text
stringlengths 290
300k
| url
stringlengths 19
415
| tokens
int64 125
150k
| length
int64 290
300k
|
---|---|---|---|
10. Büyükelçiler Konferansı
Putin ve Muhammed bin Selman petrol piyasalarını ve Ukrayna'daki durumu görüştü
Putin ve Muhammed bin Selman petrol piyasalarını ve Ukrayna'daki durumu görüştü'Türk iş adamlarının Gine'de yapacağı çok şey var'
Türkiye'nin Konakri Büyükelçisi Sağman, "Bizim Afrika'ya bakış açımız; eşit seviyede birlikte yol katetmek. Gineliler haliyle bu samimiyetin farkındalar ve bunun meyvelerini de görüyoruz." dedi.
'Maarif Vakfı'na devredilen okullar örnek oluyor'
Türkiye'nin Abidjan Büyükelçisi Esra Demir, "Kapatılan ya da Maarif Vakfı'na devredilen her okul (FETÖ'ye ait), Afrika bölgesindeki diğer ülkelerde benzer adımların atılması için örnek oluyor." dedi.
'Tanzanya'da Türk müteahhitler listenin ilk sırasında'
Türkiye'nin Darüsselam Büyükelçisi Ali Davutoğlu, Tanzanya ile Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesi açısından büyük imkanların mevcut olduğunu kaydederek, Türkiye'nin müteahhitlik alanında en yüksek taahhüt aldığı ülkenin Tanzanya olduğunu söyledi.
'Biz Somali'de hiçbir aktörle rekabet içinde olmadık'
Türkiye'nin Mogadişu Büyükelçisi Olgan Bekar, "Biz, Somali'de hiçbir aktörle rekabet içinde olmadık. Böyle bir çabamız hiçbir zaman olmadı." dedi. | https://www.aa.com.tr/tr/10-buyukelciler-konferansi | 588 | 1,187 |
15 Temmuz şehidi Metin Arslan'ın ablaları üzgün ama gururlu
FETÖ'nün darbe girişimi sırasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde şehit olan Metin Arslan'ın ablaları Nurcan Arslan ve Fatma Ataman, kardeşlerinin mezarını sık sık ziyaret ederek acılarını hafifletmeye çalışıyor.
Karabük
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimi sırasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde şehit olan Metin Arslan'ın Karabük'te yaşayan iki ablası, acılarını bir nebze hafifletmek için sık sık kardeşlerinin kabrini ziyaret ediyor.
Kardeşlerinin Öğlebeli Mezarlığı'ndaki kabrini ziyaret eden Fatma Ataman, AA muhabirine, darbe girişimini evlerinde televizyondan öğrendiklerini, kardeşinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısı üzerine dışarı çıkarak darbecilere karşı durduğunu söyledi.
Olay gecesini anlatan Ataman, "Biz de o gün akşam herkes gibi televizyondan öğrendik, izledik. Bütün köprülerin tutulduğunu gördük. Metin ile konuştuk, telefonlaştık fakat gece 12'den sonra haber alamadık. Daha sonra kardeşimin vefat ettiğini öğrendik." diye konuştu.
Ataman, kardeşiyle gurur duyduklarını vurgulayarak,"Kardeşimle birlikte biz aileyi kaybettik. Bir sene sonra anneyi, 3 sene sonra babayı kaybettik. 8 yıl oldu. Kardeş bizim kardeşimiz, anne bizim annemiz, baba bizim babamız ama şehit, Türkiye'nin şehidi. Çok gurur verici bir duygu. Karabük'ten 15 Temmuz'da ülkeyi savunacak, milletin iradesini ön plana çıkartacak bir kardeş çıktığı için çok gururluyuz. Üzüldük ama gururluyuz." ifadelerini kullandı.
Nurcan Arslan da kardeşini kaybettikleri için üzgün, gösterdiği kahramanlık dolayısıyla gururlu olduklarını ve yetkililerin de kendilerini yalnız bırakmadığını kaydetti. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuz-sehidi-metin-arslanin-ablalari-uzgun-ama-gururlu/3275519 | 840 | 1,678 |
15 Temmuz Şehitler Makamı ve Hafıza 15 Temmuz Müzesi'ne ziyaretler sürüyor
FETÖ'nün 8 yıl önceki hain darbe girişimini engellemek için mücadele veren kahramanların eşyası ile ülkeye ihanet eden darbecilerin kullandığı mühimmatın sergilendiği "Hafıza 15 Temmuz Müzesi" ve "15 Temmuz Şehitler Makamı"na ziyaretler devam ediyor.
İstanbul
15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nün Anadolu Yakası girişindeki 15 Temmuz Şehitler Makamı ve Hafıza 15 Temmuz Müzesi'ne, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" dolayısıyla sabahın erken saatlerinden itibaren başlayan ziyaretler akşam da sürdü.
Vatandaşlar, içinde 252 şehidin adının yer aldığı 15 Temmuz Şehitler Makamı'nı ziyaret ediyor. Burada dualar okuyan ziyaretçiler, her birinin altında bir şehidin ismi ve öz geçmişini gösteren karekodu bulunan servi ağaçlarının çevresinde dolaşıyor.
Öte yandan bu noktaya gelen vatandaşlar, darbe girişimini engellemek için mücadele verenlere ait eşya ile darbecilerin kullandığı mühimmatın sergilendiği Hafıza 15 Temmuz Müzesi'ni de ziyaret ediyor. Sergilenen eşyayı inceleyen ziyaretçiler, hatıra fotoğrafı da çekiyor.
"Allah'a çok şükür ülkemizi kurtardık"
15 Temmuz Şehitler Makamı'nı ziyaret edenlerden Veysel Doğan, hain darbe girişiminin yaşandığı gece 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'ne arkadaşlarıyla geldiğini söyledi.
Darbeci askerlere karşı durduklarını ancak şehitlik makamının kendilerine nasip olmadığını anlatan Doğan, "Burada şehit olanların hepsinin alınlarından öpüyorum. Allah gani gani rahmet eylesin. Allah, Cumhurbaşkanımızdan da razı olsun. Onun ferasetiyle herkes sokağa çıktı." dedi.
Doğan, darbe girişimi gecesinde bu bölgede yaşadıklarıyla ilgili, "Şurada iki grup vardı. Asker elbisesini giymiş şerefsizler vardı. Ama onlara karşı asıl askerlik yapan bizler vardık. O şerefsizleri burada yendik. Ve Allah'a çok şükür ülkemizi kurtardık. Emeği geçen herkesten Allah razı olsun." diye konuştu.
Torununa, şehit Astsubay Ömer Halisdemir'in ismini verdiğini belirten Doğan, "Herkesin bu güzel insanın ismini torunlarına koyması lazım. Allah bütün şehitlerimiz ve ondan razı olsun." ifadelerini kullandı.
Derya Altıok da hain darbe girişiminin yaşandığı gece 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'ne geldiklerini ancak giremediklerini kaydederek, "Bir sürü şehitlerimiz oldu. Allah mekanlarını cennet etsin, bizi kurtardılar. Evlatlarımıza, geleceğimize, çocuklarımıza kanlarını verdiler. Bu vatan bizimdir. Asla kimseye vermeyiz. Çocuklarımıza küçük yaşta vatan sevgisini aşılıyoruz." dedi.
Darbe girişiminin yaşandığı geceyi yaşının küçük olması nedeniyle hatırlamakta zorlandığını ifade eden Hümeyra Cin ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısıyla meydanlara çıkan vatandaşlara teşekkür etti.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuz-sehitler-makami-ve-hafiza-15-temmuz-muzesine-ziyaretler-suruyor/3276265 | 1,408 | 2,853 |
15 Temmuz şehitleri ikiz polislerin babasının acısı dinmiyor
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sırasında Ankara Gölbaşı'ndaki bombalı saldırıda şehit olan polis memuru ikizler Ahmet ve Mehmet Oruç'un babası, evlatlarını kaybetmenin acısını ilk günkü gibi yüreğinde taşıyor.
Adana
Adana Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğünden geçici görevle gittikleri Ankara'da darbecilerin bombalı saldırısında şehit düşen ikizler, şehadetlerinin 8. yılında anılıyor.
Polis memuru kardeşlerin Adana'nın Pozantı ilçesinde yaşayan ailesinin acısı tazeliğini koruyor.
Baba Ali Oruç, AA muhabirine, 15 Temmuz'da yaşananları unutamadıklarını söyledi.
Evlatlarının şehit olduğu darbe girişimini televizyonda gördüklerini anlatan Oruç, "Olayları görünce hemen çocuklarımızı aradık ama ikisine de ulaşamadık. Çocuklarımızın görevde olduğunu bildiğimiz için olayların bu derecede büyük olduğunu düşünemedik ama hainlerin atmış olduğu bombalarda çocuklarım Ahmet ve Mehmet o gece şehit olmuş." dedi.
"O geceyi tekrar anmak elbette kolay değil"
Oruç, 15 Temmuz gecesinin bir türlü bitmediğini dile getirerek, şöyle konuştu:
"Sağı solu arasak da bir türlü çocuklarımızla iletişime geçemedik. O gece her yer kapalı olduğundan dolayı hiçbir yere gidemedik. Sabahı beklemeye başladık. O gece selalar okundu. O selalar Türkiye'nin hüzünlü gecesi oldu. O geceyi yaşamak ve o geceyi tekrar anmak elbette kolay değil. Çok üzücü bir durum. İki evladımı şehit verdim. 'Kolay mı?' derseniz, kolay değil elbet. Evlatlarımı çok seviyorum. Onlar bu vatan, bu bayrak için canlarını vererek şehadet şerbeti içtiler, şehitlik makamına ulaştılar. Devletimiz var olsun, milletimiz var olsun. Rabbim tüm şehitlerimizin şehadetlerini makbul eylesin."
"Evlatlarımla gurur duyuyorum"
Vatana sahip çıkılması gerektiğini vurgulayan Oruç, şunları kaydetti:
"Biz vatan için varız. Bu vatan bizim. Bizler evlatsız yaşarız ama vatansız yaşayamayız. Seneler de geçse şehitlerimiz unutulmaz. 15 Temmuz geldiğinde acımızın tazeliği devam ediyor. Sanki çocuklarımız çıkıp gelecekmiş gibi o günleri yaşıyoruz. Çocuklarımızı çok özledik. 1-2 yıl değil, tam 8 yıl oldu. Yüreğimizdeki yaralar halen taze. Evlatlarıma görevlerini yaptıkları sırada bu şehitlik nasip oldu. Evlatlarımla gurur duyuyorum. Bu herkese nasip olmaz. Rabbim bana iki evlat verdi. İkisini de vatana feda ettik. Demek ki Cenabıallah bizleri seviyor. Ne mutlu bize."
Şehit düşen ikiz polislerin hikayesi
Adana Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğünde görev yapan Ahmet ve Mehmet Oruç'un tüm eğitim hayatları beraber geçti.
Hayalini kurdukları polis meslek yüksekokuluna giren ikizler, daha sonra helikopter pilotu olmak için kursa kayıt yaptırdı.
Emniyet Genel Müdürlüğü Havacılık Daire Başkanlığının Ankara Gölbaşı'ndaki tesislerinde 8 ay eğitim alan Ahmet ve Mehmet Oruç, FETÖ'nün darbe girişimi sırasında tesislere atılan bombalar sonucu şehit düştü.
Şehit ikizlerin naaşı, Adana Alihocalı Mahalle Mezarlığı'na defnedildi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuz-sehitleri-ikiz-polislerin-babasinin-acisi-dinmiyor/3270917 | 1,571 | 3,117 |
Ankara
Sakarya
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sırasında İstanbul'da şehit düşen polis memuru Serdar Gökbayrak için Sakarya'daki mezarı başında anma töreni yapıldı.
Gökbayrak'ın Arifiye ilçesi Hanlıköy'deki mezarı başında düzenlenen törene, şehidin eşi Necla, annesi Ferdane, çocukları Ceyda, Elif ve Alperen, kardeşleri Mesut ve Saim Gökbayrak, ablası Fikriye Aslan ile kayınpederi Fevzi Dayan katıldı.
Törende, Vali Yaşar Karadeniz, AK Parti Sakarya milletvekilleri Ali İnci ve Ertuğrul Kocacık, Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Alemdar, Garnizon Komutan Vekili Albay Tarık Demirci, İl Emniyet Müdürü Selçuk Doğuş, İl Jandarma Komutanı Albay Nejdet Karaca, Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, ilçe belediye başkanları ve kaymakamlar ile vatandaşlar da hazır bulundu.
Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından İl Müftüsü Mehmet Aşık tarafından dua edilen törende, şehidin mezarına karanfil bırakıldı.
Protokol üyeleri, mezarlıktaki anma töreninin ardından şehidin ailesinin evini de ziyaret etti.
Düzce
FETÖ'nün 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sırasında Gölbaşı'ndaki Özel Harekat Daire Başkanlığına düzenlenen saldırıda şehit olan 3. Sınıf Emniyet Müdürü Ufuk Baysan da memleketi Düzce'deki mezarı başında anıldı.
Darbe girişiminin 8. yılında Düzce Şehitliği'nde düzenlenen törende Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından dua edildi, şehit kabirlerine karanfil bırakıldı.
Törene, şehidin babası Ramazan ve annesi Hanife Baysan, Düzce Valisi Selçuk Aslan, AK Parti Düzce Milletvekili Ercan Öztürk, Belediye Başkan Yardımcısı Hasan Günden, İl Jandarma Alay Komutanı Murat Kılıç, İl Emniyet Müdürü İbrahim Ergüder, AK Parti İl Başkanı Hasan Şengüloğlu, protokol üyeleri, kurum müdürleri ve vatandaşlar katıldı.
Daha sonra, Baysan'ın Beyköy beldesindeki kabri ziyaret edildi. Burada okunan duanın ardından protokol üyeleri, şehidin ailesinin evine de ziyarette bulundu.
Adana
Adana'nın merkez Yüreğir ilçesi Alihocalı Mahallesi Mezarlığı'nda düzenlenen törende Kur'an-ı Kerim okundu.
Fotoğraf: Nurşin Mağın/AA
Vali Yavuz Selim Köşger, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimde Ankara Gölbaşı'nda şehit olan ikiz polis memurları Ahmet ve Mehmet Oruç'un babası Ali Oruç ve diğer katılımcılarla kabirlere karanfil bıraktı.
Şehitlere Allah'tan rahmet dileyen Köşger, "FETÖ teröristleri, bu millete, milletin silahını doğrultulmaya kalkıştı. Bütün millet ayağa kalkarak askerin, polisin içindeki vatanperver evlatlarımızla badireyi savuşturdu. Allah bir daha böyle acıları millete göstermesin." diye konuştu.
Baba Oruç da evlatlarıyla gurur duyduğunu belirterek, "Evlatsız yaşarız ama vatansız yaşayamayız. Allah bizi vatansız, yurtsuz yapmasın." dedi.
Mersin
Mersin'de de şehit yakınları, Toroslar ilçesi Mersin Asri Mezarlığı'ndaki şehitliği ziyaret etti.
Fotoğraf: Serkan Avci/AA
Türk bayraklarıyla donatılan kabirlerin bakımını yapan aileler, Kur'an-ı Kerim okudu, dua etti.
Vali Ali Hamza Pehlivan, AK Parti Mersin Milletvekili Ali Kıratlı, MHP Mersin Milletvekili Levent Uysal, Akdeniz Bölge ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Murat Fırat, Cumhuriyet Başsavcısı Tolgahan Öztoprak, İl Emniyet Müdürü Kamil Karabörk, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Ercan Atasoy ve Sahil Güvenlik Akdeniz Bölge Komutanı Tuğamiral Oğuz Bavbek de şehit aileleriyle görüştü, mezarlara çiçek koydu.
Osmaniye
Osmaniye'de 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla Garnizon Şehitliği'nde anma programı gerçekleştirildi.
Fotoğraf: Muzaffer Çağlıyaner/AA
Şehit yakınları, Vali Erdinç Yılmaz, AK Parti Osmaniye Milletvekili Seydi Gülsoy ile Belediye Başkanı İbrahim Çenet'in de katıldığı programda İstiklal Marşı ve Kur'an-ı Kerim okundu.
İl Müftüsü Ali Çakmak'ın dualarına eşlik eden katılımcılar, şehit mezarlarına karanfil bıraktı.
Vali Yılmaz, FETÖ'nün darbe girişimi sırasında Gölbaşı'ndaki bombalı saldırıda şehit düşen özel harekat polisi Mehmet Karacatilki'nin ailesine başsağlığı diledi.
15 Temmuz şehidi Fatih Dalgıç, Eskişehir'de kabri başında anıldı
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sırasında İstanbul'da bulunan, arkadaşlarına yardıma gittiği Çengelköy Sabancı Polis Merkezi Amirliği'nde çıkan çatışmada şehit olan polis memuru Fatih Dalgıç, Eskişehir'in Çifteler ilçesindeki kabri başında anıldı.
Alikan Mahallesi'ndeki mezarlıkta düzenlenen törene, şehidin annesi Asiye Dalgıç ve yakınları ile Eskişehir Valisi Hüseyin Aksoy, Muharip Hava Kuvvetleri ve Garnizon Komutanı Orgeneral İsmail Güneykaya, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Erhan Demir, İl Emniyet Müdürü Yaman Ağırlar, Çifteler Belediye Başkanı Zehra Konakcı, AK Parti İl Başkanı Gürhan Albayrak ile vatandaşlar katıldı.
Törende, protokol üyeleri, şehidin mezarına kırmızı gül bıraktı.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle devam eden program, duaların ardından sona erdi.
Katılımcılar daha sonra şehit polisin aynı mahallede bulunan ailesinin evini ziyaret etti.
Antalya'da 15 Temmuz şehidinin kabri ziyaret edildi
Uncalı Mezarlığı Şehitliği'nde düzenlenen törene, Antalya Valisi Hulusi Şahin, Cumhuriyet Başsavcısı Yakup Ali Kahveci, AK Parti Antalya milletvekilleri Mustafa Köse, İbrahim Ethem Taş ve Tuba Vural Çokal, MHP Antalya Milletvekili Hilmi Durgun, polis ve askeri erkan ile şehit yakınları katıldı.
Kur'an-ı Kerim tilaveti ve dua okunmasının ardından, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sırasında Ankara Emniyet Müdürlüğünde şehit olan polis memuru Muhammet Oğuz Kılınç'ın kabrine protokol üyeleri tarafından karanfil bırakıldı. Protokoldekiler, diğer şehitlerin mezarlarını da ziyaret ederek dua okudu.
Vali Yazıcı ve protokol üyeleri daha sonra şehit Muhammet Oğuz Kılınç'ın babası Zeki ve annesi Meliha Meltem Kılınç'ı evinde ziyaret etti.
