz konusu eyalette mezhep çatışmaları sıkça yaşanıyor. Buradaki Sünni nüfus genellikle Şiilerin ayrımcılığına maruz kaldıklarını iddia ediyor. Saldırının Şiilerce kutsal Aşure Günü nedeniyle toplanmış hacıları hedef aldığı yolunda bilgiler bulunuyor. Uyuşturucu güzergahı Ancak saldırıyı henüz üstlenen olmadı. Cundullah – “Allah'ın askerleri” adlı örgütün bölgede faaliyet gösterdiği biliniyor. Örgüt geçen ABD'nin terör örgütleri listesine dahil edilmişti. Tahran, ABD'yi bölgedeki irili ufaklı militan grupları İran'ın çıkarlarına zarar verecek saldırılar düzenlemeye kışkırtmakla suçluyor. Eyaletin başkenti Zahedan'da Temmuz ayında bir Şii Camii'ni hedef alan saldırıda 27 kişi ölmüştü. İran'ın en yoksul eyaletlerinden olan Sistan- Beluçistan, aynı zamanda uluslararası uyuşturucu ticaretinin de güzergahlarından biri.
https://yesilgazete.org/sii-camiine-saldiri-38-olu/
543
1,003
Hürriyet gazetesi silahlanma goygoyculuğu yapıyor, herkes de kuzu gibi dinliyor. Bir arkadaşımın uyarısıyla farkettiğim Hürriyet gazetesindeki bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. “İstanbul'u vurma füzeleri” başlıklı haberde Türkiye'nin ABD'den 8 milyar dolarlık Patriot füzeleri alınacağı sırada Yunanistan'ın da Türkiye'nin batısını vurabilecek menzildeki Scalp füzelerinden satın aldığını öğreniyoruz. Yunanistanda yayınlanan Ta Nea gazetesinin çizdiği krokiler aynen Hürriyet'e nakledilmiş ve okurlara resimli masal olarak sunulmuş. Masal diyorum çünkü bir allahın kulu da oturup efendim bu füzeler nedir? Ne amaçla kullanılır? diye iki satır araştırmamış. Scalp denilen füzeler havadan karaya kullanılan ve temelde askeri hedefleri vurmak için geliştirilmiş füzeler. Konvansiyonel patlayıcı başlığın ağırlığı ise 450 kg. Yunanistanda 15 adet Mirage uçak var. Yani Yunanistan aynı anda 15 tane atabileceği bu hafif bombalarla vursa vursa İstanbuldaki bir kaç noktayı vurabilir. İşin aslını hiç dile getirmeyen Hürriyet gazetesi haberi Yunanistan'ın şer planlarını ortaya döküyormuş gibi yapıyor ve orada bırakıyor. Artık gerisini siz düşünün der gibi. Türkiye'nin de partner olduğu F-35 projesinin sonucunda üretilecek olan f-35 uçaklarının temel özelliklerinden biri Scalp ve benzeri uzun menzilli füzeleri taşıyacak olmaları. Yani yakında biz de Scalp füzesi taşıyan uçaklara sahip olacağız. Hem de kısmen de olsa kendi ürettiğimiz uçaklar. Kimsenin de çıkıp “efendim Yunanistan'ın yaptığı ne kadar tehditkar bir hareketse F-35 projesiyle bizim yaptığımız da aynıdır.” dediği yok. Ayrıca Türkiyenin de Yunanistanın da NATO üyesi olduğunu hatırlatmak istiyorum. Eğer NATO günümüzde tek bir işe yarıyorsa o da üye ülkelerin birbiriyle savaşmamasıdır. Hürriyet gazetesi ve benzer ana akım medya kuruluşlarında bu coğrafyanın ve insanlarının savaşlardan neler çektiği ya da bütçenin ne kadarının açıktan ne kadarının örtülü ödenek kanalıyla orduya aktarıldığına dair pek bir haber göze çarpmıyor. Kimse bütçe açığıyla Patriotlara gidecek parayı kıyaslamıyor. Ekonomi yazarları Türkiye'nin krizden çıkması ya da küresel piyasalarda rekabet gücünü arttırması için neler yapılması gerektiğini yazarken, bütçenin ne kadarının ordu tarafından tüketildiğini hesaba katmıyor. Toplumsal bilinci oluşturmakta etkin olan kitlesel medyanın konu silahlanma ve ordu olunca üç maymunu oynamasını kanıksadık. Ancak bağımsız medya bu konuda susmamalıdır. Bizim vergilerimizle oluşturulan bütçenin içindeki tüm kalemler şeffaf olmalıdır. Askeri harcamalar istisna değildir. Bu konuda Yeşiller'in açıklamasını yayınlamıştık. Küresel kapitalizmin en sinsi ve en pis oyunu olan silah ticareti her yönüyle insanlık dışıdır. Yasal kanallarla alınan bir füzenin, Afrikadaki çocuk askerlerin eline tutuşturulan Kalaşnikoflardan hiç bir farkı yoktur. İkisi de öldürür. Hem insanları, hem de insanlığı…
https://yesilgazete.org/silahlanma-cigirtkanligi/
1,425
2,882
Şili'de diktatör Pinochet'nin 8 yıl daha iktidarda bulunması için yapılan referandumda yenildiği 'Hayır' kampanyasının yaratıcısı Eugenio Garcia Ferrada, deneyimlerini paylaşmak için bir hafta boyunca Türkiye'de. CHP Gençlik Kolları tarafından İstanbul'da ağırlanan Ferrada, “1988 yılında bizim yaşadığımız değişimi aktarmak için buradayım” derken, referandum sürecinde gençlerin önemine vurgu yapıyor. 11 Eylül 1973'te sosyalist Salvador Allende hükümetine karşı yaptığı ABD destekli askeri darbeyle yönetimi ele geçiren Pinochet'in 17 yıl boyunca süren iktidarının sonunu hazırlayan halk oylamasından yüzde 55 oranında 'Hayır' çıkınca, Pinochet'in görev süresi 4 yıla indi. Türkiye'ye 'Hayır'lı bir destek veren Şili'deki 'No' kampanyasının yaratıcısı Eugenio Garcia Ferrada BirGün'ün sorularını cevapladı. Ferrada, söyleşide önemli bir detaya da şu sözlerle dikkat çekti: “Biz dünyanın uzağında bir ülkeyiz, oysa siz dünyanın ortasındasınız. Türkiye uluslararası çapta çok önemli ve burada olanlar dünyaya yansıyarak etki yaratıyor. Bugün yaşananlar ve Türkiye'nin durumu dünya için çok önemli.” Ferrada'nın BirGün'den Erk Acarer ve Meltem Yılmaz'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle: »'No' kampanyası öncesi ve devamında Şili'de toplum nasıldı? Şili'de o dönem çok sert bir süreç vardı. Herkes düşüncesini söylemekten, fikrini aktarmaktan korkuyordu. 