Baba Kılınç, AA muhabirine, 15 Temmuz'un Türk milleti için ikinci Çanakkale destanı olduğunu belirterek, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da işgalcilere ve düşmanlara karşı mücadeleye devam edeceklerini söyledi.
Kıyamete kadar Anadolu topraklarını koruyabilmek için her daim hazır olunması gerektiğini vurgulayan Kılınç, şunları kaydetti:
"Şehit aileleri olarak evlatlarımızın bize vatan olarak bıraktığı bu memleketi inşallah kıyamete kadar, son nefesimize kadar koruyacağız. Memleketimizde gençlerimizin duyarlı olmasını istiyoruz. Unutmamalarını istiyoruz. Bizler onu zaten unutmuyoruz. Bugün Ömer Halisdemir'leri, Fethi Sekin'leri kimse unutmasın. Muhammed Oğuz Kılınç'ları kimse unutmasın. 40 yıllık planlar yapanlar bir 40 yıl daha planlar yaparak bu memleketi parçalamak, bölmek isteyeceklerdir. Çünkü Anadolu toprakları çok kıymetli topraklar. Bu zamana kadar gençlerimiz, bu milletin evlatları vatanına sahip çıktılar. Bundan sonra da çıkacaklarına inanıyorum."
Şehidin annesi Meliha Meltem Kılınç ise 15 Temmuz'un hayatının en acı günü olduğunu dile getirerek, "O kadar üzgünüm ki. Evlat acısı çok zor. Ama bu evlat acısını sadece ben yaşamıyorum. Türk milleti de 15 Temmuz gibi bir acı günü yaşadığı için onlar da bu acıyı hissediyorlar. Her zaman için devletimiz, milletimiz zaten yanımızda oldu. Onların varlığı bize her zaman güç verdi. Bu acıyı, 15 Temmuz gibi bir günü yaşattıkları için o FETÖ'cü hainleri hiçbir zaman affetmiyorum. Affetmeyeceğim. Rabbim de affetmesin." dedi.
İzmir
İzmir'de Kadifekale Hava Şehitliği'ndeki törene Vali Süleyman Elban, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, Ege Ordusu ve Garnizon Komutanı Orgeneral Kemal Yeni ile 15 Temmuz gazileri ve şehit yakınları katıldı.
Saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başlayan törende konuşan Vali Süleyman Elban, 15 Temmuz'da milletin gösterdiği cesaret ve fedakarlığın Türkiye'nin bağımsızlığına ve hürriyetine olan inancı pekiştirdiğini söyledi.
Türkiye'nin 15 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde tek devlet, tek millet ilkeleri doğrultusunda hain saldırıyı bozguna uğrattığını aktaran Elban, "Milletimizin var olduğu günden bu yana kurduğu devletlere yönelik tehdit, terör saldırıları olmuştur. Milletimiz ve devletimiz hepsinden zaferle çıkmayı başarmıştır. Bunlara karşı olan mücadelemizi asla bırakmadık ve bırakmayacağız." dedi.
Kur'an-ı Kerim tilaveti ve İl Müftüsü Sinan Kazancı'nın duasının ardından şehit kabirleri ziyaret edilerek karanfil bırakıldı.
Manisa
Garnizon Şehitliği'ndeki törene Vali Enver Ünlü, AK Parti Manisa Milletvekili Tamer Akkal, Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek, Garnizon Komutanı Piyade Albay Zeynel Abidin Alptekin, İl Emniyet Müdürü Fahri Aktaş, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Zafer Tombul, Cumhuriyet Başsavcısı Kurtca Eker ve vatandaşlar katıldı.
Tören saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başladı.
Vali Ünlü, yaptığı konuşmada 15 Temmuz'daki hain darbe girişiminin Türk milletinin direnişiyle püskürtüldüğünü belirterek, "15 Temmuz gecesi milletçe destan yazdık. Bu destanı yazarken şehitlerimiz canlarını feda ettiler. Onları asla unutmayacağız ve her zaman anacağız." ifadelerini kullandı.
Hatuniye Camisi İmam Hatibi Adem Karakuş'un Kuran-ı Kerim tilaveti ve İl Müftüsü Şükrü Kabukçu'nun dua etmesiyle devam eden programda protokol üyeleri şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Uşak
Şekerevleri Mezarlığı'ndaki şehitlikte gerçekleştirilen programda, Kur'an-ı Kerim tilaveti yapıldı, dua edildi, şehit kabirlerine karanfil bırakıldı.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında Marmaris'te şehit olan polis memuru Mehmet Çetin'in Yoncalı köyündeki kabri başında da anma töreni düzenlendi.
Vali Turan Ergün, AK Parti Uşak milletvekilleri İsmail Güneş ve Fahrettin Tuğrul, Uşak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ekrem Savaş, İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Fahri Semiz, İl Emniyet Müdürü Mehmet Ali Kolcu'nun da katıldığı törende şehit Çetin'in yakınları tarafından mezarına karanfil bırakıldı.
Denizli
Denizli'de Asri Mezarlık'taki asker ve polis şehitliğinde Vali Ömer Faruk Coşkun ve protokol üyelerinin katıldığı törende Kur'an-ı Kerim tilaveti ve dualar okundu.
Protokol üyeleri şehitlerin kabirlerini ziyaret edip karanfil bıraktı.
Vali Coşkun ve beraberindekiler 15 Temmuz Delikliçınar Şehitler Meydanı'nda anı defterini imzaladıktan sonra meydanda kurulan fotoğraf sergisini gezdi.
Aydın
Aydın'da da Tellidede Mezarlığı'nda düzenlenen anma programında saygı duruşunda bulunuldu, İstiklal Marşı okundu.
Programda Vali Yakup Canbolat'ın Şehitlik Anı Defteri'ni imzalamasının ardından şehit kabirleri ziyaret edilerek karanfil bırakıldı.
Programa Garnizon Komutanı Albay Hakkı Haktan Armağan, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Yiğit Menderes, Adnan Menderes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Bülent Kent ve siyasi parti temsilcileri katıldı.
Bolu
Bolu'da Garnizon Şehitliği'ndeki anma töreninde saygı duruşunda bulunuldu ve İstiklal Marşı'nın okunmasının ardından İl Müftülüğü tarafından görevlendirilen imamlar tarafından Kur'an-ı Kerim tilaveti gerçekleştirildi.
İl Müftüsü Hüseyin Demirtaş tarafından, şehitler için dua okundu.
Daha sonra şehitlerin kabirlerine karanfiller bırakılarak dua edildi.
Programa, Bolu Valisi Erkan Kılıç, AK Parti Bolu Milletvekili Yüksel Coşkunyürek, MHP Bolu Milletvekili İsmail Akgül, Garnizon Komutanı Tankçı Kıdemli Albay Cavit Nartop, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, Bolu İl Jandarma Komutanı Jandarma Albay Mehmet Avcı, İl Emniyet Müdürü Ercan Dağdeviren, İl Müftüsü Hüseyin Demirtaş, kurum müdürleri, siyasi partilerin temsilcileri, gaziler ve şehit yakınları ile vatandaşlar katıldı.
Kocaeli
Kocaeli'de 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında şehitlik ziyareti yapıldı, mevlit okundu.
Bağçeşme Namazgah Şehitliği'nde düzenlenen programa, Kocaeli Vali Yardımcısı İsmail Gültekin, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Berna Abiş, Deniz Eğitim Öğretim ve Garnizon Komutanı Tümamiral Erhan Aydın, İl Emniyet Müdürü Faruk Karaduman, İl Jandarma Komutanı Jandarma Kıdemli Albay Murat Bozkurt, İzmit Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya, şehit yakınları ve gaziler katıldı.
Kur'an-ı Kerim okunması ve dua edilmesinin ardından protokol üyeleri şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Protokol üyeleri, şehitlik ziyaretinin ardından mevlit programı için Mehmetalipaşa Camisi'ne geçti.
Şehitler ve merhum gaziler için okunan Kur'an-ı Kerim ve mevlit sonrasında Kocaeli Müftüsü Mehmet Sönmezoğlu tarafından dua edildi.
Zonguldak
Zonguldak'ta şehitlikte Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlayan programda Vali Osman Hacıbektaşoğlu ve beraberindeki protokol üyeleri, şehitler için dua etti.
Burada şehit yakınlarıyla bir süre sohbet eden Hacıbektaşoğlu, daha sonra şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Şehitlikteki programın ardından "15 Temmuz Fotoğrafları" sergisinin açılışı gerçekleştirildi.
Devlet Güzel Sanatlar Galerisi'nde düzenlenen serginin açılış kurdelesini Vali Hacıbektaşoğlu ve eşi Güney Hacıbektaşoğlu, il protokolüyle kesti.
Vatandaşlar sergiye ilgi gösterdi.
Bartın
Bartın'da, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" dolayısıyla sergi açılışı yapılmasının ardından şehitlik ziyaret edildi.
Hükümet Caddesi'nde düzenlenen sergide, 15 Temmuz akşamı vatandaşların darbe girişimi yapan askerlere karşı verdiği mücadele anları sergilendi.
Daha sonra Vali Nurtaç Arslan, AK Parti Bartın Milletvekili Yusuf Ziya Aldatmaz, Bartın Belediye Başkanı Muhammet Rıza Yalçınkaya ve il protokolünün katıldığı törende Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından şehitlerin mezarlarına karanfil bırakıldı.
Karabük
Karabük'te "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" kapsamında Yenişehir Camisi'nde 15 Temmuz şehitleri ile vatan uğruna canlarını veren tüm şehitlerin aziz hatırasını yad etmek için mevlit programı düzenlendi.
Programa Vali Mustafa Yavuz, Karabük Belediye Başkanı Özkan Çetinkaya, Vali yardımcıları Muhittin Gürel ve Mustafa Şahin, İl Emniyet Müdürü Mehmet Ali Hasan Köse, kurum müdürleri, siyasi partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.
Kayseri
Kayseri'de, TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı ve AK Parti Kayseri Milletvekili Hulusi Akar, Vali Gökmen Çiçek, AK Parti Milletvekilleri Şaban Çopuroğlu ve Sayın Bayar Özsoy, Büyükşehir Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç, İl Emniyet Müdürü Atanur Aydın, il müdürleri ve belediye başkanları, Kartal Şehitliği'ni ziyaret etti.
Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından saygı atışı yapıldı, protokol üyelerince şehit kabirlerine karanfil bırakıldı.
Daha sonra Şehir Mezarlığı'ndaki Polis Şehitliği ziyaret edilerek dua okudu.
Recep Tayyip Erdoğan Millet Bahçesi'nde Büyükşehir Belediyesi tarafından 15 Temmuz Milletin Zaferi KAYMEK Gurur Sanat Sergisi'nin açılışı gerçekleştirildi.
Açılışta konuşan Akar, Türkiye'nin şartlar ne olursa olsun büyümeye devam edeceğini söyledi.
Sorunları bir şekilde bugüne kadar çözdüklerini aktaran Akar, "Bundan sonra da çözmeye devam edeceğiz. Fakat bu hainlerin, alçakların engelleme girişimleri bitmedi, bitmeyecek. Bunun için 85 milyonun devamlı uyanık ve tek yumruk, tek yürek olarak bunlara karşı durması lazım. Birliğimizi ve beraberliğimizi sürdürmemiz lazım. Şucu bucu yok. Türkiye, 85 milyon, Cumhuriyet'imiz, bayrağımız ve sancağımız var." diye konuştu.
Sergi alanında darbe girişiminde tankların ezdiği bir otomobil ile bombalama sırasında hasar gören polis aracı da sergilendi.
Büyükşehir Belediyesinden yapılan açıklamaya göre, komiser yardımcısı Cennet Yiğit'in Bünyan ilçesindeki kabri başında düzenlenen törene, Vali Gökmen Çiçek, AK Parti Kayseri milletvekilleri Hulusi Akar, Sayın Bayar Özsoy, Şaban Çopuroğlu, Ayşe Böhürler, Büyükşehir Belediye Başkanı Memduh Büyükkılıç ve şehidin yakınları katıldı.
Programda, Yiğit'in öz geçmişi okundu, Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından şehitler için dua edildi.
Daha sonra şehidin hatıralarının yaşatıldığı Cennet Yiğit Anı Evi'ni ziyaret eden protokol üyeleri, baba Yahya ve anne Huriye Yiğit'e başsağlığı temennisinde bulundu.
Protokol üyeleri ziyaretin ardından Devlet Bahçeli Sosyal Tesisleri'nde kentteki şehit aileleri ve gaziler ile bir araya geldi.
Niğde
Niğde Valisi Cahit Çelik ve protokol üyelerinin şehitliği ziyaretinde, Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi ve şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Protokol üyeleri, daha sonra Şadırvan Parkı'nda açılan "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" temalı fotoğraf sergisini gezdi.
Programa, Vali Çelik'in yanı sıra Belediye Başkanı Emrah Özdemir, İl Emniyet Müdürü Adnan Özdemir, İl Jandarma Komutanı Albay Gürol Okyar, protokol üyeleri ve şehit yakınları katıldı.
Kırıkkale
Kırıkkale'de, Vali Mehmet Makas, AK Parti Kırıkkale Milletvekili Mustafa Kaplan, Garnizon Komutanı Tuğgeneral Mehmet Ali Durmuş, Belediye Başkanı Ahmet Önal, protokol üyeleri ile şehit yakınları ve gaziler, şehitliği ziyaret etti.
Programda, Kur'an-ı Kerim okundu, İl Müftüsü Mustafa Topal tarafından dua edildi. Vali Makas ve protokoldekiler, daha sonra şehit mezarlarına karanfil bıraktı.
Makas ve beraberindekiler, 15 Temmuz'da doğum gününde şehit olan özel harekat polisi Hakan Yorulmaz'ın yakınlarıyla bir süre sohbet etti.
Ardından Nur Cami ve Külliyesi'nde şehitler için Kur'an-ı Kerim okundu ve dua edildi.
Cumhuriyet Meydanı'nda devam eden programda, Vali Makas ve protokol üyeleri, 15 Temmuz Anı Defteri'ni imzaladı.
Yozgat
Yozgat'ta, Vali Mehmet Ali Özkan, AK Parti Yozgat Milletvekili Süleyman Şahan, Belediye Başkanı Kazım Arslan, Cumhuriyet Başsavcısı Recep Sevgili, Bozok Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Evren Yaşar, daire müdürleri, şehit yakınları, gaziler, emniyet ve askeri personel ile vatandaşlar şehitliği ziyaret etti.
Ziyarette Kur'an-ı Kerim okundu, İl Müftüsü Ali Gülden tarafından dua edildi.
Vali Özkan, 15 Temmuz'daki hain darbe girişimine Türk milletinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde ferasetini ve cesaretini ortaya koyarak Cumhuriyet'ine ve demokrasisine olan sadakatini ve bağlılığını bir kez daha bütün dünyaya gösterdiğini söyledi.
Daha sonra Çapanoğlu Büyük Cami'de şehitler için mevlit okutuldu.
Sarraflar Caddesi'nde Anadolu Ajansı (AA) foto muhabirleri tarafından çekilen fotoğrafların yer aldığı sergi açıldı.
Kırşehir
Kırşehir'de 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla şehitlikler ziyaret edildi.
Merkez Şehit Hava Pilot Astsubay Çavuş Ahmet Tozluklu Şehitliği'ndeki programda, Kur'an-ı Kerim okundu ve dua edildi.
Vali Hüdayar Mete Buhara ve protokol üyeleri, şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
15 Temmuz şehitlerinden Gökhan Yıldırım'ın Kaman'a bağlı Kargın Yenice köyü, Ayhan Keleş'in de Kurancılı beldesindeki kabirlerinde de dua edildi.
Ardından Neşet Ertaş Kültür Sanat Merkezi'nde 15 Temmuz darbe girişimine karşı verilen mücadelenin anlatıldığı programda, AA foto muhabirlerinin çektiği kareler ile Kırşehir Gençlik Merkezi kursiyerlerinin hazırladığı resimlerden oluşan sergi gezildi.
Hoca Ahmet Yesevi Camisi'nde düzenlenen programda ise 15 Temmuz ve terör şehitleri için Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından mevlit okundu.
Ordu
Ordu'nun Altınordu ilçesindeki Garnizon Şehitliği'nde gerçekleştirilen program, saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başladı.
Vali Muammer Erol'un şeref defterini imzaladığı programda, Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından şehitler için dua edildi.
Vali Erol, AK Parti Ordu Milletvekili İbrahim Ufuk Kaynak, MHP Ordu Milletvekili Naci Şanlıtürk, Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Hilmi Güler ile diğer protokol üyeleri, şehitlerin mezarlarına karanfil bıraktı.
Giresun
Giresun'da ise 15 Temmuz şehidi İsmail Kefal'in Tirebolu ilçesindeki mezarı ziyaret edildi.
Vali Mehmet Fatih Serdengeçti, AK Parti Giresun Milletvekilleri Nazım Elmas ve Ali Temur ile diğer katılımcılar, Kefal'in kabrine çiçekler bırakarak dua etti.
Valiliğin sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü anma etkinlikleri kapsamında 15 Temmuz Şehidimiz İsmail Kefal'in mezarı ziyaret edildi. Onun kahramanlığını ve fedakarlığını asla unutmayacağız." ifadelerine yer verildi.
Bayburt
Genç Osman Şehitliği'nde, Bayburt Valisi Mustafa Eldivan, Belediye Başkanı Mete Memiş, Garnizon Komutanı Topçu Albay Gürol Akkaya ile diğer protokol üyelerinin katılımıyla düzenlenen törende, Kur'an-ı Kerim okundu, dualar edildi.
Protokol üyeleri, ziyaret ettikleri şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Öte yandan, Bayburt Belediyesi tarafından Cumhuriyet Caddesi'nde 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla fotoğraf sergisi açıldı.
Artvin
Artvin'de 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında Garnizon Şehitliği ziyaret edildi.
Vali Cengiz Ünsal, Jandarma Komutanı Mehmet Çelik, Emniyet Müdürü Hüseyin Adatepe, Sağlık Müdürü Gürol Köroğlu, bazı kurum müdürleri, şehit yakınları ve vatandaşlarla şehit mezarlarına karanfil bıraktı.
Vali Ünsal'ın şeref defterini imzaladığı programda, İl Müftüsü Mesut Harmancı tarafından Kur'an-ı Kerim okunarak dua edildi.
Vali Ünsal, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü'nün, o gece yaşananları unutmamak ve unutturmamak adına önemli bir gün olduğunu belirterek, "Milletimiz o gece vatanımıza sahip çıktı. Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır. Tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, gazilerimize de sağlıklı ömürler diliyorum." dedi.