'Hayır' diyenler Augusto Pinochet ile devam etmek istemiyordu. Pek çok soru işareti vardı. Ancak yine de mutlu ve huzur içinde yaşayan bir ülkenin gerekliliğini anlatmalıydık. Kampanyaya başladığımızda, toplumda endişe ve korku hâkimdi. Kimileri Şili'nin bir savaşa sürüklendiğini düşünüyordu. Ekonomik problemler yaşanıyordu. Pinochet, korkuyu yayıyordu. »Kampanyanızın ağırlıklı olarak gençleri hedef aldığını biliyoruz. Peki dili ve yöntemi nasıldı? Politik olmayan bir şekilde ilerledi. Gençleri hedef alan kampanyada siyasal argümanlardan daha fazla duygusal bağlar kurma çabasından yol alındı. Ahlaki değerlerin önemi de vurgulandı. Gençlerin huzur içinde yaşayabilecekleri, yeni bir dünyayı ve kendilerini keşfetmelerine yardımcı olmayı amaçladık. Başta herkes 'Hayır' cephesinden sert bir çıkış bekliyordu. Pinochet'e karşı agresif bir kampanya yürütüleceği düşünülüyordu. Böyle olmayınca, kafasında soru işaretleri olanlar da yavaş yavaş 'Hayır' cephesine kaydı. Kampanyayı desteklemeye başladı. Pinochet ise negatif tutumunu sürdürdü. »Gençlerle çalışmak daha mı kolay yoksa daha mı zor? Daha kolay. Önyargıları daha kolay kırılıyor. Gerçeğe yakın pratikleri onlarla hayata geçirebilmek daha kolay. İkna olabilmeleri daha mümkün görünüyor. »Öyleyse, başarı için gençlerin gerekliliğini gösteriyor… Evet, Şili'de gençler 'Hayır' denmesinde büyük pay sahibi olmuşlardı. Geleceğimizi belirlemek zorundaydık. Geleceği şekillendirecek olan kişiler ise gençlerdir. Değişiklik için gereken enerji onlarda mevcuttur. Öncelikle onları fikir sahibi yapmak şart. Bir arada özgürce yanabilecek mutlu bir dünyanın var olduğunu anlatabilmeli. »Şili'de iktidar ve muhalefetin propaganda kaynakları eşit miydi? Elbette değildi. Televizyon kanallarına ve gazetelere baskı uygulanıyordu. Dahası bu mecralar hükümetin ve Pinochet'nin tekelindeydi. Referandumda 'evet' cephesine de hayır cephesine de görünüşte 15'er dakika süre tanınmıştı. Şüphesiz iktidar bu sürenin kat be kat üzerine çıkıyordu. 15 dakikayı 15yıl olarak düşündük. Bugünkü imkânlar geçmişten biraz daha farklı. Sosyal medyanın etkisini Mısır ve Tunus'ta gördük. Medyada eşit şartlar olmasa da şimdi bir şekilde üstesinden gelebilmek daha kolay. »Peki, bu gibi süreçlerde motivasyon olarak korku mu yoksa umut mu daha baskın bir duygu? Bence toplumlar her zaman için barıştan ve umuttan yana. Yalnızca bunun nasıl olabileceğine ikna etmek gerekiyor. Zira korku, yeni değerlere inanamamayı beraberinde getiriyor. Bakın, toplumların daha iyi bir gelecek için ihtiyaçları olan şey ilhamdır. Bu nedenle biz “hayır” savunucuları, onlara ihtiyaç duydukları ilhamı vermeliyiz. »Türkiye ve Şili'nin referandum süreçlerini kıyasladığınızda farklılıkları nasıl görüyorsunuz? Biz dünyanın uzağında bir ülkeyiz, oysa siz dünyanın ortasındasınız. Türkiye uluslararası çapta çok önemli ve burada olanlar dünyaya yansıyarak etki yaratıyor. Bugün yaşananlar ve Türkiye'nin durumu dünya için çok önemli. »Türkiye'deki 'Hayır'cılar daha mı avantajlı demek istiyorsunuz? Bugün bütün dünya sağa yöneliyor ve tüm dünyada gücü tek elde toplamaya eğilim var. Bu açıdan Türkiye'nin alacağı karar dünyayı da etkileyecek aslında. »Kampanyanızı konu alan “No” filmini, Türkiye'deki bir dağıtıcı şirket gösterimden kaldırdı. Bunun nedeni nedir sizce? Eğer biri bir şeyi yasaklıyorsa, ondan korktuğunu gösterir. *** Diktatörlerin kolay yöntemleri var »Diktatörlükler çok uzun süre sürdürülebilir mi, toplumlar nasıl oluyor da yeterli refleksi veremiyor? Diktatörlüklerin pek çok yerde başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Diktatörlerin kolay yöntemleri var. Mutlaka kendilerine karşı çıkanlar oluyor. Gücü kaybetmemek için yaptıkları korkuyu bir sopa olarak kullanıyorlar. Söylemleri ve ilham aldıkları yerler basittir. “Ya ben ya kaos” deyip iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Biri onlara karşı çıkıyorsa, kaosu desteklemiş gibi gösteriliyor ve oyundan çıkması gerektiği algısı yaratılıyor. (Birgün)
https://yesilgazete.org/silideki-hayir-kampanyasinin-yaraticisi-turkiyenin-alacagi-karar-dunyayi-etkileyecek/
2,673
5,287
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) yönetimindeki Koza Altın İşletmeleri'nin Eskişehir Sivrihisar'da yaşam alanlarının yakınına siyanürlü ikinci atık depolama tesisi yapmasını öngören projeye “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu” kararı verildi. Kararı duyuran CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, “Dünya yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınında insan sağlığını korumak için mücadele ederken, Türkiye'de iktidar insan sağlığını, yaşam alanlarını, doğayı ve çevreyi tehlikeye atacak adımlar atmaya devam ediyor” dedi. Köylülere gözdağı Çakırözer, atık barajına karşı çıkan ve imza kampanyalarını örgütleyen köylülerin geçtiğimiz günlerde Jandarma tarafından Koza Madeni'nin şikayetleri üzerine ifadesinin alındığını söyledi.Ören, yaşanan olayı şu şekilde anlattı: Şikayet üzerine jandarmaya gidip ifade verdik. Güya şirketin yol kenarındaki isim levhalarına zarar verilmiş. Ben burada dahi yokum. Oruç ağzımla Eskişehir'den gelip ifade verdim. Kamera kaydınız var mı niye bizi suçluyorsunuz diyoruz. Hiçbir şey söylemiyorlar. Amaçları belli. Halkın bu zehire karşı direnişini kesmek için gözdağı veriyorlar. Ama susmayacağız. Eskişehir Alpu Ovası'nda yapılmak istenen kömürlü termil santral projesine geçtiğimiz hafta Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun verdiği ret kararını hatırlatan Çakırözer, atık barajına karşı da Eskişehirlilerin mücadele vereceklerini söyledi. '40 hektar mera alanı yok olacak' “Yüzlerce itiraz dilekçesi görmezden gelinerek ÇED raporu yangından mal kaçırır gibi onaylandı” ifadelerini kullanan Milletvekili, atık barajına karşı çıkma gerekçelerini ise şu şekilde sıraladı: - Altını ayıklarken siyanür ile birlikte kurşun, kadmiyum çinko bakır ve cıva gibi zehirli ağır metaller doğaya karışacak ve geri dönüşü olmayan çevre felaketleri doğacak. - 40 hektar mera alanı yok olacak. Hayvancılık yapılamayacak. - İçme ve kullanma suları kaynakları ve rezervleri tehlikeye girecek - Kaymaz Mahallemizden diri fay hattı geçtiği için olası bir depremde bu barajlarda taşma, çökme ve yarılma ihtimali çok büyük. - Tüm bu gerekçelerle oluşacak çevre kirliliği kentimizin toplum ve çevre sağlığını tehdit edecektir.
https://yesilgazete.org/sivrihisardaki-ikinci-siyanurlu-havuza-ced-olumlu-karari-verildi/
1,111
2,152
3 yıldır süren Soma Davası'nda sona yaklaşılıyor. Davanın karar duruşması 9 Temmuz'da Manisa Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülecek. Haziran ayındaki 22. duruşmada, sanıklardan son sözleri istenmiş, karar 9 Temmuz'a ertelenmişti. 3 yıldır adalet bekleyen Soma Madenci Aileleri ve Sosyal Haklar Derneği ortak bir açıklama yaparak, herkesi davanın karar duruşmasına davet etti. “3 yıldır süren Soma Davası'nda artık sona gelindi. Karar Duruşması 09.07.2018 Pazartesi günü Manisa-Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılacak. Soma Türkiye'dir. Türkiye ise Soma! Soma için, Türkiye için, 301 can için; tüm hukuksuzluklara ve iş cinayetlerine karşı ADALET için tüm yurttaşlarımızı Soma Davası'na sahip çıkmaya çağırıyoruz. 9 Temmuz'daki karar duruşması için Akhisar'da buluşalım. #SomayıUnutmaUnutturma” Ne olmuştu? Manisa'nın Soma İlçesi'nde 13 Mayıs 2014'teki maden kazasında, 301 madenci hayatını kaybetti. Faciadan sonra başlatılan adli süreçte, Soma Kömür İşletmeleri Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan, Genel Müdür Ramazan Doğru ile İşletme Müdürü Akın Çelik'in de aralarında bulunduğu sekiz kişi tutuklandı. İddianamede, tutuklu sekiz sanık için için, “olası kastla öldürme” suçundan 301 kez 20-25 yıl arasında hapis cezası isteniyor. Geçtiğimiz Aralık ayında görülen duruşmada üç sanık, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. (Yeşil Gazete)
https://yesilgazete.org/soma-davasinda-karar-9-temmuzda-aciklanacak/
696
1,352
'O, gerçekten de halk arasında 'baba adam' tabir edilen türden. Onun Baba olduğu dünya, insanların kelebek gibi yaşayıp kısacık ömürlerini bir çırpıda tükettikleri bir dünya.' 'Son baba Müslüm' Onun fotoğrafı, siyah beyaz çekilmiş. Sonradan renklendirilmiş. Pastel. Bir de sarmaşık gülleriyle çerçevelendirilmiş. Gerçekdışı bir uçuculuk var, her şeyde. Resimli-süslü kamyon kasalarını, eski berber aynalarını, Dünya Güzeli Züleyha'yı, Ağlayan Çocuk'u hatırlatıyor. Aile albümünün kanayan yanında. Mağlupların başucunda duruyor. Müslüm Baba. Varoşların Azizi. Nereye gitse, ardında bir yetim ordusu. Müslüm Gürses, hiçbir starın sevilmediği gibi seviliyor. Onu sevenler, kaybedecek bir şeyi olmayanlar çünkü. Feryat figan, kan gülleri; vereceğini yalnız kendi etinden, kendi canından artıranların korkunç aşkıyla seviliyor. Şu dünyada en ufak hükmü bulunmayan; suretleri en çok sabıka kayıtlarına yakışan karaşın kavruk adamlar, tekinsiz mahalle aralarının hapçı kızları. Onun babası olduğu cumhuriyet, nüfusu gittikçe artan üçüncü sayfa kahramanlarının cumhuriyeti. Orada âdetler farklı. Şiddet farklı. Babanın konserleri, topluca kendinden geçme ayinleri. Tuhaf kültlerin ancak gizli kameraya gelebilecek tapınma görüntüleri. Basbayağı dini arınma ritüelleri, jiletin kollarda, göğüslerde bıraktığı izlerle son bulan. Müslüm Gürses, televizyona çıktığında kitlesi onu takip ediyor. Yol gösterenlerin el kol hareketiyle alkışlamaya, gülmeye, oturup kalkmaya hazır temiz orta sınıf seyircilere alışık koltuklara yığılan yetimler, denetimsiz bir coşkuyla sıkı bir nümayişe çeviriyorlar babalarının programını. Birlikte söylüyorlar: “İtirazım var bu dertli şansıma/ Dertlerin cümlesine/ Talihin böylesine/ Hayatın sillesine itirazım var/ Ben hep yenilmeye mecbur muyum?/ Ben hep ezilmeye mahkûm muyum?” Onları denetleyebilen tek kişi, Gürses. Kimileyin küçük bir baş işaretiyle, kimileyin ellerini kaldırıp her birinin sırtını tek tek sıvazlar gibi yaparak. Asla otoriteryan bir tavırla değil. Lider gibi değil. Ermiş gibi. Varoşların kötü çocukları Müslüm Gürses'i dost muhabbetinde sarhoş olup şarkı söyleyen ağabeylerini dinler gibi dinliyor. Şarkılarını müthiş gırtlak oyunlarıyla ya da tertemiz akademik bir tavırla söylemiyor elbet. Her dizede hâkimiyetini kaybediverecek, sonunu getiremeyecekmiş gibi söylüyor. Her an hata yapıverecekmiş gibi. Hayranlarının hayatına tutulan ayna. Ayağı kaydı kayacak. Müziğin hep gerisinde kalıyor, son anda yetişiyor. Kafası iyi. Öyle iyi ki kimseye ders verecek, erkeklik taslayacak, yerli yersiz böbürler sallayacak hali yok. Ne kadar itirazı olsa da hali yok. Kafası nal, yüreği mangal. Kırılgan mı kırılgan bir adam. Az konuşuyor. Çok bildiği, çok hazmettiği düşünülüyor, bu yüzden. Dilinin peltekliği, zor konuşuyor olması, yıllar önce geçirmiş olduğu ağır bir trafik kazasına yoruluyor. Yaralı. Müslüm'ün babalığı, babanın hayat kurtaramadığı, aileyi doyurup ayakta tutamadığı, iktidarının sarsıldığı bir dünyanın babalığı. Çocukları ona can verebilmek, kendilerine benzeyen bu uçucu, bilge adamı ayakta tutabilmek için her şeyi yapmaya hazır. Müslüm baba, konuşurken birden 'ha ha ha' diye gülüveriyor. Oraya çıkarılmış bir bebek gibi. Sık sık gülüyor. Kitlesinin şefkatini kazanmakta hiç zorlanmadığı aşikâr. Tevazu oyununda da rakip tanımıyor. Karşısındakinin övgülerini bir çırpıda müstehcen kılabilen bir kıvraklığı var, tevazuunun. O, gerçekten de halk arasında 'baba adam' tabir edilen türden. Onun Baba olduğu dünya, insanların kelebek gibi yaşayıp kısacık ömürlerini bir çırpıda tükettikleri bir dünya. O, vakitsiz ölenlerin babası. Kalbi çatlar, o babaların. Verem olurlar. Kan tükürürler. Hızla yaşlanıp hızla göçerler. Müslüm Gürses'in serüveni melodramın ağdasına, bütün damardan insanlık hallerine açık olduğu için, büyüleyici. O, bu toplumun sahip çıkamadığı, hepimizin çocukluğunun ya da gençliğinin ıstırap ikonasının; dünyanın en güzel gözlü kör kızının sevgilisi. Hepimizin gözü önünde