Gümüşhane
Gümüşhane'de ise Vali Alper Tanrısever, MHP Milletvekili Musa Küçük, Belediye Başkanı Vedat Soner Başer, Jandarma Komutanı Serhat Demiral, Emniyet Müdürü Taner Cömert, kurum müdürleri ve vatandaşlar, Emirler Mezarlığındaki şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Programda, Kur'an-ı Kerim okunarak dualar edildi.
Kentte, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında fotoğraf sergisi açıldı, Kemaliye Camisi'nde mevlit okundu.
Trabzon
Vali Aziz Yıldırım, 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nde şehit olan Samet Uslu'nun Akçaabat ilçesine bağlı Salacık Mahallesi'ndeki kabrini ziyaret etti.
Daha sonra Yomra ilçesine geçen Yıldırım ve beraberindekiler, 15 Temmuz şehidi Sedat Kaplan ile Güneydoğu'da şehit düşen Resul Adanur'un mezarını ziyaret etti.
15 Temmuz şehidi Ziya İlhan Dağtaş'ın aynı ilçedeki ailesine ziyarette bulunan Yıldırım, Dağtaş ailesine baş sağlığı diledi.
Kur'an-ı Kerim okunan ziyaretlerde şehitler için dualar edildi.
Vali Yıldırım'ın ziyaretlerine, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Mustafa Erdem, İl Emniyet Müdürü Murat Esertürk, Sahil Güvenlik Doğu Karadeniz Grup Komutanı Binbaşı Aytaç Bayırlı, İl Müftüsü Selami Aydın ve diğer yetkililer ile aileleri de katıldı.
Bursa
Bursa Valiliği tarafından düzenlenen programlar kapsamında Hamitler ve Pınarbaşı şehitlikleri ziyaret edildi, dua okundu.
FETÖ'nün 2016'daki darbe girişiminin 8. yıl dönümünde anma programları kapsamında şehitliklerde Kur'an-ı Kerim okunup dua edildi.
Bursa Valisi Mahmut Demirtaş ve beraberindeki il protokolü tarafından kabirlere karanfil konuldu.
Ardından Ressam Şefik Bursalı Sanat Galerisi'nde "15 Temmuz Fotoğraf Sergisi"nin açılışı yapıldı.
Sergiyi gezen Bursa Valisi Mahmut Demirtaş, gazetecilere yaptığı açıklamada, sabah ziyaret ettiği şehitliklerde şehit aileleriyle ve gazilerle bir araya gelmekten duyduğu memnuniyeti belirtti.
Tüm şehitlere Allah'tan rahmet, gazilere ise şifa dileklerinde bulunan Demirtaş, "Ülkemiz hainlerle çok ciddi bir mücadele etti. Bu mücadele sonucunda tabii şehit verdik, gazilerimiz oldu ama inanıyorum ki inşallah bu fotoğraflar hem hainleri unutturmayacak hem de kahramanları unutturmayacak. İnşallah ülkemiz daha da gelişecek. Türkiye Yüzyılı'na daha emin adımlarla ilerleyeceğiz." dedi.
Düzenlenen programlara, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, AK Parti İl Başkanı Davut Gürkan, AK Parti Bursa Milletvekili Refik Özen, Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz, gaziler ve şehit aileleri katıldı.
Kütahya
Kütahya'da, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında, Vali Musa Işın, AK Parti Kütahya Milletvekili İsmail Çağlar Bayırcı, Garnizon Komutanı Tuğgeneral Mustafa Baş, Belediye Başkanı Eyüp Kahveci, daire müdürleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve şehit yakınları Hava ve Polis Şehitliği'ni ziyaret etti.
Burada, Kur'an-ı Kerim okunmasının ardından İl Müftüsü İrfan Açık tarafından dua edildi.
Daha sonra şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Zaman zaman duygusal anların yaşandığı ziyarette, Emir Sultan Kur'an Kursu öğrencileri, mezarların başında Kur'an-ı Kerim okudu.
Program kapsamında, Kütahya-Eskişehir karayolu yakınındaki 15 Temmuz Şehitleri Hatıra Ormanı'nda fidan dikildi.
Yalova
Yalova'daki şehit aileleri ve gaziler onuruna kahvaltı düzenlendi, ardından Vali Hülya Kaya ve protokolün katılımıyla şehitlikler ziyaret edildi.
Şehir Mezarlığı'ndaki asker ve polis şehitliklerini ziyaret eden Vali Kaya ile prokotol, şehit kabirlerine karanfil bırakıp İl Müftüsü İlyas Yılmaztürk'ün okuduğu duaya eşlik etti.
Polis şehitliğinin de ziyaret edilmesinin ardından Cevdet Aydın Parkı'nda Anadolu Ajansı fotoğraflarının da bulunduğu 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü temalı fotoğraf sergisinin açılışı yapıldı.
Serginin gezilmesi sonrası vatandaşlar için oluşturulan 15 Temmuz Anı Defteri'nin imzalanmasının ardından etkinlik Merkez Cami'de şehitler için verilen mevlit programıyla son buldu.
Programa, CHP Yalova Milletvekili Tahsin Becan, Yalova Belediye Başkanı Mehmet Gürel, kurum müdürleri ve vatandaşlar katıldı.
Bilecik
Bilecik'te, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Bilecik Şehitliği'nde saygı duruşunda bulunulmasıyla başlayan program, saygı atışıyla devam etti.
Vali Şefik Aygöl, AK Parti Bilecik Milletvekili Halil Eldemir, Jandarma Eğitim Komutanı Jandarma Tuğgeneral Uğur Ertekin, Belediye Başkanı Melek Mızrak Subaşı ile Cumhuriyet Başsavcısı Burak Olgun, daha sonra şehit mezarlarına karanfil bıraktı.
Vali Aygöl, yaptığı konuşmada, 15 Temmuz 2016'da tarihe kara bir leke olarak kazınan darbe girişimi gerçekleştirildiğini söyledi.
Yaşananların Türk milletinin demokrasiye ve özgürlüğe inancını gözler önüne serdiğini vurgulayan Aygöl, şunları kaydetti:
"O gece aziz milletimiz, korkusuzca vatanına, bayrağına ve demokrasisine sahip çıkmıştır. Vatan topraklarımıza göz diken ve işgale kalkışan 7 düvele, bu toprakların sahipsiz olmadığını her zaman gösteren aziz milletimiz, 15 Temmuz 2016'daki karanlık gecede de Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısıyla canları pahasına meydanlara akmıştır."
AK Parti İl Başkanı Serkan Yıldırım, CHP İl Başkanı Ali Özdemir, askeri erkan, kurum müdürleriyle şehit ailelerinin de yer aldığı program, Vali Aygöl'ün Şehitlik Defteri'ni imzalamasının ardından gerçekleştirilen Kur'an-ı Kerim tilaveti ve İl Müftüsü Ali Erhun'un dua okumasıyla sona erdi.
Kentteki organizasyonlar, akşam saatlerinde yapılacak 15 Temmuz Şehitler Anıtı ziyareti ve Cumhuriyet Meydanı'ndaki etkinlikle sürecek.
Çanakkale
Çanakkale Şehitler Abidesi'nde 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla tören düzenlendi.
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) hain darbe girişiminin 8'nci yılında, Çanakkale Valiliği himayelerinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığınca Şehitler Abidesi'nde düzenlenen program, Vali İlhami Aktaş tarafından Atatürk Anıtı'na çelenk konulmasıyla başladı.
Saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla devam eden programda daha sonra protokol üyelerince sembolik şehitliklere karanfil bırakıldı.
Etkinlik, Şehitler Abidesi Camisi'nde Kur'an-ı Kerim tilaveti, mevlit programı, dua edilmesi ve ikramlarla sona erdi.
Programa, 2. Kolordu Komutanı Tümgeneral Rasim Yıldız, Boğaz ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Mustafa Biçen, Cumhuriyet Başsavcısı Altuğ Kürşat Şahin, Eceabat Kaymakamı Murat Çiçek, Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanı İsmail Kaşdemir, İl Jandarma Komutanı Albay Sadi Akman, Çanakkale Jandarma Eğitim Merkez Komutanı Ufuk Yetiş, İl Emniyet Müdürü Selim Arıcı, Sahil Güvenlik Grup Komutanı Yarbay Ercan Oran, askeri erkan, kurum müdürleri, diğer ilgililer ile vatandaşlar katıldı.
Sinop'ta 15 Temmuz şehidi Açıkgöz, kabri başında anıldı
FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Ankara'da şehit düşen üniversite öğrencisi Ömer Can Açıkgöz, memleketi Sinop'un Ayancık ilçesindeki kabri başında anıldı.
Açıkgöz için ilçeye bağlı Büyükdüz köyündeki kabri başında anma programı düzenlendi.
Programda Açıkgöz'ün öz geçmişi okundu, Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından şehitler için dua edildi.
Daha sonra Sinop Valisi Mustafa Özarslan ile diğer katılımcılar, Açıkgöz'ün kabrine karanfil bıraktı.
Vali Özarslan ve beraberindekiler, buradaki programın ardından Açıkgöz'ün ailesini evinde de ziyaret etti.
Programa Açıkgöz'ün ailesinin yanı sıra Sinop Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şakir Taşdemir, İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Ferhat Kuran, İl Emniyet Müdürü Tarıkhan Çetiner, Ayancık Kaymakamı Ahmed Çelik ile şehit yakınları, gaziler ve vatandaşlar katıldı.
Samsun
Samsun'da Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla Vali Orhan Tavlı ve beraberindekiler, Kıranköy Mezarlığı ile Asri Mezarlık'taki şehitlikleri ziyaret etti.
Kur'an-ı Kerim okunan ziyaretlerde İl Müftüsü Seyfullah Çakır dua etti.
Vali Tavlı ve beraberindekiler, şehit mezarlarına karanfil bıraktı.
Kastamonu
Kastamonu Şehitliği'nde düzenlenen anma programında dua edilip Kur'an-ı Kerim okundu.
Kastamonu Valisi Meftun Dallı, beraberindeki kamu kurum temsilcileri ve gazilerle şehit mezarlarına karanfil bıraktı. Daha sonra Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği ziyaret edildi.
Çorum
Çorum Valisi Zülkif Dağlı, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında şehitliği ziyaret etti.
Saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasının ardından Dağlı, AK Parti Çorum Milletvekili Yusuf Ahlatcı, Çorum Belediye Başkanı Halil İbrahim Aşgın ve beraberindekiler şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Ziyarette şehitler için Kur'an okundu, dua edildi.
Dağlı ve beraberindekiler, törenin ardından Çorum Belediyesince düzenlenen "Çorumlu Şehitlerimiz" sergisini gezdi.
Amasya
Amasya'da Tekirdede Şehitliği'nde düzenlenen anma töreninde Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi.
Amasya Valisi Yılmaz Doruk, AK Parti Amasya Milletvekili Haluk İpek ve beraberindekiler, şehit mezarlarına karanfil bıraktı.
Vali Doruk, burada yaptığı konuşmada, 15 Temmuz'un, Türk milletinin kahramanlık destanı olduğunu vurgulayarak, "Vatanımızın bağımsızlığı ve milletimizin huzuru için canlarını feda eden kahraman şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onların fedakarlıkları sayesinde bugün hür ve bağımsız şekilde yaşıyoruz. Şehitlerimiz, vatanımızın teminatı, milli birlik ve beraberliğimizin simgesidir." dedi.
Amasya'da Altan, Ercan ve Uğur Eftelioğlu kardeşler ise 15 Temmuz darbe girişimi sırasında şehit olanları, Çakallar Tepesi'nde Türk bayrağı açarak andı.
Çankırı
Çankırı Şehitliği'nde düzenlenen törende Vali Mustafa Fırat Taşolar, Şehitlik Anıtı'na çelenk sundu.
Saygı duruşunda bulunulması ve Kur'an-ı Kerim okunmasının ardından şehitler için dua edildi, şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Şehitlikteki törenin ardından Çankırı Müzesi'nde, FETÖ'nün 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminde ve sonrasında Anadolu Ajansı (AA) foto muhabirleri ve muhabirleri tarafından çekilen fotoğrafların yer aldığı serginin açılışı gerçekleştirildi.
Programa AK Parti Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu, Çankırı Belediye Başkanı İsmail Hakkı Esen, yetkililer, şehit yakınları, gaziler ve vatandaşlar katıldı.
Van
Van'da 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla anma etkinlikleri düzenlendi.
Vali Ozan Balcı, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Tümgeneral Hüseyin Kurtoğlu, Cumhuriyet Başsavcısı Harun Karahan, İl Emniyet Müdürü Murat Mutlu, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Adem Şen, İl Müftüsü Mehmet Sırrı Şık, kurum amirleri, gaziler ve şehit aileleri Akköprü Şehitliği'ni ziyaret etti.
Kur'an-ı Kerim'in okunduğu, duaların edildiği programda Balcı ve beraberindekiler, şehitlerin kabirlerine karanfil bıraktı.
Daha sonra Yeni Nurşin Camisi'nde şehitler için mevlit okutuldu, vatandaşlara şeker ikram edildi.
Hakkari
Hakkari'de Ulu Cami'de öğle namazı öncesi mevlit programı düzenlendi.
Kur'an-ı Kerim ile başlayan programda din görevlilerince mevlit ve ilahiler okundu, şehitler için dua edildi.
Programa, Vali ve Belediye Başkan Vekili Ali Çelik, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Necip Çarıkcıoğlu, İl Emniyet Müdürü İdris Yılmaz, İl Milli Eğitim Müdürü Nurettin Yılmaz, AK Parti İl Başkanı Zeydin Kaya, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, polis, asker ve vatandaşlar katıldı.
Bitlis
Bitlis'te Ulu Cami'de düzenlenen programda Kur'an-ı Kerim ve mevlit okundu, şehitler için dua edildi.
Programa katılan Vali Erol Karaömeroğlu, şehitlere Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı diledi.
Programa, Belediye Başkanı Nesrullah Tanğlay, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Eyüp Subaşı, İl Emniyet Müdürü Ortaç Şekeroğlu, kurum müdürleri, siyasi parti temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.
Malatya
Malatya Şehir Mezarlığı'nda 15 Temmuz şehidi Fuat Bozkurt'un kabri başında düzenlenen anma programında Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi.
Daha sonra Vali-Mülkiye Başmüfettişliğine atanan eski Malatya Valisi Ersin Yazıcı, 2. Ordu Komutanı Korgeneral Metin Tokel ve Büyükşehir Belediye Başkanı Sami Er, şehit Bozkurt'un kabrine karanfil bıraktı, su döktü.
Törene şehidin annesi Sebahat Bozkurt ve yakınlarının yanı sıra 2. Ordu Kurmay Başkanı ve Garnizon Komutanı Tümgeneral Tuncay Altuğ, İl Emniyet Müdürü Arif Çankal, İl Jandarma Komutanı Albay Ercan Altın, AK Parti İl Başkanı Namık Gören ve çok sayıda ilgili ve vatandaş katıldı.
Katılımcılar şehit Bozkurt'un kabrine karanfil bıraktı.
Daha sonra Kernek Karagözlüler Camisi'nde mevlit okutuldu, şehitler için okunan hatimlerin duası yapıldı.
Darende ilçesinde ise kaymakamlık ve belediye başkanlığı tarafından 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla, Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba) Külliyesi'nde mevlit okutuldu.
Kilis
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla Kilis'te program yapıldı. Şehitlikte düzenlenen törende, saygı duruşunda bulunuldu, İstiklal Marşı okundu.
Şehitler için Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi, şehitlerin kabirlerine karanfil bırakıldı.
Programa, Kilis Valisi Tahir Şahin, AK Parti Kilis Milletvekili Ahmet Salih Dal, 1. Hudut Alay ve Garnizon Komutanı Piyade Kurmay Albay Ümit Çelik, Belediye Başkanı Hakan Bilecen, İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Halil Coşkun, İl Emniyet Müdürü Ahmet Kurt, Kilis Şehit ve Gazi Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Murat Cumhur Muhtar ve diğer ilgililer katıldı.
Kahramanmaraş
Kahramanmaraş Şeyh Adil Mezarlığı'ndaki şehitlikte Kur'an-ı Kerim okundu, dualar edildi.
Vali Mükerrem Ünlüer, şehitliği ziyaret ederek kabirlere karanfil bıraktı, şehit aileleriyle bir süre sohbet etti.
Programda, Büyükşehir Belediye Başkanı Fırat Görgel ve İl Emniyet Müdürü Nurettin Gökduman Türk Kızılay kamyonunda vatandaşa yiyecek ve içecek ikramında bulundu.
Programa, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Gökhan İnan, AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Ömer Oruç Bilal Debgici, Cumhuriyet Başsavcısı Ramazan Murat Tiryaki, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Alptekin Yasım, Kahramanmaraş İstiklal Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Bakan, Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Kahramanmaraş Şube Başkanı Mehmet Ali Küpeli, kaymakamlar, ilçe belediye başkanları, siyasi parti temsilcileri, gaziler ve diğer ilgililer katıldı.
Adıyaman
Şehitlikte düzenlenen anma programında Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi, şehitlerin kabirlerine karanfil bırakıldı.
Program daha sonra Yenipınar Camisi'nde düzenlenen Mevlid-i Şerif'le devam etti.
Etkinliklere Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Ahmet Aydın, Vali Osman Varol, Belediye Başkanı Abdrurrahman Tutdere, AK Parti Milletvekili Mustafa Alkayış, İl Emniyet Müdürü Cihat Dağdeviren, İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Hikmet Uz ile diğer ilgililer katıldı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Ahmet Aydın, konuşmasında, darbenin üzerinden 8 yıl geçtiğini hatırlattı.
Darbenin unutulmadığını aktaran Aydın, "Her yıl anacağımız bir program çünkü büyük bir darbe girişimiyle karşılaşıldı. Her daim bunu vatandaşın zihninde, belleğinde, hafızasında korumak üzere hareket edeceğiz. İçimizdeki hainlerin, dışarıdaki o küresel güçlerle nasıl ittifak ettiğini, bu milletin ve ülkenin değerlerine nasıl saldırıda bulunduklarının farkındayız, tanıklarıyız. Bu darbenin ötesinde bir işgal girişimiydi. Bu ülkenin bölünüp parçalanması adına atılan adımlardı." dedi.
Vali Osman Varol ise darbenin 8'inci yılı dolayısıyla yaşananları gelecek kuşaklara taşımak için çeşitli etkinlikler düzenlendiğini anlattı.
Etkinlik sonrası vatandaşlara Şanlıurfa Vakıflar Bölge Müdürlüğünce pilav dağıtıldı.
Diyarbakır
Diyarbakır'ın merkez Yenişehir ilçesindeki Hava Şehitliği'nde düzenlenen törende, Kur'an-ı Kerim okundu, şehitler için dua edildi.
Vali Murat Zorluoğlu ve diğer protokol üyeleri şehitlerin kabirlerine karanfil bıraktı.
Programa, 7. Kolordu ve Garnizon Komutanı Tümgeneral Fedai Ünsal, 8. Ana Jet Üs Komutanı Tuğgeneral Gürtaç Kayapınar, Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karakoç, İl Emniyet Müdürü Fatih Kaya, İl Jandarma Komutanı Tümgeneral Selçuk Yıldırım, vali yardımcıları, kaymakamlar, gaziler ve şehit yakınları katıldı.
Zorluoğlu, daha sonra Ankara'daki Gölbaşı Özel Harekat Daire Başkanlığına düzenlenen saldırıda şehit olan polis memuru Halit Gülser'in Dicle ilçesinin Pekmezciler köyündeki mezarını ziyaret etti.
Anma programında şehitler için Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi.
Baba Ömer Gülser ile şehidin mezarına gül bırakan Zorluoğlu, 8 yıl önce hain darbe girişimine izin vermeyen kahraman şehitleri tekrar rahmetle andıklarını söyledi.
Zorluoğlu, "O gece sokaklara ve meydanlara çıkarak tanklara, uçaklara göğüslerini siper ederek memleketin geleceğini kurtaran bütün vatandaşlara müteşekkiriz. Tüm şehitlerimizi bir kere daha rahmetle anıyoruz. Yaralanan, gazi olan tüm kardeşlerimize de hem teşekkür ediyoruz hem de sağlıklı ve uzun ömürler diliyoruz. Allah memleketimize ve milletimize bir daha böyle ihanetler, böyle acı geceler, günler yaşatmasın inşallah." dedi.
Zorluoğlu daha sonra beraberindekilerle, İstanbul'da darbe girişimini engellemeye çalışırken şehit düşen 7 çocuk babası Askeri Çoban'ın Ergani ilçesinin Yayvantepe Mahallesi'ndeki kabrini ziyaret etti.
Kur'an-ı Kerim okunması ve dua edilmesinin ardından Zorluoğlu, şehidin mezarına gül bıraktı.
Kabir ziyaretlerine, 7. Kolordu ve Garnizon Komutanı Tümgeneral Fedai Ünsal, 8. Ana Jet Üs Komutanı Tuğgeneral Gürtaç Kayapınar, Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karakoç, İl Emniyet Müdürü Fatih Kaya, İl Jandarma Komutanı Tümgeneral Selçuk Yıldırım, AK Parti İl Başkanı Mehmet Raşit Ocak, Vali yardımcıları, kaymakamlar, şehit yakınları ve vatandaşlar da katıldı.
Mardin
Mardin Garnizon Şehitliği'nde gerçekleştirilen törende Kur'an-ı Kerim okundu, şehitler için dua edildi.
Törene, Vali Tuncay Akkoyun, AK Parti Mardin Milletvekili Faruk Kılıç, 70. Mekanize Piyade Tugay Komutan Vekili Piyade Albay Coşkun Yazgan, Mardin Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanı Mehmet Deniz Malkoç, Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özcoşar, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral İdris Tataroğlu, siyasi partiler, kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, şehit yakınları, gaziler ve aileleri iştirak etti.
Vali Akkoyun ve beraberindekiler şehit kabirlerine ve Irak'ın Gara bölgesinde terör örgütü PKK tarafından şehit edilen polis memuru Vedat Kaya'nın mezarına karanfil bıraktı.
Siirt
Siirt'te Valilikçe Garnizon Komutanlığı Şehitliği'nde gerçekleştirilen programda, saygı duruşunda bulunuldu, İstiklal Marşı okundu.
Vali Kemal Kızılkaya, şehitlik defterini imzaladı.
Kızılkaya, burada yaptığı konuşmada, milli birlik ve demokrasiyi hedef alan, Türk demokrasi tarihinde kara bir leke olarak tescil edilen 15 Temmuz 2016'daki hain darbe girişiminde şehit olanlara Allah'tan rahmet diledi.
Vatanın şehitlerin emaneti olduğunu ifade eden Kızılkaya, şunları kaydetti:
"15 Temmuz'u unutmayacağız, asla unutturmayacağız. Çanakkale, Malazgirt ve İstiklal Savaşı şehitleri gibi bu ülkenin kahramanları, kurtarıcıları olarak her daim onları anacağız. Ülkemizin birlik ve bütünlüğüne, huzuruna ve geleceğine kasteden tüm hain terör odaklarına karşı verdiğimiz mücadele, asil milletimizin dua ve destekleriyle azim, inanç ve kararlılıkla devam edecektir."
Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından İl Müftüsü Şakir Pinal şehitler için dua etti.
Vali Kızılkaya ve protokol üyeleri şehitliğe gül bıraktı.
Programa, AK Parti Siirt Milletvekili Mervan Gül, 3. Komando Tugay Komutan Vekili Yarbay Hüseyin Altınışık, Cumhuriyet Başsavcı Vekili Mehmet Çetiner, Siirt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat Şındak, İl Emniyet Müdürü Necmettin Öztürk, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Emrullah Büyük, kurum müdürleri, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile vatandaşlar katıldı.
Bingöl
Bingöl Şehitlik Anıtı'nda anma programı düzenlendi.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlayan programda, İl Müftüsü Celal Sürgeç dua etti.
Vali Ahmet Hamdi Usta, Belediye Başkanı Erdal Arıkan ve protokol üyeleri tarafından şehitlerin isimlerinin yazılı olduğu alana karanfil bırakıldı.
Vali Usta, gazetecilere yaptığı açıklamada, şehitlere Allah'tan rahmet, hayatta olan gazilere uzun ve sağlıklı ömürler diledi.
15 Temmuz hain darbe girişimi ile ülkenin birliğine, bütünlüğüne kastedildiğini ifade eden Usta, milletin feraseti ve azmi ile darbe girişiminin bertaraf edildiğini kaydetti.
Usta, "Milletimizin ferasetiyle Sayın Cumhurbaşkanımızın vatandaşlarımızı alanlara çağırmasıyla bu hain darbe girişiminde Allah'a şükürler olsun, hain terör örgütü amacına ulaşamadı. Milletimiz feraset sahibidir ve en olmaz denilen anda harekete geçerek bu ülkeyi, bu milleti, birliğini, bütünlüğünü ömür boyu koruyacaktır." dedi.
Törende, Cumhuriyet Başsavcısı Abdullah Sert, Bingöl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Çapak, İl Emniyet Müdürü Şükrü Orhan, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Bilgihan Yeşilyurt, İl Milli Eğitim Müdür Vekili Abdulhaluk Çakan, kurum müdürleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, gaziler ve vatandaşlar hazır bulundu.
Şırnak
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolaysıyla kentte ilk program, 23. Piyade Tümen Komutanlığı Şehitlik Anıtı'nda yapıldı.
Anıta karanfil bırakıldı ve şehitler için dua edildi.
İl protokolü daha sonra Cumhuriyet Meydanı'nda düzenlenen sergide yer alan, FETÖ'nün darbe girişimi sırasında çekilen fotoğrafları inceledi.
Yeni Mahalle Geylani Camisi'nde de öğle namazı öncesinde mevlit programı yapıldı.
İl Müftüsü Ahmet Dilek ve din görevlilerince okunan mevlidin ardından şehitler için dua edildi.
Türk Kızılay tarafından cami çıkışında vatandaşlara lokum ikramında bulunuldu.
Programlara, Şırnak Valisi Cevdet Atay, 23. Piyade Tümen Komutanı Tümgeneral Emre Tayanç, Belediye Başkanı Mehmet Yarka, Şırnak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdurrahim Alkış, Vali Yardımcısı Hasan Hüseyin Alpaslan, İl Emniyet Müdür Vekili Ahmet Can, İl Jandarma Komutanı Tümgeneral Murat Bulut, kamu kurumları ve siyasi partilerin temsilcileri, gaziler ve vatandaşlar iştirak etti.
Batman
Batman'da Necat Nasıroğlu Külliyesi Camisi'nde program düzenlendi.
Programda şehitler için Kur'an-ı Kerim ve mevlit okundu, dua edildi.
Daha sonra İpragaz Mezarlığı'ndaki şehit kabirleri ziyaret edildi. İl Müftüsü Ahmet Durmuş tarafından burada Kur'an-ı Kerim okundu.
Programlara, Vali Ekrem Canalp, Garnizon Komutanı Tuğgeneral Mehmet Ali Koç, Batman Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İdris Demir, İl Emniyet Müdürü İbrahim Kaba, İl Jandarma Komutanı Albay Adem Taşkın, kurumlar, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile gaziler ve vatandaşlar katıldı.
Edirne
Edirne Valisi Yunus Sezer, Buçuktepe Mezarlığı'ndaki şehit kabirlerini ziyaret etti.
Şehit ailelerine baş sağlığı dileyen Sezer, şehit kabirlerine çiçek bıraktı. Duygusal anların yaşandığı ziyarette bazı şehit yakınları gözyaşlarını tutamadı.
Kur'an-ı Kerim okunmasının ardından İl Müftü Vekili Adem Özsoy tarafından dua edildi.
Ziyarette, Garnizon Komutanı Tuğgeneral Berat Acar, Edirne Belediye Başkanı Filiz Gencan Akın, 9. Hudut Tugay Komutanı Piyade Albay Şükrü Şenduran, İl Emniyet Müdürü Onur Karaburun, İl Jandarma Komutanı Albay Hacı Ali Büber, AK Parti Edirne İl Başkanı Belgin İba ve kurum müdürleri yer aldı.
Kırklareli
Kırklareli Şehitliği'nde gerçekleştirilen tören, saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başladı.
Kur'an-ı Kerim okunmasıyla devam eden törende konuşan Kırklareli Valisi Birol Ekici, Türk milletinin bekasına yönelik planlanan hain darbe girişiminin milletin birlik ve beraberliğiyle püskürtüldüğünü söyledi.
Türk milletinin darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz'da dünyaya mesaj verdiğini anlatan Ekici, Türkiye'nin artık dünyanın gelişmiş ilk 10 ülkesi arasına girmesi için çalıştıklarını söyledi.
Ekici, şehitlere Allah'tan rahmet diledi.
Konuşmanın ardından Ekici ve beraberindekiler, şehit kabirlerini ziyaret ederek dua okudu.
Törene, 55. Mekanize Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Cüneyt Arıkan, Belediye Başkanı Derya Bulut, Kırklareli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Bülent Şengörür, Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Cemalettin Akyüz, Emniyet Müdürü Sinan Çamuroğlu, kurum müdürleri ve sivil toplum örgütü temsilcileri katıldı.
Tekirdağ
Tekirdağ'da Eski Şehir Mezarlığı'ndaki törende Kur'an-ı Kerim okundu, İl Müftüsü Mustafa Soykök tarafından dua edildi.
Vali Recep Soytürk, Garnizon Komutanı Tuğgeneral Ahmet Uğurlu, AK Parti Tekirdağ Milletvekili Mestan Özcan, Cumhuriyet Başsavcısı Erdal Şenol, Süleymanpaşa Kaymakamı Mustafa Güler, İl Emniyet Müdürü Mehmet Hakan Fındık, İl Jandarma Komutanı Albay Ahmet Çetin, kurum müdürleri ve parti temsilcileri, şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Daha sonra protokol üyeleri, 15 Temmuz şehidi Münir Alkan'ın annesi Münibe Alkan'ı ziyaret etti.
Kırklareli
Kırklareli'nde 15 Temmuz Şehitleri anısına 252 fidan toprakla buluşturuldu.
Kırklareli Valiliğince Dereköy Sınır Kapısı yolunda oluşturulan 15 Temmuz Şehitleri Hatıra Ormanı'na 252 çam ağacı fidanı dikildi.
Vali Birol Ekici, burada yaptığı konuşmada, 15 Temmuz hain darbe girişiminin Türk milletinin birliği ile bertaraf edildiğini söyledi.
Türk milletinin azim ve kararlılığının dünyaya örnek olduğunu ifade eden Ekici, darbe girişimini kınadığını söyledi.
Hainlerin darbe girişiminin yaşandığı gece tank ve tüfeklerle millete ateş ettiklerini anımsatan Ekici, o gece hayatını kaybeden şehitlere Allah'tan rahmet diledi.
Konuşmaların ardından Ekici, 55. Mekanize Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Cüneyt Arıkan, Belediye Başkanı Derya Bulut, Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Cemalettin Akyüz, Emniyet Müdürü Sinan Çamuroğlu, kurum müdürleri, sivil toplum örgütü temsilcileri tarafından 252 fidan dikildi.
Erzurum
Erzurum'da Vali Mustafa Çiftçi, Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen, 9. Kolordu Komutanı Tümgeneral Tevfik Algan, İl Emniyet Müdürü Kadir Yırtar ve protokol üyeleri, 15 Temmuz, Polis ve Karskapı şehitliklerini ziyaret ederek, kabirlere karanfil bıraktı.
Şehit yakınlarının da katıldığı ziyaretlerde, şehitler için dua edildi, Kur'an-ı Kerim okundu.
Protokol üyeleri daha sonra Türkiye Gaziler ve Şehit Aileleri Vakfı Erzurum Başkanlığında gaziler ve şehit yakınları ile bir araya geldi.
Lalapaşa Camii'nde Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından 15 Temmuz şehitleri için mevlit okutuldu. Çok sayıda vatandaşın katıldığı mevlit programında, İl Müftüsü Rüstem Can, şehitler için dua etti.
Abdurrahman Gazi Kent Ormanı'nda da Palandöken Kaymakamlığı ile Gençlik ve Spor İl Müdürlüğünce "Milletin Zaferi Doğa Yürüyüşü" düzenlendi. Türk bayraklarıyla gerçekleşen yürüyüşe, Vali Yardımcısı İlyas Öztürk, Palandöken Kaymakamı Uğur Tutkan, vatandaşlar ve öğrenciler katıldı.
Palandöken Kaymakamlığınca kentteki bir alışveriş merkezinde de "15 Temmuz Milletin Zaferi" temalı resim sergisi düzenlendi.
Ardahan
Ardahan'da il protokolü ve vatandaşlar, Halil Efendi Mahallesi'ndeki Ardahan Şehitliği'ni ziyaret etti.
Burada şehitler için İl Müftüsü Adem Karadeniz dua etti, şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Programa, Vali Hayrettin Çiçek, 25. Hudut Tugay Komutanı Tuğgeneral Mehmet Cihanoğlu, Belediye Başkanı Faruk Demir, şehit yakınları, gaziler ve vatandaşlar katıldı.
Vali Hayrettin Çiçek, törende şehit yakınları ve gazilerle bir süre sohbet etti.
Ağrı
Ağrı'da 15 Temmuz programları kapsamında Merkez Camisi'nde mevlit okundu.
Vali Mustafa Koç, Cumhuriyet Başsavcısı Adem Çalış, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Hüsamettin Erol ve beraberindekilerle daha sonra şehitliği ziyaret etti.
Burada saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başlayan programda dua edildi.
Vali Koç, şehit aileleriyle sohbet edip şehitlerin mezarına karanfil bıraktı.
Tunceli
Tunceli'nin Pülümür ve Çemişgezek ilçelerinde de kaymakamlar ve beraberindekiler, şehit kabirlerini ziyaret etti.
Programlarda, okunan duaların ardından şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Kars
Kars'ta Hükümet Konağı önünde bulunan Atatürk Anıtı'na Vali Ziya Polat, 14'ncü Mekanize Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Şahin Yenilmez ve Belediye Başkanı Ötüken Senger çelenk sundu.
Saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasının ardından Kars Garnizon şehitliğini ziyaret eden protokol üyeleri, mezarlara karanfil bırakarak dua etti.
Vali Polat, AK Parti Kars Milletvekili Adem Çalkın ile bazı protokol üyeleri, daha sonra Fethiye Camisi yanındaki Millet Bahçesi'nde oluşturulan 15 Temmuz Hatıra Ormanı'na fidan dikti.
Protokol üyeleri, Kars Kalesi eteklerinde açılan 15 Temmuz temalı fotoğraf sergisini de ziyaret etti.
Iğdır
Iğdır'da, Hacı Hacer Cami ve Ulu Cami'de şehitler için mevlit okutuldu.
Programda, Kur'an-ı Kerim okundu, İl Müftüsü Zahit Demirel dua etti.
Namazdan sonra vatandaşlara, cami bahçesinde su, lokum ve şeker dağıtıldı.
Daha sonra il protokolü ve vatandaşlar Asri Mezarlığı'ndaki şehitliği ziyaret etti.
Burada şehitler için Iğdır Ehlibeyt Alimler Derneği Başkanı Veli Bedel dua etti, şehit mezarlarına karanfil bırakıldı.
Programlara, Vali Ercan Turan, Garnizon Komutanı Piyade Albay Cavit Tütüncü, İl Jandarma Komutanı Jandarma Albay Nihat Özkök, İl Emniyet Müdürü Erden Sakarya, şehit yakınları, gaziler ve vatandaşlar katıldı.
Ankara
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla Hacı Bayram Veli Camisi'nde öğle namazı öncesinde düzenlenen programa vatandaşlar yoğun ilgi gösterdi.
Caminin imam hatip ve müezzinlerince Aşr-ı Şerif ve mevlit okunan program, 15 Temmuz şehitleri için edilen dua ile sona erdi.
Mevlidi Şerifler, 81 ile 86 camide eş zamanlı yapıldı.
Ankara Vakıflar Bölge Müdürü Gökhan Bahçecik, devletin varlığı ve milletin bağımsızlığı için canlarını feda eden şehitlere rahmet diledi ve gazilere şükran sunduklarını söyledi.
Bahçecik, "Vakıflar Genel Müdürlüğü 2016'den bugüne kadar o günü unutmadığını, unutturmayacağını belirten etkinlikler, programlar düzenliyor. 81 il 86 camide Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak her özel günde olduğu gibi 15 Temmuz'da da vatandaşının yanında olduğunu bu tarz programlarla gösteriyor." dedi.
Manevi ortamı yüksek olan bir camide Ankaralılara mevlit sonrası 5 bin kişilik şeker ikramında bulunacaklarını belirten Bahçecik, Ankara Vakıflar Bölge Müdürlüğüne bağlı Çankırı, Kırıkkale, Düzce, Bolu'da da mevlitlerin okunduğunu ve ikramların yapıldığını kaydetti.
Diyanet İşleri Başkanlığı, "15 Temmuz Şehitlerini Anma ve Mevlid Programı" gerçekleştirdi
Diyanet İşleri Başkanlığınca, Türkiye genelinde düzenlenen "15 Temmuz Şehitlerini Anma ve Mevlid Programı" kapsamında, öğle namazı öncesi şehitler dualarla anıldı.