düşmüşken kaldırdığı eşiyle birlikte en alttakilerin fotografında köşede duran dalgın adam, o. Ama belki de yorulmuştur. Jiletlerin ışıltısından, kanla tartılan babalığından bitkin düşmüştür belki. Rutubetli atölyelerin kavruk çırakları onun 'Usta'sını söyleyedursun, onun itirazı çoktan ürkütücü bir racona nefes vermiş olsun, popüler kültürün dayattığı kurallara direnmek çok güç. Yıllar önce babalık imgesi üstüne yazdığım bir yazıda gölgesi o zamanlar hâlâ üstümüzden eksik olmayan Demirel'le Müslüm Gürses'i karşılaştırmış, şöyle bağlamıştım: “Her durumda, kabul görmüş baba imgesi, bireyin intiharı oluyor. Demirel'in artık aşina olduğumuz için sineye çekebildiğimiz zulmüne yıllarca evlat yetiştiremedik. Müslüm babayı izlerken çekilen jiletler de mazlumun kendi bağrında parlıyor. Babasının iktidarsız itirazını izlerken kendisine acıyıp hayatına jilet atan evlatla, babasının itirazsız iktidarı karşısında çaresizliğe kapılıp hayatını suskunluğa kilitleyen evlat, aynı resimde kanıyor.”
https://yesilgazete.org/son-baba-muslum-yildirim-turker/
2,575
4,945
Geçirdiği by-pass ameliyatının ardından yoğun bakıma alınan sanatçı Müslüm Gürses hayatını kaybetti. Müslüm Gürses'in bu sabaha karşı kalbi durdu ancak sonra şokla hayata geri döndürüldü. Doktorların bütün müdahalesine rağmen Müslüm Gürses hayatını kaybetti. Memorial Hastanesi sanatçının kalbinin durduğunu onayladı daha sonra ise kalbinin şok aleti ile tekrar çalıştırıldığını ve durumunun çok ağır olduğunu belirttiler. Bütün müdahalelere rağmen Müslüm Gürses hayatını kaybetti. 7 Mayıs 1953'de Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesi'nin Fıstıközü köyünde kerpiç bir evde dünyaya geldi. Annesinin adı Emine'dir. Babası Mehmet Akbaş rençberlik yapar, türkü söylemeyi sever, bağlama çalardı. Akbaş çiftinin Müslüm'den sonra Ahmet ve Zeyno adında bir erkek, bir de kız çocukları oldu. Müslüm Gürses'in çocukluğunun ilk yılları Şanlıurfa'da geçti. Gürses üç yaşındayken ekonomik nedenlerden dolayı ailecek Adana'ya göç ettiler. Müslüm Gürses, şarkıcılığa 1965 yilinda, kücük yaşta Adana'da bir çay bahçesinde şarkılar söyleyerek başladı, ayni zamanda Halkevine de gitti. Terzi çıraklığı ve kunduracılık yaptı, o yıllarda bir gazinoda sahneye çıktı. 1967 yılından itibaren TRT-Adana-Çukurova Radyosunda da her hafta Cumartesi günü canlı olarak türküler söyledi. 1968 yılından itibaren piyasaya ilk 45'likleri çıkarmaya başladı. İlk plağı 1968 tarihli “Emmioğlu/Ovada Taşa Basma” plağıdır ve Ömür Plak , Adana basımıdır. Ömür Plak ile toplam 4 adet 45'lik yaptı. Ocak 2006`da Gönül Teknem adlı albümü Seyhan Müzik etiketiyle raflardaki yerini almıştır. Gürses'in, 2006'da yazar Murathan Mungan'la ortak projesi “Aşk Tesadüfleri Sever” Pasaj Müzik etiketiyle müzik marketlerdeki yerini aldı. Mungan'ın sözlerini yazdığı, David Bowie'den Garbage'a, Leonard Cohen'den Jane Birkin'e birçok yabancı müzisyenin bestesini yaptığı şarkıları seslendirdi. Sonra 2009 yılında yine ayni firmadan çarpıcı bir albüm “Sandık” ile Müslüm Gürses sahnelere geri döndü. 2010 yılında Kasım ayında yeniden Pasaj Müzik ile “Yalan Dünya” isimli bir albüme imza atmıştır
https://yesilgazete.org/son-dakika-muslum-gursesi-kaybettik/
1,039
2,033
İklim Değişikliği ve Medya Medya, iklim değişikliği gibi çok boyutlu, sonuçları açısından belirsizliklerle dolu ve hızlı politik kararlar almayı gerektiren konuları toplumların gündemine taşımakta önemli bir role sahiptir. Ancak kuraklık dönemleri, alışılmadık hava olayları ve gündeme oturan küresel gelişmeler dışında iklim değişikli- ğinin Türkiye'nin kitlesel medya organlarında pek fazla yer bulabildiği söylenemez. Türkiye'de kitlesel medya kuruluşlarında yöneticilik yapan gazeteciler- le yapılan mülakatlardan yola çıkan bu araştırmada iklim değişikliği ve bağlantılı konuların Türkiye'de neden medya gündemine yeterince gelmediği ve hangi şartlarda ve bağlamlarda haber olabildiği so- ruları ele alınmıştır. İklim Değişikliği ve Medya (Politika Notunu okumak için tklynz) Ümit Şahin ve Mehmet Ali Üzelgün IPM Yayını 2016 Toplum ve Bilim aralık sayısı: Ekolojinin Politikası: Piyasa, Mekan, Gıda Bu sayıdaki yazıların bir hedefi ekoloji, mekân ve piyasa kavramlarının belirli söylemsel rejimler içinde nasıl devreye girdiğini, ortaya çıkan politik problemleri nasıl çerçevelendirdiğini ve üretilen çözümleri nasıl sınırlandırdığını göstermek; dolayısıyla bu kavramın her yerde karşımıza çıkan farklı yüzlerini eleştirel bir gözle yeniden ele almak. Ancak bu özel sayı sadece bir kavramın fikrî takibi üzerine kuru- lu değil. Bu kavram etrafında belirli mekânların nasıl örgütlendiğine, yaşam alanla- rının bozulup nasıl yeniden kurulduğuna ve bu esnada insanların ve diğer varlıkların ilişkilerinin nasıl dönüştüğüne bakıyoruz. Dolayısıyla sermayenin genişlemesini ve daha hızlı birikmesini mümkün kılan teknik-politik alanları irdeliyoruz. Toplum ve Bilim Aralık 2016 (138-139) Doğa Tarihi Yaşlı Plinius'un İS 77-79 yıllarından günümüze ulaşan ve otuz yedi kitaptan oluşan Doğa Tarihi adlı bu büyük eseri kozmoloji, coğrafya, antropoloji, zooloji, botanik, tıp, farmakoloji, mineraloji ve sanat tarihi gibi hususlarda iki bin cildi bulan kitaptan derlenmiş bilgi, gözlem ve olguları bir arada toplaması bakımından bir ansiklopedi olma niteliğini taşıyor. Bu bilgi hazinesinin takdim ve fihristinin yer aldığı birinci kitabı ile kozmoloji konularının ele alındığı ikinci kitabı, eserin ilk defa Türkçeye kazandırılan bu baskısında bir araya geliyor. Doğa Tarihi Gaius Plinius Secundus Çeviren: İnanç Pastırmacı Say Yayınları 2017 Derleyen: Barış Gençer Baykan
https://yesilgazete.org/son-donemin-yesil-kitaplari-44/
1,165
2,367
Artık yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bugüne dek sorunlarla dolu eksikli bir demokratik sistem içinde ekoloji, demokrasi, barış ve özgürlükler için mücadele ediyorduk. Ama demokrasinin şeklen bile olmadığı, herhangi bir kurallar sistemine sahip olmayan bir şahıs rejiminde nasıl mücadele edilir bilmiyoruz. Artık öğrenmek zorundayız. Yeni duruma dair en kısa tespit şu olabilir: Türkiye'nin siyasi sistemi 16 Nisan plebisitiyle çok az bir farkla ve şaibeli bir şekilde değiştirildi. Seçime Olağanüstü Hal altında, eşitsiz şartlarda gidildi, seçilmiş muhalif milletvekilleri ve belediye başkanları hapisteydi, bağımsız olması gereken YSK önceden planlandığı izlenimi veren siyasi kararlar aldı. Oylama Cumhurbaşkanı tarafından kendisine yönelik bir güvenoyuna, hatta seçime dönüştürüldü. Bu taktik evet oylarını artırsa da aynı zamanda bizzat kendisine hayır diyen 24 milyon seçmenin varlığını kristalleştirmiş oldu. Bütün bunlar yapılan değişikliğin toplumsal meşruiyetinin hayal ettiklerinin çok ama çok altında olduğu anlamına geliyor. Netice olarak bugün itibariyle bildiğimiz ve alıştığımız, iyi kötü “liberal demokratik sistemin” sonuna geldik. Üstelik bir istisna olması beklenen Olağanüstü Hal kalıcı hale getiriliyor. Ancak Anayasa değişikliğinin (Cumhurbaşkanı'nın partili olması dışında) hayata geçmesi için 2019'a kadar bir geçiş süreci var. Hiçbir şey bitmiş değil. Bu süreç bundan sonra yapılması gerekenler için önem taşıyor. Önümüzdeki sınav idam cezasının geri getirilmesi tartışması olacak. Yani demokratik kazanımların en önemlisinde geri adım atılarak sembolik bir hamle yapılırken ilk kez temel insan hakları halk oyuna götürülecek! Ve bu değişiklik sadece popülist amaçlarla değil, daha çok Türkiye'yi Avrupa politik alanından kalıcı olarak koparmak amacıyla gündeme getiriliyor. Bu nedenle ilk olarak bu yeni Anayasa değişikliğine karşı çıkmak, temel hakların ve yaşam hakkının referandum konusu olamayacağını yüksek sesle söylemeye başlamak gerekiyor. İdam cezasına karşı mücadele demokratları, muhalifleri ve vicdan sahibi insanları birleştirebilir. Böyle bir oylamanın kendisi reddedilmelidir. Meclis'te durdurulamaz da yapılmaya kalkılırsa çok yüksek oranda bir boykotla karşılanmalıdır. İkinci olarak Türkiye'nin Avrupa'nın bir parçası olarak kalması için daha yüksek ses çıkarılması gerekiyor. Bu aynı zamanda düşünce ve basın özgürlüğü, akademik özgürlükler ve adil yargılanma hakkı için de mücadele etmek demek. Türkiye halkının yanında olan Avrupalı demokratik güçlerle daha yakın temas içinde olmak ve Türkiye'nin izolasyonunu önlemeye çalışmak demek. Artık kendimizi on-on beş yıl önceki durumda sanıp AB eleştirisi yapma lüksümüz yok! Ve son olarak elbette polis devletine karşı, savaşa karşı, Kürt sorununda çözümsüzlüğe, kadına yönelik şiddete, toplum içinde yaratılan çatışma ortamına ve sürekli gerginliğe karşı, şiddetsizliğe daha fazla vurgu yapan, daha doğrusu katıksız şiddet karşıtı bir barış mücadelesine ağırlık vermek gerekiyor. Peki bütün bunları nasıl yapacağız? Küçük siyasi hareketlerin, bağımsız aktivistlerin ve sivil toplum örgütlerinin durduğu yerden baktığımda* bana yapılması gereken (ve yapılabilecek olan) şey, hayata geçirmesi zor da olsa, yayılmaya başlayan ruh halinin tam tersi yönde çalışacak gerçekçi bir zeminde, şunlar olabilir gibi geliyor: Elde kalan özgürlükleri kullanarak yeni gazeteler, dergiler çıkarmak, yeni dernekler ve platformlar, yeni akademik yapılar oluşturmak; kampanyalar yapmak, konferanslar düzenlemek, hiç durmadan toplum içinde çalışmak; yaratıcı bir şekilde sivil toplum alanını genişletmek, sanatı bir mücadele aracına çevirmek ve her alanda siyaset üretmek; hiçbir toplumsal mücadele alanını birbirinden ayırmadan ve öncelikli ilan etmeden, toplumsal cinsiyet, çevre-ekoloji, iklim, gıda, kent, emek, iş, barış, ne olursa, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir parçası haline getirmek; sanatı, edebiyatı, müziği, sinemayı, tiyatroyu vb. savunacağımız yaşamın ağırlık noktası kılmak. Türkiye artık bildiğimiz ve alıştığımız anlamda bir demokrasi olmaktan çıkıyor. Ne siyasi partilerin bu süreçte gerçek bir işlevi olabileceğine, ne yeni “demokrasi cepheleri”nin işe yarayacağına, ne de sokağa çıkmanın çözüm olduğuna inanıyorum. Yeni duruma uyum sağlamak kolay değil. Sokakta da, içimizde de bizi soluksuz bırakan ağır bir hava, kötü bir his var. Pek çok muhalif gitti, gitmek isteyen, gidebilen gidiyor. Maalesef yeni bir diaspora oluşuyor. Ama işte, kalanlar buradayız! Batı düşmanlığına, milliyetçiliğe, anti-entelektüelizme teslim olmadan, yeni durumda nasıl demokrasi mücadelesi verilir, bunu keşfetmek zorundayız. * Bu yazıda, sağ kanat muhaliflerin, CHP'nin, HDP'nin, iş çevrelerinin ve kitle hareketlerinin yapabilecekleriyle ilgili bir şey söylemiyorum. 16 Nisan'a dair hukuk mücadelesi de elbette sürmeli. Bir kabullenme olarak okunmamasını dilerim. Ümit Şahin – Yeşil Gazete
https://yesilgazete.org/sonrasi/
2,436
4,879