Başkanlıktan yapılan açıklamaya göre, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin 8. yılında, şehir merkezlerindeki büyük camilerde ve şehitliklerdeki camilerde öğle namazı öncesi "15 Temmuz Şehitlerini Anma ve Mevlid Programı" gerçekleştirildi.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ankara Beştepe Millet Camisi'ndeki programa katıldı. Programda, Kur'an-ı Kerim tilavet edildi, mevlit okundu ve Diyanet İşleri Başkanlığı Tasavvuf Musikisi Korosu ilahiler seslendirdi.
Şehitler için okunan hatimlerin duasını yapan Erbaş, şehitlerin cihatlarının kabul edilmesini, gazilere ise hayırlı uzun ömürler ve şifalar nasip eylenmesini diledi.
Milletin birliğinin ve beraberliğinin daim olmasını temenni eden Erbaş, şu ifadeleri kullandı:
"Ya Rabbi, devletimize, milletimize göz dikmiş olan dahili ve harici hainlere fırsat verme. Onların bizler için kurmuş oldukları her türlü tuzakları, hileleri, desiseleri kendi başlarına makus eyle. Vatanımızı bölmeye çalışan bölücülere fırsat verme, onlara karşı mücadele eden peygamber ocağı şanlı ordumuzu karada, havada, denizde, her zaman ve her yerde mansur ve muzaffer eyle."
Dünyanın çeşitli yerlerindeki tüm mazlumlara, özellikle Gazze ve Filistin olmak üzere, zalimlere karşı mücadele edenlere muvaffakiyet dileyen Erbaş, "Ya Rabbi bütün Müslümanların, nerede zulüm varsa mazlumların yanında yer almalarını, güçlerini birleştirerek kendilerine zaferler nasip eyle." dedi.
Programa, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Nazif Yılmaz da katıldı.
Şanlıurfa
İnanç turizminin önemli merkezleri arasında yer alan Şanlıurfa'daki Balıklıgöl yerleşkesinde, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla mevlit okutuldu.
Valilik tarafından organize edilen program kentin simgelerinden Dergah Camisi'nde gerçekleştirildi.
Kur'an-ı Kerim tilavetinin hoparlörle duyurulduğu camide daha önceden okunan hatimlerin duası yapıldı.
Caminin dolduğu mevlit programında İl Müftüsü Ramazan Tolan tarafından ülkenin selameti için de dualar edildi.
Duanın ardından avlusu Türk bayraklarıyla donatılan camiye gelenlere üzerinde 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü ambalajlı lokum ikramında bulunuldu.
Şanlıurfa Vali Yardımcısı Erinç Demir, Büyükşehir Belediye Başkanı Kasım Gülpınar, İl Emniyet Müdürü Erdem Bildirici, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Mücahit Avkıran ile çeşitli sivil toplum kuruluşu temsilcileri de programa katıldı.
Konya
Konya'da Sultan Selim Camii'nde şehitler için Kur'an-ı Kerim okundu, tamamlanan hatimlerin duası yapıldı.
Vatandaşlara cami çıkışında ikramlarda bulunuldu.
Mevlana Meydanı'nda da Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin "15 Temmuz Afiş Sergisi" ile koleksiyoner Mehmet Şimşek'in, "15 Temmuz Şehitleri ve Gazileri Hatıra Parası-Türkiye Haritası Sergisi" ziyarete açıldı.
Karaman
Karaman Valisi Hüseyin Engin Sarıibrahim ve protokol üyeleri, ilk olarak Karaman Şehit Mezarlığı'nda bulunan Garnizon ve Polis Şehitliği'ni ziyaret etti.
Burada Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından, şehitlerin kabirlerine karanfil bırakıldı.
Protokol üyeleri, daha sonra Kazımkarabekir ilçesindeki 15 Temmuz şehidi Muhammet Yalçın'ın ailesine ziyarette bulundu.
Ziyarette Kur'an-ı Kerim okunarak şehitler için dua edildi.
Aksaray
Aksaray'da 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla çeşitli etkinlikler düzenlendi.
Aksaray Şehitliği'ndeki program, saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başladı.
Kur'an-ı Kerim tilaveti ve İl Müftüsü Veysel Işıldar'ın okuduğu duanın ardından Vali Mehmet Ali Kumbuzoğlu, AK Parti Aksaray Milletvekili Hüseyin Altınsoy, İYİ Parti Aksaray Milletvekili Turan Yaldır, Belediye Başkanı Evren Dinçer ile protokol üyeleri, şehit kabirlerine karanfil bıraktı.
Afyonkarahisar
Afyonkarahisar'daki anma etkinlikleri Hava Şehitliği'nde, saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başladı.
Kur'an-ı Kerim okunması ve İl Müftüsü Lütfü İmamoğlu'nun duasının ardından Vali Kübra Güran Yiğitbaşı, AK Parti Afyonkarahisar milletvekilleri Ali Özkaya, İbrahim Yurdunuseven ve Hasan Arslan, İYİ Parti Afyonkarahisar Milletvekili Hakan Şeref Olgun, MHP Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Taytak, İkmal ve Garnizon Komutanı Tuğgeneral Numan Yöner, Cumhuriyet Başsavcısı Fatih Karabacak ile il protokolünce, kabirlere karanfil bırakıldı.
Vali Yiğitbaşı ve beraberindekiler, Kent Meydanı'nda fotoğraf ve kitap sergisinin de açılışını yaptı.
15 Temmuz şehidi Özel Harekat Camisi imamı Yaman, Bartın'daki mezarı başında anıldı
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimi sırasında Ankara Gölbaşı saldırısında şehit olan Özel Harekat Camisi imamı Mustafa Yaman, Bartın'da kabri başında anıldı.
Bartın Valiliğince düzenlenen "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" etkinlikleri kapsamında ilk olarak şehidin Ulus ilçesine bağlı Çubuklu köyündeki evinin önünde Kur'an tilaveti yapıldı, dualar edildi.
Daha sonra Vali Nurtaç Arslan, AK Parti Bartın Milletvekili Yusuf Ziya Aldatmaz, Bartın Belediye Başkanı Muhammet Rıza Yalçınkaya ve il protokolü şehidin mezarına karanfil bıraktı. Arslan ile diğer yetkililer, şehidin annesi Kezban, babası Mehmet, kız kardeşi Hacer ve ağabeyi Mevlüt Yaman'a başsağlığı diledi.
Vali Arslan, gazetecilere, 15 Temmuz 2016 tarihinde Fetullahçı Terör Örgütü tarafından kalkışılan hain darbe girişiminin milletin kahramanca mücadele ve direnişi sonucu püskürtülmesinin onurunu yaşadıklarını söyledi.
Aynı zamanda 253 şehit verilmesinin hüznünü de hissettiklerini dile getiren Arslan, "Allah öncelikle şehitlerimizin mekanını cennet eylesin. 2 binden fazla insanımız da gazi oldu, onlara da şükranlarımızı sunuyoruz. Sağlıklı uzun ömürler diliyoruz. Allah bir daha memleketimizi böyle imtihanlarla karşılaştırmasın." dedi.
Şehidin annesi Kezban Yaman da 8 yıl geçmesine rağmen acılarının hala 8 saat geçmiş gibi olduğunu ifade ederek, "İlk günkü gibi acımız taze. Bu acıları yaşadık. Allah bir daha kimseye yaşatmasın." diye konuştu.
15 Temmuz'da şehit olan özel harekat polisi Akif Altay Burdur'da anıldı
15 Temmuz'da Ankara Gölbaşı'ndaki Özel Harekat Daire Başkanlığı'na düzenlenen saldırıda şehit olan polis memuru Akif Altay, Burdur'un Çeltikçi ilçesindeki mezarı başında anıldı.
Altay'ın Güvenli köyündeki kabri başındaki anma törenine, Burdur Valisi Türker Öksüz, şehidin eşi Gülsüm Altay, oğulları Niyazi ile Muhammed Altay ve kızı Aslı Altay Keçe, Garnizon Komutanı Tankçı Albay Şengezer Şimşek, Belediye Başkanı Ali Orkun Ercengiz, Cumhuriyet Başsavcısı Osman Kara, İl Jandarma Komutanı Albay Mustafa Güder ve İl Emniyet Müdürü Ümit Bitirik ile çok sayıda vatandaş katıldı.
Tören kapsamında şehitler için Kur'an-ı Kerim okundu, dua edildi.
Vali Öksüz ve beraberindekiler Şehit Akif Altay'ın mezarına karanfil bıraktı, dua etti.
Vali Öksüz, burada gazetecilere, 15 Temmuz 2016'da ülkeye, Türk milletine, cumhuriyete ve anayasal düzene karşı hain ve alçakça bir girişim olduğunu söyledi.
Öksüz, FETÖ denen ihanet şebekesi terör örgütünün ülkenin kurumlarını hedef aldığını belirterek, "15 Temmuz dolayısıyla ülkemizin bütünlüğü, milletimizin bağımsızlığı, istikbalimiz ve istiklalimiz için hiçbir karşılık göstermeden fedakarca canlarını veren bütün şehitlerimizi rahmetle anıyorum." ifadelerini kullandı.
Öksüz, 15 Temmuz'da milletin eşi görülmemiş destansı bir kahramanlık öyküsü yazdığını anımsatarak, şöyle konuştu:
"Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde onun gayretiyle, üstün çabasıyla milletimiz ile tüm kurumlarımızın kenetlenmesiyle bu zafer kazanılmıştır. Bundan sonra da ülkemizi millet olarak topyekün korumaya, kollamaya canımızı siper etmeye devam edeceğiz. Hiçbir güç, hiçbir terör örgütü, hiçbir yapılanma, ülkemizin bağımsızlığını, özgürlüğünü elinden alamaz, alamayacaktır." diye konuştu.
"15 Temmuz bizim için hüzün demek"
Şehit polisin eşi Gülsüm Altay da 15 Temmuz'un kapanmayan yaraları olduğunu aktardı.
Eşinin, evinden ve çocuklarından ayrı, gözünün vatanından başka başka bir şey görmediğini dile getiren Altay, "Vatan, bayrak aşkıyla canını feda etti. Tabi sadece 15 Temmuz'da değil, her zaman unutulmayacak anılar bıraktı. Unutmadık, unutmayacağız. O Allah'ın aslanı. Yokluğu ciğerimizi yakıyor, 15 Temmuz bizim için hüzün demek." diye konuştu.
Altay'ın Güvenli köyündeki kabri başındaki anma törenine, Burdur Valisi Türker Öksüz, şehidin eşi Gülsüm Altay, oğulları Niyazi ile Muhammed Altay ve kızı Aslı Altay Keçe, Garnizon Komutanı Tankçı Albay Şengezer Şimşek, Belediye Başkanı Ali Orkun Ercengiz, Cumhuriyet Başsavcısı Osman Kara, İl Jandarma Komutanı Albay Mustafa Güder ve İl Emniyet Müdürü Ümit Bitirik ile çok sayıda vatandaş katıldı.
Protokol üyeleri, 1997'de teröristlerle çıkan çatışmada şehit olan Ali Yıldırım'ın kabrine de karanfil bırakıp dua etti.
Diyarbakır
Diyarbakır'da da bu kapsamda Ulu Cami ve Selahaddin Eyyubi Külliyesi, Mardin'de Şakir Nuhoğlu Camisi, Bingöl'de Ulu Cami ve Batman'da Necat Nasıroğlu Külliyesi'nde düzenlenen mevlit programlarına vatandaşlar yoğun ilgi gösterdi.
Mevlit ve Kur'an-ı Kerim okunan camilerde, 15 Temmuz şehitleri için dua edildi.
Katılımcılara lokum ikram edildi.
Elazığ
Elazığ'da İzzetpaşa Camisi'nde düzenlenen programda, şehitler için mevlit ve Kur'an-ı Kerim okundu.
Vali Ömer Toraman ve protokol üyeleri, şehit kabirlerini ziyaret etti, kabirlere karanfil bıraktı.
İl Müftüsü İrfan Üstündağ Kur'an-ı Kerim okudu, şehitler için dua etti.
Programa AK Parti Elazığ Milletvekili Erol Keleş, 8. Kolordu Komutanı Tümgeneral Tamer Atay, Belediye Başkanı Şahin Şerifoğulları, Cumhuriyet Başsavcısı Aşkın Yeğin, Fırat Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Göktaş, İl Emniyet Müdürü Adnan Karayel, İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Murat Evren, siyasi partiler ile kurum ve kuruluşların temsilcileri ve şehit yakınları katıldı.
Siirt
Siirt Valisi Kemal Kızılkaya ve eşi Nurten Kızılkaya, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında şehit ailelerini ziyaret etti.
Kızılkaya, 1999 yılında Pervari ilçesinin Sarıyaprak köyü Besta Dereler bölgesinde bölücü terör örgütü tarafından düzenlenen saldırıda şehit olan güvenlik korucusu Tahir Tomris'in ailesi ve yakınlarına ziyarette bulundu.
Şehidin eşi, çocukları ve yakınlarıyla sohbet eden Kızılkaya, talepleri dinledi.
Kızılkaya, şehit aileleri ve yakınlarının her zaman yanında olacaklarını belirtti.
Ziyarette İl Emniyet Müdürü Necmettin Öztürk, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Emrullah Büyük ile Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürü Sabri Sidar da yer aldı.
Öte yandan Siirt'te 30 yıl önce PKK'lı teröristlerin 11 kişiyi kurşuna dizdiği Bayraktepe köyünde, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla 150 metrekarelik Türk bayrağı göndere çekildi.
Bayraktepe köyü sakinleri, köyün girişindeki 40 metrelik gönderin bulunduğu yerde bir araya geldi, göndere 150 metrekarelik Türk bayrağını çekti.
Siirt Güvenlik Korucuları Şehit ve Gazi Aileleri Federasyonu Başkanı İsmail Şehitoğlu, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla dev Türk bayrağının göndere çekildiğini söyledi.
Şehitoğlu, "Köyde terör saldırısında 11 şehit vermişiz. Bayrağımıza olan sevgimiz nedeniyle 2011 yılında 'Çölköy' olan köyün ismini 'Bayraktepe' olarak değiştirdik. Bugün de 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla 150 metrekare büyüklüğünde şanlı Türk bayrağımızı göndere çektik." dedi.
Muhtar Ahmet Şehitoğlu da köyde Türk bayrağını dalgalandırmanın onurunu yaşadıklarını ifade etti.
Batman
Batman'ın Hasankeyf ilçesindeki Selahaddin Eyyubi Camisi'nde şehitler için mevlit programı düzenlendi.
Kur'an-ı Kerim okunan, şehitler için dua edilen programa Kaymakam Mehmet Ali İmrak, İlçe Müftüsü Zeyneddin Sağlam ve vatandaşlar katıldı.
Programın ardından vatandaşlara çeşitli ikramlarda bulunuldu.
Erzincan
Şehit Recep Gündüz için Erzincan'ın Tercan ilçesi Kurukol köyünde anma programı düzenlendi.
Programa, Vali Hamza Aydoğdu, Tercan Kaymakamı Cafer Kaymakçı, kamu kurum müdürleri, şehidin babası Yaşar Gündüz, yakınları ile vatandaşlar katıldı.
Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından dua edildi, şehidin mezarına karanfil bırakıldı.
Protokol üyeleri, daha sonra Gündüz ailesini ziyaret etti.
Vali Aydoğdu, beraberindekilerle Tercan ilçesine bağlı Edebük köyünde 15 Mayıs 1994'te terör saldırısı sonucu şehit olan 9 vatandaşın da mezarlarını ziyaret edip dua okudu.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuz-sehitleri-mezarlari-basinda-anildi/3275615 | 30,862 | 63,700 |
15 Temmuz'da 90 bin camide sela okunacak
Diyanet İşleri Başkanlığı koordinasyonunda 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü kapsamında, 90 bin camide gece saat 00.13'te sela okunacak, cami ve minarelerin ışıkları sabah namazına kadar açık kalacak.
Ankara
Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Hizmetleri Genel Müdürü Şaban Kondi, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" dolayısıyla ülke genelinde düzenleyecekleri programlara ilişkin bilgi verdi.
15 Temmuz'un, Allah'ın yardımı, milletin cesareti ve ferasetiyle kazanılan destansı bir zafer olduğunu belirten Kondi, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü'ne ilişkin "Ezanları Susturan Darbelerden Darbeleri Susturan Selalara" şiarıyla 81 il ve 922 ilçeye genelge gönderdiklerini aktardı.
Genelgede kapsamında, 90 bin camide, gençlik merkezlerinde, aile ve dini rehberlik bürolarında, gençlik ofislerinde, yaz Kur'an kurslarında bulunan 2,5 milyondan fazla öğrenci ve veliye yönelik programların yapılacağını bildiren Kondi, programlarla Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) hain yapılanmasını hatırlatmayı, 15 Temmuz'a yönelik farkındalık oluşturmayı amaçladıklarını vurguladı.
Kondi, bu kapsamda vatandaşların da katılımıyla Kur'an kurslarında, camilerde şehitler için okunan 118 bin hatmi şerifin duasının da eda edileceğini kaydetti.
"Şehitleri anma programı gerçekleştirilecektir"
Din görevlilerinin bugüne kadar camilerden okudukları selalar, ezanlar, kürsülerde yaptıkları vaaz ve dualarla, ülkenin birlik ve beraberliğine dikkati çektiğini vurgulayan Kondi, darbe girişiminden bu yana geçen 8 yılda sahih ve doğru bilgiyi, sahih ve doğru kaynaktan ehil ve liyakatli hocalarla halka anlatma gayreti içerisinde olduklarını ifade etti.
Ülkeye ve millete karşı oynanan oyunlar karşısında farkındalık oluşturabilmek için bütün görevlilerinin seferber olduğuna işaret eden Kondi, sözlerini şöyle sürdürdü:
"81 ilimiz ve 922 ilçemizdeki bütün camilerimizde 15 Temmuz'u 16 Temmuz'a bağlayan gece saat 00.13'te bütün camilerimizden sela okunacaktır. Milletimizi birliğimize, kardeşliğimize, ülkemize yönelik oynanan oyunlara farkındalık oluşturmak için yeniden bir dirilişe davet edeceğiz.
Bununla birlikte şehir merkezlerindeki büyük camilerimizde, halkın geniş katılımıyla yapılan hatmi şeriflerin duası yapılacak ve Mevlid-i Şerif okunacak. Ayrıca şehitliklerde, Diyanet İşleri Başkanlığı organizesinde 'Şehitleri Anma Programı' gerçekleştirilecek. Bu program kapsamında da yine Kur'an-ı Kerimler okunacaktır, dualar yapılacak. Rabb'im bir daha bu millete karşı bu hain kalkışmalara girecek olanlara fırsat vermesin."
Genel Müdür Kondi, 15 Temmuz darbe girişiminde şehit ve gazi olan diyanet personelinin anısının yaşatıldığı Diyanet İşleri Başkanlığı binasındaki köşeyi de tanıttı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuzda-90-bin-camide-sela-okunacak/3274919 | 1,404 | 2,930 |
15 Temmuz'da "Milletin Zaferi" temasıyla Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde anma etkinlikleri düzenlenecek
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü kapsamında, "Milletin Zaferi" temasıyla Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde anma etkinlikleri düzenlenecek.
Ankara
Edinilen bilgiye göre, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü'nün 8. yıldönümünde 252 şehit, "Milletin Zaferi" temasıyla Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki etkinliklerle anılacak.
Milli Savunma Bakanlığı Mehteran Birliği'nin karşılama konseriyle başlayacak etkinliklerde Uğur Işılak, Alper Kış, Ceyhun Çelikten, Mustafa Yıldızdoğan ve Azerin de sahne alacak.
Bu yıl ayrıca ilk defa 15 Temmuz şehitlerinin anılacağı bir tiyatro anlatısı yapılacak. Anlatıda hain darbe girişiminde bir babayla-oğlunun, bir komutan ile askerinin o gece nasıl direndiği aktarılacak.
Tiyatro, "Milletimizin, Şehitlerimizin, Devletimizin Gözünden 15 Temmuz." başlıklarıyla üç bölümden oluşacak. Destansı bir anlatı olarak yazılan oyun, sade bir anlatımla, sanatçılar Burak Haktanır ve Ali Nuri Türkoğlu tarafından sergilenecek.
Oyun, hain darbe girişimi gecesinde ilk selayı okuyan Abdülkadir Şehitoğlu'nun yine alanda sela okumasıyla sona erecek.
252 şehidin tek tek ve isimlerinin okunacağı programda, bütün şehitlerin ruhu için Kur'an-ı Kerim tilaveti ve dua okunacak.
Program, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın hitaplarıyla sona erecek.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuzda-milletin-zaferi-temasiyla-cumhurbaskanligi-kulliyesinde-anma-etkinlikleri-duzenlenecek/3274150 | 752 | 1,541 |
15 Temmuz'un ve darbelerin hafızası bu mekanda yaşatılıyor
Üzerinden 8 yıl geçen FETÖ'nün hain darbe girişiminin yanı sıra Türkiye ve dünyadaki darbelerin izleri "Hafıza 15 Temmuz Müzesi"nde ziyaretçilere hatırlatılıyor.
İstanbul
FETÖ'nün darbe girişiminin üçüncü yılı olan 2019'da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılan müze 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nün Anadolu Yakası bölümünde konumlanıyor.
15 Temmuz Şehitler Anıtı'nın yanında "hafıza mekanı" olarak da tanımlanan müze iki kattan oluşuyor.
Darbeye ilişkin birçok görsel ve işitsel çalışmanın yer aldığı mekanda, şehit ve gazilere ait çok sayıda özel eşyayla birlikte dünyadaki sömürgecilik ve Türkiye'deki darbelere ilişkin olayları aktaran özel bölümler de bulunuyor.
Müzenin müdürü Tuba Danış Ketancı, AA muhabirine, özel bir çalışmayla hafıza mekanı olarak tasarlanan yerin darbenin üçüncü yılında açıldığını söyledi.
Dünyada her yıl darbelerin yaşandığını dile getiren Ketancı, "Silahlı bir darbe girişimine silahsız vatandaşın karşı koyabildiği ve engellediği tek darbe girişimi FETÖ'nün gerçekleştirdiği 15 Temmuz darbesi. O gece gösterilen direniş, Türk milletinin şanını kesinlikle çok daha fazla yukarıya çıkarmıştır. Şehitlerimiz de çok taze, yaşayanları da henüz şahidimiz. Bu yüzden Hafıza 15 Temmuz'un kurulması gerekiyordu ve yeni nesillere de bunu anlatmamız gerekiyordu." dedi.
Müzenin "hafıza mekanı" olarak tasarlandığına dikkati çeken Ketancı, bütün ziyaretçilere ilk mesajlarının "unutma" olduğunu belirtti.
Ketancı, müzede o gece yaşananlara ilişkin güvenlik kameraları kaynaklı görüntülerin yanı sıra vatandaşlara ait cep telefonu çekimlerinin kronolojik bir sırayla ekranlardan aktarıldığını, ziyaretçilerin bu duyguyu bire bir yaşamalarını sağladıklarını kaydetti.
Mekanda gösterilen "Çağrı ve Zafer" videosunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısıyla sivil halkın sokağa dökülmesinin, silahlı darbe teşebbüsünün nasıl sona erdirildiğinin anlatıldığını aktaran Ketancı, videonun sonunda ise kazanılan zaferin ardından milletin coşkusunun yer aldığını söyledi.
Ömer Halisdemir'in beresi, şehitlerin ayakkabıları...
Ketancı, müzede darbe hazırlığının, insanların ağır silahlarla katledildiği ve o gece direnişin görüldüğü simge mekanlara ait görüntülerin yer aldığı videoların da bulunduğunu söyledi.
Müzede o geceye ait çok sayıda objenin bulunduğuna dikkati çeken Ketancı, şöyle devam etti:
"15 Temmuz gecesinde, Genelkurmay Başkanlığı'nın önünde tankın ezdiği sivil bir aracı o geceki haliyle sergiliyoruz. Şu an önünde de durduğumuz yerde şehitlerimize ait ayakkabılar var. Bunlar şehitlerimizin kendi kullandıkları ayakkabılar. İlçe ilçe, köy köy dolaşılarak, ailelerinin teslim ettiği ayakkabılar. Tamamı şehitlerimize ait, 32 tanesi şehitlerimizin o gece ayağında olan ayakkabılar. Bunun yanı sıra şehit Ömer Halisdemir'in beresi ve kaması var. O gece vatandaşa karşı kullanılan kurşunların boyutunu gösteren bir vitrinimiz var. Yine o günün simge objelerinden, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın vatandaşları sokaklara çağırmasına vesile olan gazeteci Hande Fırat'ın cep telefonu var. Bunlar dışında şehit ve gazilerimize ait olan, o gece de kullanılan motosiklet ve kask da yer alıyor. Ayrıca şehit ve gazilerimize ait cep telefonu, cüzdan ve anahtar gibi objeleri sergiliyoruz."
Hafıza 15 Temmuz'un dijital sergilemenin yapıldığı mekan olduğunu dile getiren Ketancı, ziyaretçilerin bütünsel bakışla en başından sonuna kadar o geceyi tekrar yaşayarak görebildiğini kaydetti.
Hafıza 15 Temmuz'un sadece darbe gecesini de anlatmadığının altını çizen Ketancı, "Buranın başka bir mesajı daha var. FETÖ ilk değildi, muhtemelen son da olmayacak. 'Sömürgecilik koridoru' dediğimiz bir alan var. Orada aslında biz bunu sömürgecilik tarihinden başlatıyoruz. Öncelikle altyapı kaynaklarını elde etmek için oradaki insanlar köleleştirilip hegemonya kuruldu. O insanlar sonrasında hem köle hem işçi olarak kullanıldı. Daha sonra kültürel hegemonya yoluyla bütün dünyada bir sistem kuruldu. Aynı zamanda hem dünyada hem Türkiye'de yapılan bir darbeler tarihi bölümümüz var. 'Sömürüye karşı dik duranlar' diye bir bölümümüz var. Dünyanın çeşitli yerlerinden simge isimlerin yer aldığı bölümümüz var."
Birçok turist müzeyi ziyaret ediyor
Müze müdürü Ketancı, burasının her mevsimde tüm kesim ve farklı yaş gruplarından kimselerin ziyaret ettiği bir mekan olduğunu anlattı.
Okullar ile yurt içi ve yurt dışı turları aracılığıyla çok geniş bir ziyaretçi ağına sahip olduklarını belirten Ketancı, "Kültür ve Turizm Bakanlığının İstanbul'daki müzelerine baktığımızda Galata Kulesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi'nden sonra en çok ziyaret edilen müze burası." dedi.
Ketancı, çocuklar için hazırladıkları etkinlik kitabının da büyük ilgi gördüğünü sözlerine ekledi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/15-temmuzun-ve-darbelerin-hafizasi-bu-mekanda-yasatiliyor/3274883 | 2,480 | 4,925 |
Bakan Uraloğlu: 15 Temmuz, milli birlik ve beraberliğinin bütün dünyaya bir kez daha gösterildiği tarihi bir gün
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, 15 Temmuz'un, vatanın bölünmez bütünlüğünün, milletin azim ve kararlılığının, milli birlik ve beraberliğinin bütün dünyaya bir kez daha gösterildiği tarihi bir gün olduğunu belirtti.
Ankara
Bakan Uraloğlu, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" dolayısıyla yazılı açıklama yaptı.
Aziz milletin, ülkesine, devletine, demokrasisine ve özgürlüğüne bağlılığından asla taviz vermeyeceğini tüm dünyaya haykırarak bir kahramanlık destanı yazdığına işaret eden Uraloğlu, "15 Temmuz, vatanımızın bölünmez bütünlüğünün, milletimizin azim ve kararlılığının, milli birlik ve beraberliğinin bütün dünyaya bir kez daha gösterildiği tarihi bir gün olarak şanlı geçmişimizdeki yerini almıştır. " ifadelerini kullandı.
Bakan Uraloğlu, "Yurdun dört bir köşesinde milli birlik ve beraberlik içerisinde, kardeşlik ruhuyla, azim ve kararlılıkla gece boyunca tankın, tüfeğin, topun, uçağın karşısına imanı ve inancıyla kendini siper ederek, vatan hainlerinin hedeflerine ulaşmaları engellemiştir. Devletinin bekasına omuz veren milletimizin bu kahraman duruşu, akıllara milli şairimiz Mehmet Akif'in, 'Asım'ın nesli… diyordum ya… Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek...' " dizelerini getirmiştir." değerlendirmesini yaptı.
Uraloğlu, o gece asker kılığına bürünmüş, devletin her noktasına sızmış hain FETÖ mensuplarının milli iradeyi ortadan kaldırmak istediklerine dikkati çekerek, "Milletimizin algı oyunlarıyla direnişini kırmak için korsan televizyon yayını yapmaya kalktılar. Yayınlar istedikleri etkiyi yapmayınca tamamen yayınları kesmek için TÜRKSAT'ı hedef aldılar. Ancak hainlerin karşısında dimdik durarak şahadete yürüyen TÜRKSAT çalışanlarımız Ahmet Özsoy ve Ali Karslı kardeşlerimiz ve diğer çalışanlarımız sayesinde Sayın Cumhurbaşkanımızın milletimizi meydanlara davet eden sözleri televizyonlarda yayınlandı ve insanımız doğru bilgilendirildi. Bu doğru bilgilendirme ile milletimiz iradesine sahip çıktı, darbe girişimini, sokakları ve meydanları doldurarak, ölümü göze alarak başarısızlığa uğrattı." ifadelerini kullandı.
Bu mücadelede canlarını feda eden şehitlerle gazilerin bıraktıkları en büyük mirasın milletin zor zamanlarda kenetlenerek, bağımsızlığın ve milli birliğin teminatı olacağını tüm dünyaya bir kez daha göstermiş olmaları olduğunun altını çizen Uraloğlu, şunları kaydetti:
"Bizler de bu mirasa en iyi şekilde sahip çıkarak istiklalimize kastedenlere asla fırsat vermeyeceğiz. Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde 2002'den bu yana eser ve hizmet siyasetiyle bugünlere getirdiğimiz Türkiye'yi, daha ileriye taşımak için canla başla çalışmaya devam edeceğiz. Hamdolsun 15 Temmuz gecesi yayınlar aksamadığı için hain FETÖ mensuplarının planlarını suya düşüren TÜRKSAT kurumumuzun gücüne güç katmaya da devam ediyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle, ülkemizin bu tür ihanetlerle bir daha karşılaşmaması dileğiyle 15 Temmuz gecesi devletimizin bekası için canlarını feda ederek, şehadet şerbeti içen aziz şehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi şükranla anıyor, milli irademize sahip çıkan asil milletimize sevgi ve saygılarımı sunuyorum."
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/bakan-uraloglu-15-temmuz-milli-birlik-ve-beraberliginin-butun-dunyaya-bir-kez-daha-gosterildigi-tarihi-bir-gun/3275013 | 1,703 | 3,391 |
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, 15 Temmuz mesajı, İletişim Başkanlığı'ndaki dijital gösterim ekranında yayınlandı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü mesajı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'ndaki dijital gösterim ekranında yayınlandı.
Ankara
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü'nü tebrik ediyorum." şeklindeki mesajı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı binasındaki dijital ekranında gösterildi.
Ekranda, "Milletin Zaferi" başlığıyla, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensuplarınca 15 Temmuz 2016'da gerçekleştirilmeye çalışılan darbe girişiminde şehit düşen vatandaşların fotoğrafları ile direnişe dair görsellere de yer verildi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/cumhurbaskani-erdoganin-15-temmuz-mesaji-iletisim-baskanligindaki-dijital-gosterim-ekraninda-yayinlandi/3275469 | 441 | 869 |
Ankara
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Uluslararası Müslüman Topluluklarla Dayanışma Vakfı (MÜSDAV) tarafından düzenlenen 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Fotoğraf Sergisi'nin açılışına katıldı.
Diyanetten yapılan açıklamaya göre Erbaş, Ahmet Hamdi Akseki Camisi Sergi Salonu'nda düzenlenen sergi açılışında, gençlerin Allah ve Peygamber yolunda yetişmelerini istediklerini belirtti.
Sergiye ev sahipliği yapmaktan memnun olduklarını ifade eden Erbaş, "Sergimizin 15 Temmuz gibi hain işgal girişimlerine, darbe girişimlerine kimsenin bir daha cesaret edememesine ve milletimizin bu konuda her zaman uyanık olmasına katkı sağlamasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum." değerlendirmesinde bulundu.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/diyanet-isleri-baskani-erbas-15-temmuz-temali-fotograf-sergisinin-acilisini-yapti/3273571 | 407 | 869 |
Edirne'de AA fotoğraflarından oluşan "15 Temmuz" konulu sergi açıldı
Edirne'de, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü etkinlikleri kapsamında Anadolu Ajansının (AA) fotoğraflarının yer aldığı serginin açılışı yapıldı.
Edirne
Edirne 15 Temmuz Demokratik Gençlik Derneğinin organizasyonuyla kentteki bir alışveriş merkezinde açılan sergide, 25 fotoğraf izlenime sunuldu.
Sergiyi gezen Edirne Valisi Yunus Sezer, fotoğrafları tek tek inceledi.
Sezer, 15 Temmuz darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın iradesi ve milletin kahramanlığı sayesinde çok kısa sürede başarıyla püskürtüldüğünü söyledi.
Sezer, sergi dolayısıyla Edirne 15 Temmuz Demokratik Gençlik Derneği Başkanı Veysel Güner'e teşekkür etti.
Serginin açılışına, 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Nuri Kaplan, İletişim Başkanlığı Edirne Bölge Müdürü Mehmed Zahid Talha Arar, Anadolu Ajansı Edirne Bölge Müdürü Salih Baran, Meteoroloji Edirne İl Müdürü Adem Altıntaş, Trakya Tarımsal Araştırma Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Adnan Tülek, AK Parti Edirne İl Başkanı Belgin İba, AK Parti Merkez İlçe Başkanı Engin Makak, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Günşen, Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Başkanı Aydın Bildiş katıldı.
Güner, AA muhabirine, kalkışmanın üzerinden 8 yıl geçtiğini belirterek, "O gece demokrasimize, seçilmiş Cumhurbaşkanı'mıza, milletimize, bayrağımıza, vatanımıza sahip çıkmaya çalıştık. Bu konuda en önemli unsurlardan biri yazılı ve görsel basındı. Anadolu Ajansı muhabirleri o gece birbirinden güzide fotoğraflar çekti. O gecenin anısını, diri kalmamız gereken noktaları hep birlikte hatırlamak adına sergimizi açtık." dedi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/edirnede-aa-fotograflarindan-olusan-15-temmuz-konulu-sergi-acildi/3276025 | 901 | 1,817 |
EDİRNE
Edirne'de Yunanistan'a kaçma girişimindeki FETÖ şüphelisi ve eşi, askeri yasak bölgede yakalandı.
Alınan bilgiye göre, "Hudut kartalları" olarak anılan 54. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı'na bağlı hudut askerleri, Yunanistan sınırında, 1. Derece Askeri Yasak Bölge'de 2'si çocuk 4 kişilik grubu tespit etti.
Yunanistan'a kaçma girişiminde olduğu belirlenen Bahaattin D. ve eşi İlknur D. gözaltına alınırken, çocukları şüphelilerin yakınlarına teslim edildi.
Şüpheli Bahaattin D'nin ByLock kaydı bulunduğu ve öğretmenlikten ihraç edildiği, eşi İlknur D'nin de FETÖ'ye üye olmak suçundan tutuklandığı, yargılanması sonrası adli kontrol şartıyla serbest kaldığı öğrenildi.
Muhabir: Salih Baran
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/feto-suphelileri-sinirda-yakalandi/1201653 | 440 | 865 |
Ankara
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimi sonrasında meslekten ihraç edilen eski Danıştay üyesi Kasım Davas, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) ortak operasyonuyla Ankara'da yakalandı.
"Silahlı terör örgütü FETÖ/PDY'ye üye olmak" suçundan hakkında 8 yıl 9 ay kesinleşmiş hapis cezası bulunan firari Davas'ın, Çankaya ilçesinde lüks bir sitede saklandığı tespit edildi.
Ankara Emniyet Müdürlüğü ve MİT'in söz konusu adrese ortak düzenlediği operasyonda, Davas aracıyla kaçmaya çalışırken sitenin girişinde gözaltına alındı.
FETÖ itirafçısı eski Gemlik Kaymakamı C.I'nın, ifadesinde Davas'ın örgütün sözde "Trabzon yargı ve kaymakamlar imamı" olduğunu belirterek, "Kendileriyle ayda bir toplantı gerçekleştirdiği" şeklinde beyanda bulunduğu belirtildi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/feto-uyeliginden-aranan-firari-eski-danistay-uyesi-kasim-davas-ankarada-yakalandi/2182479 | 496 | 960 |
Gazi Vahit Durgut, vatana sahip çıkmanın onurunu yaşıyor
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimi sırasında İstanbul Saraçhane'de sağ ayağına şarapnel parçası isabet etmesi sonucu gazi olan Vahit Durgut, hainlere karşı vatanı savunmaktan gurur duyuyor.
Zonguldak
O dönem İstanbul'da yaşayan, daha sonra Zonguldak'a taşınan evli ve 2 çocuk babası 49 yaşındaki Durgut, AA muhabirine, darbe girişimini arkadaşlarıyla otururken öğrendiğini, televizyonu açtığında olayın ciddiyetini daha iyi anladıklarını söyledi.