Süha Tuğtepe (1956-2009) Issız Bir Kilisede Son Ayin -Midyat sürgünü Süryaniler için- Son söz mü akıp giden ellerimden? Çekilip giden; sesimden yüzümden? Acı şarap mı, içime saplanır gibi, yudumladığım hayat kırıkları? Kesindir suskunların yenilgisi. Kötü zaman; kör kuyu, kovada çırpınan su gibi, çekip çıkarıyor sürgünü. Harfler: Simsiyah gölgeler… uzayıp gidiyor, Midyat'ın taşlı sokaklarına doğru. Ben… uyduruk kaptan… yönsüz karayel. Keşke bulsam da kör olsam beyazdan. Kime dökülsem… ah zeytin çocuklar! Unutulmaz fırtınalara binip, kaçtığı uzaklar… içim yanar. Boynuma düşer gözlerim… utanırım… Utanırım çan seslerinden. dizelerinin şairi Süha Tuğtepe'yi yitirdik.. O da gezetelerde küçük bir haber oldu.. Bir arkadaşım onun anısına eskileri bir toplasak dedi.. ben bilmiyordum onu kaybettiğimizi.. çok üzgünüm .. Süha anti-otoriter bir insan.. Radikal Yeşillerden.. Ülkemizin ilk yeşillerinden biri.. İlk Hasankeyf kampanyasını onunla birlikte başlatmıştık.. Hiç boyun eğmedi.. Daha geçenlerde “Almanya'ya gidip gelicem.. O zaman kalıcı bir şeyler yapmak için konuşalım” demişti… Onu tanıyanlar bir araya gelmek için vakit kaybetmemeli..
https://yesilgazete.org/suha-tugtepe-yi-kaybettik/
605
1,145
Suluova Kaymakamlığı'nda düzenlenen toplantıda konuşan Kaymakam Harun Sarıfakıoğulları, ilçe genelindeki besi atıklarından kaynaklanan kirliliğin minimize edilmesi için sosyal sorumluluk projesi çalışmaları yapılmasının şart olduğunu söyledi. İlçedeki besi ahır atıkları nedeniyle hava, toprak, su ve çevre kirliliğinin yoğun olduğuna dikkati çeken Sarıfakıoğulları, “Besi atıkları aynı zamanda bölgemizden geçen Tersakan çayı ile Yeşilırmak havzasında da büyük kirlilik oluşturmakta. Bu durum anayasamıza ve çevre kanununa aykırıdır. Mevcut anayasamızda herkesin temiz bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmekte. Kimse buna aykırı bir davranış sergileyemez” dedi. Kirliliğe sebep olanlara çevre kanununa göre Amasya Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından 80 bin liraya kadar cezai müeyyide uygulandığını hatırlatan Sarıfakıoğulları, “Bu kirliliğin minimize edilmesi için ilçemizdeki tüm kamu kurum, kuruluş, sivil toplum örgütleri ve besicilerimiz ile el ele bölgemizin rehabilitasyonun sağlıklaştırılması için proje çalışmaları yapmalıyız. Bu önemli ve derin konunun bir an önce ilçemiz gündeminden düşmesi için el birliğiyle alternatifler geliştirmeliyiz. Bu, bizden sonraki nesillere bir borcumuzdur” diye konuştu. Toplantıda işletmeci Nurettin Yanılma tarafından yaşanılabilir bir çevre ve hayvansal atıkların doğaya tekrar kazandırılması kapsamında “hayvansal atık yönetimi” konusunda hazırlanan “hayvansal atıkların organik gübre yapılması raporu” proje çalışması tanıtımı yapıldı. (haberler.com)
https://yesilgazete.org/suluovada-cevre-sagligi-toplantisi/
768
1,519
Rusya'nın abluka altına alınan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a olan desteği, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nde kullandığı vetoya uluslararası alanda tepki yağmasına karşın devam ediyor. Geçen haftanın başında Esad ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov'un buluşmasının ardından Suriye diyaloğun devam etmesi ve sorunlara ulusal çözümler bulunması konusunda ısrar etmeyi sürdürüyor. Ne var ki ulusal çözüm olarak yalnızca, daha büyük bir reform paketi olarak geçen Ekim ayında Esad tarafından açıklanan yeni bir Anayasa referandumu kalmış durumda. Resmî haber ajansı SANA'ya göre, bir taslak yaklaşık 10 gün önce Devlet Başkanı'na sunuldu. Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Sergei Sybakov yeni Anayasa taslağını, seçimlere doğru atılmış büyük bir adım olarak alkışladığını açıkladı. Lavrov, Suriye'nin yakın bir zamanda anayasal referandum için bir tarih açıklayacağını da sözlerine ekledi. Yürürlükteki 1973 Anayasası'nın en tartışmalı maddesi 8. madde. Söz konusu düzenlemeyle sosyalist Baas Partisi “toplumda ve devlet içinde lider parti” olarak tanımlanıyor. Suriyeliler arasında eleştiri konusu olan söz konusu madde, mevcut rejimin temelini oluşturuyor ve yeni taslakta da aynen korunması halinde iç savaşı şiddetlendirmesinden korkuluyor. Esad, Anayasa'nın bu bölümünün taslağı hazırlayan komisyon tarafından özel bir dikkatle ele alınacağına dair söz vermiş durumda. Nitekim Suriye devlet kaynaklarından gelen son haberlere göre, Beşar Esad yeni Anayasa taslağıyla ilgili 26 Şubat'ta referandum düzenleneceğini açıkladı. Yeni metinde, Baas Partisi'ne “toplumun ve devletin lideri” statüsünü tanıyan maddenin bulunmadığı bildiriliyor. Muhalefet ise, protestoculara yönelik şiddet devam ettiği sürece hükümet tarafından atılan hiçbir siyasal adımı desteklemeyeceğini açıkladı. Pazar günü Devlet Başkanı Esad, ulusal bir komisyon tarafından dört ay boyunca üzerinde çalışılan yeni Anayasa önerisinin bir nüshasını teslim aldı. Resmî haber ajansı SANA'nın bildirdiğine göre, komite üyeleri “Suriye vatandaşlarının onurunu garanti altına alan ve onların temel haklarını koruyan” ve “Suriye'yi kamusal özgürlükler ve siyasal çoğulculuk konusunda örnek teşkil edecek bir ülkeye dönüştürecek” bir metin yazmaya çalıştıklarını ifade etti. Esad'ın şöyle söylediği bildirildi: “Yeni Anayasa kabul edildiğinde Suriye, ülkeyi halkın tüm kesimleriyle işbirliği içerisinde yeni bir çağa taşımak için yayınlanan reformlar ve kanunlar aracılığıyla anayasal ve yasal yapının yürürlüğe girmesinin en önemli aşamasını geçmiş olacak.” SANA Ajansı Anayasa taslağının ayrıntılarına vermedi ancak yetkililer, yeni metinde Baas Partisi'ni siyasal ve toplumsal tek lider haline getiren 8. maddenin bulunmadığını söylüyor. Yine yetkililerin belirttiğine göre taslak, Devlet Başkanı'nın görev süresini yedi yıllık iki dönemle sınırlıyor. Esad, babası Hafız'ın ardından üstlendiği Devlet Başkanlığı görevini 2000'den bu yana sürdürüyor. Açıklamalara göre kurulacak yeni partiler bir din, meslek veya bölgesel çıkarlar üzerine kurulamayacak. Bu yasağın Müslüman Kardeşler'in ve kuzey-batı bölgesindeki Kürt grupların parti kurmasını engelleyeceği belirtiliyor.