Mahallede birkaç kişiyle görüştüğünü, herkesin vatanını savunmak için hazır olduğunu belirten Durgut, "Cumhurbaşkanımız, 'Demokrasiye, ülkemize sahip çıkma vakti' deyince mahallemizdeki 40 arkadaşımla sokağa çıktık hatta evden çıkarken eşim, 'Çocukların var, ne olacağı belli değil, çıkmazsan iyi olur, hakkımı helal etmem' şeklinde serzenişte bulunsa da 'Şu an helallik dönemi değil, vatana sahip çıkma zamanı' dedim. Şortumla, terliğimle, tişörtümle meydanlara çıktım." dedi.
Durgut, o an hiçbir şeyi düşünemediğini dile getirerek, şehit olmayı arzuladığını ancak Allah'ın kendisine gazilik nasip ettiğini dile getirdi.
Meydanlarda çok farklı bir ortamın olduğunu anlatan Durgut, şöyle devam etti:
"İnsanlar vuruluyordu. Bir grubun sürekli yaralı hatta ceset taşıdığını gördüm. İlk etapta o sesleri anlayamadım. Hayatımızda mermi sesi duymadık. Patlama sesleri vardı. Tabii kendimizi korumaya çalışıyoruz. Belediyenin kamyonu yollara set çekmişti, askerlerin ilerlemesini engellemek içindi. Vücudumda bir şey hissettim, vücuduma baktım, 'Bir şey yok' dedim. Yanımdaki arkadaşımın durumunu sordum. Arkamı dönmek isterken ayağımın gitmediğini fark ettim. Bir baktım kan içerisinde, 'Galiba vuruldum' dedim. Arkadaşım hemen ayağımı sardı. Beni omzuna alarak yakındaki özel hastaneye götürdü. Hastanede her yer doluydu ama beni bırakmadı."
Durgut, daha sonra bir araçla hastaneye gitmek istediklerini ancak askerlerin her yeri kapattığını aktararak, "Hastaneye gittiğimizde 5-6 doktor vardı. Doktora, 'Rica ediyorum, benim gitmem lazım. Şu parçayı alın, beni burada boşuna tutmayın' dedim. Bana, 'O metal parçası değil, ayağının parçası, et parçası' dedi. Ben yine gideceğim dememe rağmen hastanede beklemek durumunda kaldım." diye konuştu.
İnsanların nasıl vurulduklarını, öldüklerini gördüğünden bahseden Durgut, "Bazen kabuslarla uyanıyorum, unutamıyorum. Gazze'de yaşananları seyrettiğimde arkadaşlarımın nasıl vurulduğu gözümün önüne geliyor. 'Yaşamayan bilmez' derler. 8 yıl geçti, o 8 yılın acısı hala insanın gönlünde duruyor, kolay değil." değerlendirmesinde bulundu.
"Vatanımıza sahip çıktık"
Durgut, konu vatan, millet, devlet olunca Türk milletinin her zaman sokaklarda olduğunu vurgulayarak, "Biz bu vatanın evladıyız. Evlatlarımızı da bu şekilde yetiştirmeye çalışıyoruz. Babam, 'Her şey vatandır, vatanın yoksa hiçbir şeyin yok' derdi. Biz de vatanımıza sahip çıktık. Bundan sonra da sahip çıkmaya devam edeceğiz." ifadesini kullandı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/gazi-vahit-durgut-vatana-sahip-cikmanin-onurunu-yasiyor/3274897 | 1,579 | 3,132 |
İstanbul'da verilen mücadele 15 Temmuz'un dönüm noktalarından biri oldu
FETÖ'nün 15 Temmuz 2016'da düzenlediği darbe girişimi sırasında 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nde darbeci askerlerin halk üzerine kurşun yağdırması, hain kalkışmanın en çok akıllara kazınan görüntüleri arasında yer aldı.
İstanbul
Güvenlik güçleri ile vatandaşların 15 Temmuz gecesi darbe girişimine karşı verdiği mücadelede Türkiye genelinde 63'ü emniyet personeli, 6'sı askeri personel, 183'ü ise sivil olmak üzere 252 kişi şehit oldu, 2 bin 734 kişi de yaralandı.
FETÖ'nün darbe girişimi sırasında en kanlı olaylara Ankara ve İstanbul şahit oldu. İstanbul'da adı sonradan 15 Temmuz Şehitler Köprüsü yapılan Boğaziçi Köprüsü'nde 34 kişi şehit düştü.
Köprüde darbeci askerlerin halk üzerine kurşun yağdırması, hain kalkışmanın en tepki çeken görüntülerinden biri olarak hatırlanıyor.
AA muhabirinin resmi kurumlara, mahkeme ve savcılık dosyalarına yansıyan verilerden de yola çıkarak derlediği bilgilere göre, Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış FETÖ mensubu 8 binin üzerinde askeri personelin katıldığı, savaş uçakları da dahil 35 uçağın, 3 geminin, 37 helikopterin, 74'ü tank 246 zırhlı aracın ve 4 bine yakın hafif silahın kullanıldığı kanlı darbe girişiminde darbeciler İstanbul'da en stratejik bölgeleri hedefledi.
Maltepe'deki General Nurettin Baransel Kışlası'nda cuntacı 17 subayın 12-15 Temmuz'da darbe toplantıları yaptığı, burada alınan kararlarla İstanbul'daki harekat ve sevkiyatların gerçekleştirildiği, Ankara'dan darbe için İstanbul'a gelen ve toplantılara öncülük eden Albay Muzaffer Düzenli'nin kalkışma gecesi askerlere, "Mukavemet edilirse ateş edin." talimatı verdiği belirlendi.
Darbeci subayların yaptığı planlama doğrultusunda, Kuleli Askeri Lisesi'nde saat 20.00 sıralarında alarm verildi. Hazırlıkların ardından 2 unimog 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'ne, 2 unimog da Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne hareket etti.
Bir grup darbeci asker de Kandilli-Beykoz istikametine giderken okul önünden geçen bazı vatandaşlar derdest edildi.
İstanbul Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan'ın kolluk kuvvetlerine, bulundukları noktaları korumaları, darbecilere direnç göstermeleri konusundaki talimatı üzerine Çengelköy Polis Merkezi Amirliği'nde görevli polisler, araçlarını karakolun kapısını kapatacak ve yolu kesecek şekilde park etti.
Köprüler trafiğe kapandı
Kuleli Askeri Lisesi Komutanlığından hareket eden askerler 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün Anadolu'dan Avrupa'ya gidiş yönünü tek taraflı trafiğe kapattı. Anlam verilemeyen askeri hareketlilik, ilk önce televizyon kanallarında haber oldu.
Darbecilerin yönetimindeki uçaklar, kent üstünde alçak uçuş yaparak sonik patlamalarla halkı sindirmeye ve dışarı çıkmalarını engellemeye çalıştı.
Bir televizyon kanalına bağlanan dönemin Başbakanı Binali Yıldırım, saat 23.10 sıralarında olayları "kalkışma" olarak nitelendirip, Türk ordusu içinde bir grubun darbe girişiminde bulunduğunu duyurdu. Yıldırım'ın, açıklamaları üzerine başta sosyal medya olmak üzere pek çok farklı kesimden darbeye tepki gösterildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan vatandaşları meydanlara çağırdı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise saatler 00.24'ü gösterdiğinde CNN Türk kanalına bağlanarak yaptığı görüntülü konuşmayla milleti darbecilere karşı durmak üzere meydanlara çağırdı, camilerden de selalar okundu.
Çağrının ardından her yaş grubundan ve kentin her semtinden vatandaşlar bayraklarla Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kısıklı'daki konutunun önüne, Atatürk Havalimanı'na, Büyükşehir Belediyesine, İl Emniyet Müdürlüğü önüne ve Taksim Meydanı'nın da aralarında bulunduğu alanlara koştu.
Köprünün adı değişti
15 Şehitler Köprüsü'ne akın eden binlerce kişinin üzerine saat 01.40'da askerler tarafından ateş açıldı. Tankın da kullanıldığı saldırılarda, aralarında polis memurları Münür Alkan, Kemal Tosun ile reklamcı Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip'in de bulunduğu 34 kişi şehit oldu.
Kanlı gecenin ardından bu köprünün adı "15 Temmuz Şehitler Köprüsü" olarak değiştirildi.
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün Anadolu Yakası girişinde ise 2 kişi şehit oldu. Ümraniye Çakmak Köprüsü civarında bir vatandaş tankla ezilerek şehitlik mertebesine ulaştı.
İstanbul'da darbecilerin kontrolündeki savaş uçakları saat 03.20 sularında köprü üzerinde ve çeşitli ilçelerde alçak uçuş yaparken FETÖ'cüler, F-16'lar ile sonik patlamalar gerçekleştirdi.
Bayrampaşa'daki Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğünü ele geçirmek amacıyla Sultangazi Baştabya Kışlası'ndaki 66. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı'ndan yola çıkan 17'si rütbeli 58 askerin teslim olun çağrısına polisler direndi.
Desteğe gelen halkla buradaki darbeciler püskürtülürken bir vatandaş şehit oldu, 16 kişi de yaralandı.
Tanktan FETÖ'cü polis müdürü çıktı
Vatan Emniyet Müdürlüğü önüne ulaşan 67 darbeci asker de polisin ve halkın direnişi karşısında başarılı olamadı. İstanbul Emniyet Müdürlüğünü 4 tank ve bir Sikorsky ile kuşatan darbeciler, zırhlı araçları çevreleyen vatandaşların da sayesinde polis tarafından gözaltına alındı.
Tanklardan birinin içinden vatandaşlarca çıkarılan ve darbeci askerlerle birlikte hareket ettiği anlaşılan 4. Sınıf Emniyet Müdürü Mithat Aynacı da yakalandı.
Vatan Caddesi'nde AK Parti Fatih İlçe Başkanlığı önünde meydana gelen olaylarda Mehmet Güder şehit oldu.
Darbecilerin Vatan Caddesi'ndeki işgal girişimi başarıya ulaşmayınca buradaki halk, Saraçhane'deki İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) önüne akın etti. İBB önünde halkın üzerine ateş açan darbeciler, Prof. Dr. İlhan Varank'ın da aralarında bulunduğu 14 kişiyi şehit etti.
9 polis, 90 darbeci askere karşı durdu, halk imdada yetişti
İstanbul Valiliğini, Metris Kışlası'ndaki 47. Mekanize Motorlu Piyade Alay Komutanlığı'ndan çıkan 12'si rütbeli 90 asker işgal etti.
Emniyet Müdürü Cengiz Demircan, 90 asker karşısında 9 polis oldukları için darbecileri oyalamaya çalışırken bazı askerler arka kısımdaki caminin kapısını kırarak valilik binasına girdi. Birkaç emniyet ekibi ve 4 Özel Harekat polisiyle valilik önünde bulunan emniyet güçlerinin sayısı giderek artarken vatandaşların da desteğiyle darbeciler etkisiz hale getirildi.
Valilikteki askerlere destek için yine Metris Kışlasından iki tankla yola çıkan 24 darbeci asker ise Haliç civarında polis ve halk tarafından etkisiz hale getirildi. Polis araçlarını ezip ilerleyen darbeciler Valilik binasına varamadan durduruldu.
Darbecilerin hedeflerinden biri de 3 bine yakın kameranın bulunduğu İBB'ye ait Afet Koordinasyon Merkezi (AKOM) oldu. Burayı ele geçirmek için Hasdal Kışlası'ndaki 6. Motorlu Piyade Alayı'ndan gelen askerler, server odalarına girerek sistemi engellemeye, kamera ve ekranları devre dışı bırakmaya çalıştı. Binayı kuşatan vatandaşların üzerine açılan ateş sonucu 6 kişi yaralandı.
Kağıthane'deki İBB Lojistik Destek Merkezi ve Arıcılar Camisi de 6. Motorlu Piyade Alayı'ndan çıkan 28 asker tarafından ele geçirildi. Darbeci subaylar, buradaki görevlilere tüm birliklerin yemek ihtiyacını karşılamaları emrini verip, 10 bin kişiye yetecek şekilde 3 öğün yemek çıkarılmasını istedi.
Acıbadem Türk Telekom Bölge Müdürlüğü'ne gelen darbeci askerler de trafiği keserek çevrede toplananları uzaklaştırmaya çalıştı. Direnenlere hedef gözeterek ateş eden darbecilerin kurşunlarıyla biri muhtar Mete Sertbaş olmak üzere 7 kişi şehit düştü.
Harp Okulu öğrencilerini sahaya sürdüler
Yalova'da kampta olan 70 Hava Harp Okulu öğrencisini destek için iki otobüsle İstanbul'a getiren 3 subay ile 2 er, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne gelmeden Kavacık'ta polis ekiplerince durduruldu.
Cephanelikten öğrencilere verilmek üzere 20 sandık içinde 20 bin G3 tüfeği fişeğinin çıkartıldığı belirlendi.
47. Piyade Alayından tam teçhizatlı ve mühimmatlı olarak çıkan askerler 7 açık land ve 1 unimog ile 23.15'te AK Parti İl Başkanlığı binasını işgal etti. Vatandaşlar, AK Parti'li bazı belediye başkanları ile yöneticileri yalnız bırakmadı. Askerler sabaha doğru olay yerine getirilen otobüslerle kışlalarına gönderildi.
Çengelköy'de 7 şehit
Çengelköy Polis Merkezi Amirliğinde görevli polisler, emniyete ait araçlarıyla karakolun kapısını kapatacak ve yolu kesecek şekilde park edip tertibat aldı.
Buradaki esnaf, sıkıyönetim ilan edildiğini ileri sürerek yolun açılmasını isteyen darbecilere karşı polisin yanında yer aldı. Ateş açan askerler, polis ve vatandaşın direnciyle başarısız olduklarını anlayınca saat 05.48'te geri çekilme kararı aldı. Buradaki olaylar sırasında da gazeteci Mustafa Cambaz'ın da aralarında bulunduğu 7 kişi şehit oldu, 62 kişi yaralandı.
Vatandaşlar Kısıklı'ya akın etti
İstanbul'da darbe girişimine tepki gösteren binlerce kişi de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın evinin bulunduğu Üsküdar Kısıklı'da toplandı.
O gecenin hafızalara kazınan görüntülerinden birisi de burada yaşandı. Tankın iki kez üstünden geçtiği Sabri Ünal, bir kolundan yaralandı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım'ın açıklamalarından sonra vatandaşlar Taksim Meydanı'nda da toplanmaya başladı. Cumhuriyet Anıtı çevresinde kontrolü sağlamaya çalışan darbeci askerler, halkın "kışlaya dönün" uyarılarını dikkate almadı. Halka ve polislere ateş edilmesi sonucu 39 kişi yaralandı.
TRT binalarının işgali
Bir grup darbeci asker TRT Ulus yerleşkesi güvenlik görevlilerine, "Terör tehdidi var, binayı süratle boşaltın" diyerek binayı işgal etti. Saat 22.30 sıralarında TRT binası bahçesine helikopterler indi. Vatandaşların tepkisi sonuç verdi ve darbeci albay Hüseyin Ergezen'in de aralarında bulunduğu 5 kişi sivil kıyafetler giyerek saat 06.00 sıralarında kaçtı, diğer darbeci askerler saat 07.45'te teslim oldu.
Darbecilerin hedefindeki bir diğer adres, Harbiye'deki TRT binası oldu.
Hasdal Kışlası'ndan çıkan bir grup asker, binaya girerek güvenlik görevlilerine "Bomba ihbarı var." şeklinde yalan söyledi. Buradaki olaylar sırasında da 3 kişi şehit oldu, yaklaşık 50 vatandaş yaralandı.
Atatürk Havalimanı'nda alçak uçuş
Darbeciler Atatürk Havalimanı'nın kapılarını tanklar vasıtasıyla saat 22.15 itibarıyla kapattı. Uçuş kontrol kulesini ele geçiren askerler, uçuşları durdurdu. F-16 jetleri ile havalimanı üzerinde alçak uçuş yapılarak yolcu uçaklarının iniş-kalkışı engellendi. Darbeci askerler, burada toplanan binlerce kişinin üzerine ateş etti. Pistte bulunan 17 yaşındaki Mahir Ayabak şehit düşerken, onlarca kişi yaralandı.
Atatürk Havalimanı önünde Metin Doğan'ın tankın önüne yatması 15 Temmuz'un unutulmaz bir diğer görüntüsü olarak hafızalara kazındı.
Darbeci subayların üs olarak kullandığı Maltepe'deki General Nurettin Baransel Kışlası'ndan çıkan 28'i subay ve astsubay 62 asker, Sabiha Gökçen Havalimanı'nı işgal etti. Havalimanından toplanan ve darbecilere geçit vermeyen halkın üzerine ateş edildi.
Marmaris'te tatil yaptığı otelden suikast girişimi öncesi ayrılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, saatler 03.20'yi gösterdiğinde darbecilerden temizlenen İstanbul Atatürk Havalimanı'na iniş yaptı.
Darbe karşıtı olan askerler de 15 Temmuz'da darbecilere karşı direniş gösterdi.
Harp Akademileri Komutanı Korgeneral Tahir Bekiroğlu, emir subayları tarafından evinden alınıp, Hadımköy Askeri Cezaevi'ne hapsedildi.
Tuzla'da Deniz Harp Okulu Komutanı Tümamiral Mesut Özel, darbeci 9 subay tarafından, ağzı bantlanıp elleri kelepçelendikten sonra rütbeleri sökülerek, Maltepe Askeri Cezaevi'ne konuldu. Deniz Harp Akademisi Komutanı Tuğamiral Tayyar Ertem de darbeciler tarafından derdest edildi.
Dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar'ı gözaltına almaya çalışan darbeciler ise başarısız oldu.
Üst düzey subayların kaldığı Fenerbahçe Orduevi'ne giden FETÖ'cü askerler, darbe karşıtı tavır göstermeleri muhtemel bir kısım generali kontrol altına almaya çalıştı.
Piyade Kurmay Albay Sait Ertürk şehit oldu
66. Zırhlı Tugayda, Piyade Kurmay Albay ve arkadaşları kahramanca bir direniş gösterdi.
3. Kolordu Komutanlığı'nda görevli 47 yaşındaki Piyade Kurmay Albay Sait Ertürk, darbe girişimini öğrenince devre arkadaşlarıyla iletişime geçti.
Ertürk, 66. Zırhlı Tugayı'nda verdiği mücadeleyle İstanbul için kilit rol oynayarak, tugayın darbe girişimine desteğini engelledi. Kurdukları iki timle, tankların, silahların ve askerlerin dışarı çıkmasını engelleyerek, tugay içindeki hareketlenmeyi durdurdu.