https://yesilgazete.org/suriye%E2%80%99de-26-subat%E2%80%99ta-referanduma-sunulacak-yeni-anayasa-metninin-icerigi-ortaya-cikmaya-basladi/
1,560
3,153
Suriye'de başlayan savaş ikinci yılını doldurmak üzere. 2011'in ocak ayında Esad yönetimine karşı başlayan gösteriler, 15 Mart'ta ülkenin güneyinde Dera kentinde göstericilerin üzerine ateş açılmasıyla bir başka noktaya evrilmiş, sonrasında devam eden çatışmalarla süren savaşın başlama tarihi 15 Mart olarak kayıtlara geçmişti. Geçtiğimiz haftalarda İran'ın Suriye'de bulunan elçisi Mohammed Rıza Rauf, İran Press-TV'ye yaptığı açıklamada “Tahran'ın kendi topraklarında Suriye hükümeti ve muhalefet arasında yapılacak görüşmeleri organize etmeye hazır olduğunu” söylemişti. Kuşkusuz ateş olmayan yerden duman çıkmıyordu. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un tarafların müzakere masasına oturmasının yakın olduğunu açıklamasının üzerinden bir gün geçmeden, bu çağrı Suriye muhaliflerinin lideri Muaz el Hatip tarafından reddedilse de, görüşme için tarafların “kimi şartlar” ileri sürdüğü medyaya yansımış durumda. Türkiye'yi yakından ilgilendiren savaşın bugün geldiği nokta ise AKP hükümetinin süren savaşa dair öngörü ve iddialarının tam anlamıyla çökmesi anlamını taşıyor. Kamp mı, üs mü tartışması Ocak ayının sonlarında muhaliflerle Suriye hükümeti yetkililerinin arasında görüşmelerin başlayacağı ajans haberlerine düşüp bu bir soru olarak Tayyip Erdoğan'a sorulduğunda ne diyeceğini bilememişti. Suriye'de savaş başladığında AKP hükümetinin Libya'daki savaştan yeterli payı alamadığını, bu kez elini çabuk tutmaya karar verdiğine ilişkin epey analiz okumuştuk. Recep Tayyip Erdoğan'ın birlikte yaz tatillerini geçirdiği ve kardeşim dediği Beşar Esad, bir anda “Esed” adını aldı ve Türkiye hızla silahlanan muhalif grupların her türlü destekçisi konumuna geldi. ÖSO (Özgür Suriye Ordusu)adını alan ve Suriye ordusundan ayrılan subaylarca koordine edilen silahlı güçlerin tam anlamıyla “cephe gerisi” olan Türkiye; Pakistan, Afganistan, Katar ve Libya'nın yanı sıra hemen her yerden “cihat” için gelen güçlerin toplandığı bir “üs” haline geldi. 2011 Haziran ayının başından itibaren Suriye'den göç eden mültecilere kapılar açıldı. Binlerce savaş mağduru sınır boyunda yedi ilde kurulan 18 kampta toplanmaya başladı. Birleşmiş Milletler'in (BM) özel temsilcisi sıfatıyla oyuncu Angelina Jolie Türkiye'ye getirildi. Bu ziyaret basında Jolie'nin ağzından “Türk hükümeti büyük bir cömertlik göstererek bu olağanüstü kampı kurmuş. Gerçekten çok etkileyici” diye duyuruldu. Esad rejimin kullandığı yöntemler, savaşın acımasızlığı, savunmasız kadın ve çocukları mülteci durumuna düşürmüştü. Türkiye'nin ÖSO dışında “el Nusra” denen ve içinde el Kaide militanlarının da olduğu bu silahlı güçlere her türlü lojistiği sağlarken mülteci kamplarının nasıl “paravan” haline getirildiği üzerine çokça konuşulduğunu da hatırlayalım. Nasıl olsa Suriye'ye müdahale kaçınılmazdı, nasıl olsa yakın zamanda Türkiye'ye yakın Suriye topraklarında “tampon” bölge kurulacaktı ve mülteciler geri gidecekti. Türkiye öngörüsünün gerçekleşeceğinden o kadar emindi ki, muhalefetin omurgasını oluşturan Suriye “İhvan”ı ile daha önce Esad'la 20 Ekim 1998'de yaptığı ve Suriye Kürtlerinin mevcut statükosunun asla değişmemesini içeren “Adana mutabakatı”nı yeniden tazeledi. NATO güçlerinin ve ABD kuvvetlerinin üç vakte kadar müdahalesi beklendi durdu. ABD'de süren başkanlık seçimleri beklendi, Suriye muhalefetinin güçlenmesi beklendi, Esad'ın kaçması beklendi. Suriye'de Sünnilerin çoğunluk olduğu, Esad rejiminin azınlıkta olan Nusayrilere (Arap Alevileri) dayanarak ayakta kalamayacağı söylendi ama bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Tıpkı AKP hükümeti gibi, Rusya ve Çin hükümetleri de Libya'da olan bitenden dersler çıkarmışlardı. Esad'ın liderliğindeki Baas rejiminden desteklerini hiçbir zaman çekmediler. İran ise Suriye'den sonra sıranın kendisinde olduğunu zaten uzun zamandır biliyordu. ABD'ye gelince, Irak'tan henüz yakasını kurtaramamışken ve Afganistan “bataklığından” nasıl çıkacağının hesabını yaparken başını yeni bir belaya sokmak istemiyor, Suriye'deki muhalefeti birleştirerek krizi onların üzerinden yönetmeyi yeğliyor, doğrudan askeri müdahaleyi tercih etmiyordu. Üstelik Türkiye'nin kimi çıkışlarının, bölge için öngördüğü planları zora soktuğunu da ima etmekten çekinmiyordu. Suriyeli Kürtler Suriye'nin çok parçalı etnik yapısı içinde Araplar, Kürtler, Türkmenler, Ermeniler ve Çerkeslerin olduğu biliniyor. Bu etnik kimlikler dine göre gruplandığında ise karşımıza Sünniler, Nusayriler, Hristiyanlar, Dürziler, Süryaniler, Yezidiler ve Keldaniler çıkıyor. Dolayısıyla Baas rejimin tümüyle Nusayri'lere dayandığı tezi gerçek olmadığı gibi, Baas rejiminin dünyada uygulanan neo-liberal politikalar doğrultusunda Halep ve Şam'da ciddi bir Sünni sermayesini arkasına aldığı da biliniyor. Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru, 4 Kasım'da Katar'ın başkenti Doha'da toplanan muhalifler, ABD'nin yönlendirmesi ile daha kapsayıcı bir çatıda birleştiler. SDKM (Suriye Ulusal Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu) adını alan bu çatı örgütünün başına ise Şam'da bulunan Ümmeyye camii imamı Muaz el Hatip getirildi. Bu toplantının ve alınan kararların ayrıca şöyle bir anlamı da vardı; Türkiye artık muhalifler için “merkez” olmaktan çıkmıştı. Diğer bir taraftan Suriye ordusuna karşı en ön saflarda çarpışan “el Nusra” nın ABD tarafından “terörist” ilan edilmesi, bu örgütün her türlü lojistiğini sağlayan Türkiye'yi daha da ciddi bir açmaza düşürmüştü. Türkiye'nin açmazları bununla sınırlı değildi elbette. Bir dönem “mülteci sayısı yüz bini geçerse müdahale için hak doğar”(Ahmet Davutoğlu) diyen Türkiye, bugün sayıları 300 bine yaklaşan (185 bini kamplarda, 100 bini ise kendi imkanlarıyla kentlerde) Suriyeli mültecilere 650 bin dolar harcamış durumda. Bu paranın ancak 90 bin dolarını uluslararası alandan karşılayan Türkiye'nin başta Hatay olmak üzere, Gaziantep ve Urfa illerindeki ekonomik yapısının da büyük zarar gördüğü biliniyor. Ama esas “öldürücü darbe” Türkiye'ye çok korktuğu yerden, Suriye Kürtlerinden geldi denebilir. Irak'ta ABD müdahalesi sonrası merkezi yapının dağılmasıyla Kürtlerin “avantajlı” duruma düşmelerinin yarattığı “özerk bölgeyi” aklından çıkarmayan Türkiye, daha Suriye'de gösteriler bir iç savaşa dönüşmeden “gelecek rejimin sahipleri” olarak gördüğü ÖSO ile Adana anlaşmasını tazelemişti. Ne var ki korktuğu başına geldi ve Suriye Kürtleri Rojava'da (batı), Salih Muhammed Müslim liderliğindeki PYD (Demokratik Birlik Partisi)ile özerk yapılarını kurmaya başladılar. Üstelik bunu yaparken hem Suriye rejimine hem de muhaliflere eşit mesafede durmayı da becerebildiler. Kimilerine göre “İmralı süreci” olarak tanımlanan yeni müzakere süreci, önemli ölçüde “ilhamını” Rojava'daki gelişmeden alıyordu. Türkiye ve Suriye Kürt bölgelerinde PKK'nin ideolojik etkisi ve Abdullah Öcalan'ın tartışmasız liderliği ise herkes için bilinen bir gerçeklik. İran'da ise İran KDP lideri Dr. Kasimlo'nun 1989 yılında Viyana'da bir komplo ile İran gladyosu tarafından öldürülmesinden sonra PKK doğrultusunda gelişen Kürt örgütü PEJAK(Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) olmuştu. Tarihin bir anında İran rejimi şu ya da bu nedenle merkezi otoritesini yitirdiğinde Rojava'nın yanına “Rojhiilat”ın (doğu) ekleneceğinden de şüphe duymamak gerek. Suriye'de süren savaş ikinci yılını doldururken önümüzdeki günlerde Suriye hükümeti ve muhalefeti arasında “şartların” oluşmasıyla görüşmeler başlar mı, başlarsa nereye ve hangi anlaşmalara yönelir, bütün bunları bölgede bir satranç oyunu gibi değişen güç dengeleri içinde değerlendirmek ve anlamak gerekiyor.
https://yesilgazete.org/suriye%E2%80%99deki-gelismeleri-nasil-okumali-kadir-akin/
3,761
7,457
Suudi Arabistan Enerji Bakanı Khaled el-Falih, Suudi Arabistan Yenilenebilir Enerji Yatırım Forumu'nun açılışında yaptığı konuşmada dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olan ülkesinin yenilenebilir enerji ve teknolojisini yurt dışında satacağını söyledi. Suudi Arabistan Krallığının hemen hemen tümünün iç gücü şu an ham petrolden, rafine edilmiş ya da doğal gazdan geliyor. Ancak, petrol krallığını durdurmak için yapılan bir ekonomik reform planının bir parçası olarak hükümet, Falih'in güneş ve rüzgar enerjisi içeren “iddialı” bir yenilenebilir enerji programı başlattı. Yetkililer, projelerin 30 milyar ila 50 milyar dolar arasında maliyete sahip olabileceğini söyledi. Falih, forumun “2023 yılına kadar yenilenebilir enerji yüzdesi krallığın toplam elektriğinin yüzde 10'unu temsil edecek” dedi ve ekledi, “Orta vadede yenilenebilir enerji üretiminin ileri teknolojilerini geliştiren, üreten ve ihraç eden bir ulus haline gelmek için krallığı aramaktayız” dedi. Falih, enerji sektörünün özerk bir düzenleyici kurulu ve özelleştirilmiş üretim kapasitesi içerecek şekilde tamamen yeniden yapılandırıldığını söyledi. Suudi Arabistan'daki hükümetin tahminlerine göre Suudi tepe enerjisinin 2032 yılına kadar 120 gigawatt'ı aşması da bekleniyor.
https://yesilgazete.org/suudi-arabistan-yenilenebilir-enerji-forumunda-2023-hedeflerini-acikladi/
591
1,246