Sait Ertürk, tek kurşunla şehit düşerken Kartaltepe Kışlası Komutanı Piyade Albay Davut Ala ise vücuduna 7 mermi isabet etmesi sonucu ağır yaralandı.
Gişeleri tutup İstanbul'a girişleri kapattılar
Kartal Köprüsü ve Samandıra gişeleri Anadolu'dan İstanbul'a girişleri durdurmak için Sancaktepe'deki 23. Motorlu Piyade Alayı'ndan çıkan 117 darbeci asker tarafından kapatıldı. Buralarda darbeye direnen 11 vatandaş yaralandı.
Mahmutbey ve Ispartakule gişeleri ise İstanbul'a Trakya tarafından girişleri engellemek için Sultangazi Baştabya Kışlası'ndaki 66. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı'ndan 36 asker tarafından kapatıldı. Tuzla Orhanlı gişeleri ve Mehmetçik Vakfı'nda meydana gelen olaylarda da 6 kişi şehit oldu, 42 kişi yaralandı.
Esenler Eski Hal Yolu Edirne İstikameti ve İSTOÇ civarı TEM Otoyolu üzerinde darbecilere karşı koyan 5 kişi tank tarafından ezilerek, şehit edildi.
Sarıyer'deki Borsa İstanbul'u 15 FETÖ'cü asker işgal etti. Darbeciler burada polis memuru Mehmet Şevket Uzun ile Fatih Satır'ı şehit ederken 46 kişiyi de yaraladı.
Medya darbeye karşı çıktı
FETÖ'nün 15 Temmuz'daki kanlı darbe girişiminde CNN Türk binasının boşaltılması ve yayının kesilmesi emri verilerek çalışanlara silah doğrultuldu. Polis memurlarına ve toplanan vatandaşlara ateş açıldı. İlerleyen saatlerde darbeciler teslim oldu.
Beşiktaş'taki Vodafone Arena Stadı'na helikopterle inen darbeciler Digitürk binasını işgal etti. Yayını durduramayan askerler, cihazlara ateş etti. Polislerin gelmesi üzerine yapılan müzakerelerle darbeci askerler teslim oldu.
Dönemin İstanbul Valisi Vasip Şahin de saat 06.00 sıralarında bir televizyon kanalında, İstanbul ve Ankara'da FETÖ'nün darbe girişimine ilişkin "Devlet duruma hakimdir." sözleriyle hain darbe girişiminin püskürtüldüğünü duyurdu.
Boğaz Köprüsü'nde barikat kuran darbeci askerler saat 06.42'de teslim oldu.
15 Temmuz gecesi ölenler ile sonrasında hayatını kaybedenlerle birlikte toplam 99 kişinin şehit olduğu darbe girişiminde İstanbul'da yaşananlar, hain kalkışmanın kilit noktasını oluşturdu.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/istanbulda-verilen-mucadele-15-temmuzun-donum-noktalarindan-biri-oldu/3275555 | 6,957 | 14,327 |
KKK darbe girişimi davasında 113 sanığın cezalarına onama
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Kara Kuvvetleri Komutanlığındaki (KKK) eylemlere ilişkin davada toplam 113 sanığa verilen hapis cezalarını onadı.
Ankara
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Kara Kuvvetleri Komutanlığındaki (KKK) eylemlere ilişkin davada aralarında 12'si "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan ağırlaştırılmış müebbet, 77'si aynı suçtan müebbete mahkum edilenlerin de bulunduğu toplam 113 sanığa verilen hapis cezalarını onadı.
Daire, Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesinin 30 Aralık 2020'de 132 sanık yönünden verdiği hükme ilişkin temyiz incelemesini tamamladı.
Buna göre, sanıklar eski KKK Cari Harekat ve Komuta Kontrol Daire Başkanı tuğgeneral Adem Boduroğlu, eski KKK Personel Başkanlığı Plan Şube Müdürü albay Mutlu Serkan Vurdem ile albay Hasan Yılmaz ve Eşref Mert, Mehmet Ortaç, Hamza Akkaya, Halil Ekiztaş, İbrahim Başpınar, Ahmet Fazıl Işık, Oğuzhan Çelikoğlu, Bayram Üstündağ ve Zülküf Orak'a "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan verilen "ağırlaştırılmış müebbet" hapis cezaları onandı.
Aynı suçtan sanıklar Ali Rıza Çağlar, İbrahim Lütfi Nuhoğlu, Mücahit Tamer, Hüseyin Öztürk, Adnan Akdemir, İsmail İnal, Mehmet Aydın, Atilla Karakuş, Yüksel Ordu, Yusuf Yiğit, Erkan Erol, Mahmut Gündoğdu, Serhat Akın, Yalçın Karahan, Alpaslan Kılıç, Ahmet Ejder, Sinan Şimşek, Mesut Rahat, Murat Yüksel, Dinçer Özcan, Fikri Pehlivanlı, Fatih Demir, Cevdet Serbest, Adem Öner, Turgut Akgül, Şahin Yüce, Mustafa Şahin, Muharrem Bayrakal, Mehmet Kalkan, Mesut Turan, Hasan Fidan, İsmail Yükleyen, İdris Aygün, Levent Akçaoğlu, Ercan Buyur, Mesut Şahan, Ünal Demir, Yener Akbaba, Zeyit Karagöz, İsmail Ayyıldız, Uğur Bahtiyar, Ekrem Güneş, İsmail Aydın, Hüseyin Rahmi Bali, Bekir Öztürk, Ahmet Direnç, Mustafa Tezcan, Yusuf Gül, Yasin Çakır, Serdar Yıldız, Veyis Şahin, Necati Durmuşbaş, Fatih Yılmaz, Aydın Duman, Vedat Güngör, Kurtuluş Kafalı, Emrah Çelebi, İbrahim Denizhan, Ramazan Bingöl, Yunus Emre Çevik, Halil İbrahim Üçgül, Ramazan Bozdağ, Metin Çetin, Mehmet Burak Demir, Ali Özkan Yorgun, Göksel Salı, Muttalip Şahin, Abdullah Polat, Mustafa Yıldırım, Serdar Kerem Koç, Yalçın Kızılçam, Hüsnü Göçmen, Refik Durak, Mehmet Akkuş, Osman Gökmen, Fatih Dağcı ve Levent Ceylan'a verilen müebbet hapis cezalarının da onanması kararlaştırıldı.
Aynı suça yardım suçunu işledikleri belirtilen sanıklar Adem Yıldırım, Erkan Şahin, Erkal Tarlacı, Seyhan Cömez, Murat Veske, Hakan Ergin, Mustafa Serhat Akdolu, Selim Özden, Atilla Tanrıver, Tanju Aydıncık, İhsan Bozkurt, Mehmet Karslı, Salih Talaşlı, Kazim Yanmaz, Murat Kül, Mevlüt Özyurt, Ayhan Kaykaç, Ali Gürcan ve Volkan Önal hakkında verilen 12 yıl 6 aydan 19 yıla kadar süreli hapis cezaları da uygun bulundu.
FETÖ kapsamında "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan Halit Şimşek'e verilen 7 yıl 6 ay ile Erman Arısoy ve Mustafa Kundakçı'ya verilen 6 yıl 3'er ay hapis cezaları onandı.
Eski tuğgeneral Caha'ya verilen 103 yıl hapse onama
Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen Genelkurmay çatı davasında 141 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan eski tuğgeneral Erhan Caha'ya 2 kişiye yönelik "öldürmeye teşebbüs" suçundan verilen 34 yıl ile "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçundan verilen 69 yıl hapis cezasının da onanması kararlaştırıldı.
Caha gibi başka bir davada daha önce hüküm giyen sanık Fikret Yağmur Yavuz'a "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçundan verilen 22 yıl 6 ay hapis cezası da onandı.
- 9 beraat ve 2 tefrik kararı uygun bulundu
Daire, sanıklar Altuğ Kayışoğlu, Bahri Bayrak, Süleyman Kaya, Ahmet Erdoğan, Ümit Ağaçlı, Abdullah Ballı, Ferdi Çakıl, Süleyman İmece ve Ökkeş Yavaş hakkındaki beraat hükümlerini de onadı.
Sanıklar Turgay Kurt ve Ahmet Aktaş hakkındaki "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan dosyaların ayrılması kararları da uygun bulundu.
YAŞ kararını imzaya sunan albay hakkındaki hükmü bozdu
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, yerel mahkeme hükmünde bazı sanıklar yönünden bozma kararı verdi.
Buna göre, Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesince "anayasal düzeni ihlal" suçundan müebbet hapse çarptırılan sanıklar Gökhan Karaca, Mahmut Dalgın, Resul Savaş hakkındaki karar, sanıkların asli fail olarak değerlendirilemeyeceği gerekçesiyle bozuldu. Kararda, bu sanıkların eylemlerinin "anayasal düzeni ihlale teşebbüs suçuna yardım" kapsamında değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.
Darbe girişiminin hemen ardından 28 Temmuz 2016'da toplanan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a YAŞ kararlarını imzaya sunarken görüntülenen eski kurmay albay Fehmi Atuk hakkında mahkemece "anayasal düzeni ihlale teşebbüs" suçundan verilen beraat kararı bozuldu. Kararda, bu sanık hakkında "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan tefrik edilen dosyasının da birleştirilerek gerekli incelemenin yapılması ve sanığın hukuki durumunun sonucuna göre tayin edilmesi gerektiğine dikkati çekildi.
Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesince "anayasal düzeni ihlale teşebbüs suçuna yardım" kapsamında 12 yıl 6 aydan 19 yıla kadar süreli hapse mahkum edilen sanıklar Ahmet Altuğ Erşan, Fatih Toran ve Cuma Aygün hakkındaki hükümlerin bozulması kararlaştırıldı. Erşan'ın eyleminin "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçu kapsamında olduğu belirtilen kararda, Toran ve Aygün hakkında ise beraat hükmü kurulması gerektiği ifade edildi.
Daire, "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçundan 5 yıl hapse mahkum edilen Gökhan Akdağ hakkındaki hükmün istinafta kesinleşmesi nedeniyle temyiz incelenmesinin reddine hükmetti.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/kkk-darbe-girisimi-davasinda-113-sanigin-cezalarina-onama/3273458 | 2,867 | 5,821 |
Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy'dan "15 Temmuz" mesajı
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, 15 Temmuz gecesi Türkiye'ye diz çöktürmek isteyen uluslararası emperyalist güçlere karşı milli iradeye sahip çıkan Türk milletinin bu asil tavrının, güçlenerek varlığını sürdürmeye devam edeceğini belirtti.
Ankara
Bakan Ersoy, "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü" dolayısıyla yayımladığı mesajında, bağımsızlığı karakteri haline getirmiş olan Türk milletinin en önemli özelliklerinden birisinin, vatanına ve özgürlüğüne olan bağlılığı olduğunu belirtti.
Tarihinden ve kültüründen ilham alan milletin tüm fertlerinin bu ruha sahip olmakla, en zor zamanlarda dahi ülkesine olan bağlılığını göstermekten hiçbir zaman çekinmediğini vurgulayan Ersoy, 15 Temmuz 2016'da FETÖ'nün, milletin bu ruhunu yok etmek için gerçekleştirdiği hain saldırı karşısında, milletin bir kez daha bu duruşunu gösterdiğini ifade etti.
Bakan Ersoy, mesajında şunları kaydetti:
"15 Temmuz gecesi ülkemize diz çöktürmek isteyen uluslararası emperyalist güçlere karşı milli iradeye sahip çıkan milletimizin bu asil tavrı, tarihin her döneminde güçlenerek varlığını sürdürmeye devam edecektir. Dört bir cephede büyük mücadelelerle kurulan Cumhuriyetimizi, Türkiye Yüzyılında daha da güçlendirmek adına tüm benliğimizle çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Demokrasimize, milletimize ve şehitlerimize karşı sorumluluğumuz çerçevesinde 15 Temmuz'u unutmayacak ve unutturmayacağız. Bu vesileyle 15 Temmuz şehitlerimizi rahmetle ve saygıyla anarken, yakınlarına başsağlığı diliyor, gazilerimize sağlıklı bir ömür temenni ediyorum."
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/kultur-ve-turizm-bakani-ersoydan-15-temmuz-mesaji/3275230 | 874 | 1,757 |
Ankara
Gölbaşı ilçesindeki Özel Harekat Başkanlığı'na gelen Bahçeli'yi, Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız ve beraberindeki heyet karşıladı.
Bahçeli, Özel Harekat Anıtı'na üzerinde "Vatan size minnettardır" yazılı çelenk bıraktıktan sonra dua etti.
Özel harekat polislerini selamlayan Bahçeli, Ayyıldız ve beraberindekilerle bir süre görüştükten sonra yerleşkeden ayrıldı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/mhp-genel-baskani-bahceli-ozel-harekat-baskanligini-ziyaret-etti/3275968 | 261 | 538 |
Milli Savunma Bakanı Güler: Kahraman ordumuzun şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına asla müsaade etmeyeceğiz
Milli Savunma Bakanı Güler, "Bakanlığımızın hain FETÖ'yle mücadelesi, örgütle iltisaklı tek bir personel kalmayıncaya kadar kararlılıkla sürdürülecektir. Kahraman ordumuzun şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına asla müsaade etmeyeceğiz." dedi.
Ankara
Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, "Bakanlığımızın hain FETÖ'yle mücadelesi, örgütle iltisaklı tek bir personel kalmayıncaya kadar azim ve kararlılıkla sürdürülecektir. Kahraman ordumuzun şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına asla müsaade etmeyeceğiz." dedi.
FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişiminin 8'inci yıl dönümü vesilesiyle Milli Savunma Bakanlığı Atatürk Kültür Sitesinde "15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni" düzenlendi.
Törene, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak, kuvvet komutanları, Milli Savunma Bakan Yardımcıları, Genelkurmay İkinci Başkanı ile şehit ve gazi yakınları katıldı.
Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler de törene video mesaj gönderdi.
Saygı duruşunda bulunulması ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başlayan programda, Armoni Mızıkası ve Mehteran Birlik komutanlıklarınca anma konseri verildi.
Konserin ardından, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler'in video mesajı yayımlandı.
Güler, mesajında 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü'nü kutlayarak, bu vesileyle 15 Temmuz gecesi darbecilere direnirken şehit olanları rahmetle yad etti, gazi olanlara ise saygı ve şükranlarını sundu.
15 Temmuz'u hatırlamanın, geçmişten ibret almak için son derece önemli ve gerekli olduğunu vurgulayan Bakan Güler, milli iradeye karşı bir grup alçağın ihanetiyle meydana gelen bu kalleş teşebbüsün, milletin engin feraseti ve vatanına, devletine bağlı şerefli Türk askerinin korku nedir bilmeyen duruşuyla bir destana dönüştüğünü söyledi.
Darbe gecesi Türk milletinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısı üzerine her yaştan insanıyla bu alçaklara karşı durduğunu, devletinin bekasına ve kendi geleceğine sahip çıktığını belirten Güler, "Ordu-millet dayanışmasının en güzide örneğinin sergilendiği bu kararlı ve dik duruş sayesinde hain FETÖ'cülerin 40 yılı aşkın süredir planladığı sinsi kalkışma çok kısa bir sürede bastırılmış, milletimizin bağımsızlık ve özgürlüğüne verdiği önem, bir kez daha tüm dünyaya ilan edilmiştir." diye konuştu.
"Türk Silahlı Kuvvetlerimiz ezber bozucu bir başarıya imza atmıştır"
Bu milli ve güçlü duruşun, milletin canı pahasına ortaya koyduğu cesaretin ve Türk ordusunun yüksek karakterinin en açık göstergesi olduğuna dikkati çeken Güler, şöyle devam etti:
"Nitekim Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, dün Çanakkale'de, İstiklal Harbi'nde, Kore'de ve Kıbrıs'ta, bugün de yurt içi ve sınır ötesinde terörle mücadelede gözünü kırpmadan nasıl şehadete koştuysa, 15 Temmuz'da da vatandaşlarımızla omuz omuza, içine sızan hainlere diz çöktürmüş, demokrasiye olan inancını bir kez daha gözler önüne sererek ezber bozucu bir başarıya imza atmıştır."
Hainlerden temizlenen Türk Silahlı Kuvvetlerinin eskisinden daha etkin, caydırıcı ve saygın bir şekilde görevlerini sürdürmekte olduğunu belirten Güler, bu kapsamda son bir asrın en yoğun faaliyetlerinin büyük bir başarıyla icra edildiğini ifade etti.
"Bakanlığımızın hain FETÖ'yle mücadelesi azim ve kararlılıkla sürdürülecektir"
Güler, bu büyük başarıdaki en büyük payın vatanını korumak için sarsılmaz bir iradeyle hainlerin karşısında duran Ömer Halisdemir'ler gibi nice şehit ve gazilere ait olduğunu dile getirdi.
Devletin de hukuk kuralları çerçevesinde, şehit ve gazilerin kanlarını yerde bırakmadığını, sevenlerinin gözyaşlarının hesabını sorduğunu ve sormaya devam edeceğini bildiren Güler, şunları söyledi:
"Bakanlığımızın hain FETÖ'yle mücadelesi, örgütle iltisaklı tek bir personel kalmayıncaya kadar azim ve kararlılıkla sürdürülecektir. Kahraman ordumuzun şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına asla müsaade etmeyeceğiz. Sonuç olarak Cumhuriyetimizin ikinci asrına başladığımız bu tarihi ve kutlu dönemde, 'Türkiye Yüzyılı' hedeflerimiz doğrultusunda Anayasa'ya ve kanunlara bağlı olarak, milli, manevi ve mesleki değerlerimiz çerçevesinde, Atatürk İlke ve İnkılapları ile aklın ve bilimin rehberliğinde, tüm paydaşlarla uyum, koordine ve istişare içerisinde, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da daha büyük, daha güçlü bir Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri için şevk ve gayretle çalışmalarımıza devam edeceğiz."
Güler, bu vesileyle Mete Han'dan Sultan Alparslan'a, Fatih Sultan Mehmet'ten Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ve bugüne kadarki tüm devlet büyükleri ve komutanları saygıyla anarak, "15 Temmuz'da vatanı, bayrağı ve ülkesinin geleceği uğruna canlarını feda eden şehitlerimiz başta olmak üzere tüm şehitlerimizi ve ebediyete irtihal eden kahraman gazilerimizi rahmet ve minnetle yad ediyor, gazilerimize, şehit ve gazilerimizin kıymetli ailelerine saygı ve şükranlarımı sunuyorum." diye konuştu.
Tören sonunda şehit ve gazi yakınlarıyla toplu fotoğraf çektirildi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/milli-savunma-bakani-guler-kahraman-ordumuzun-sanli-uniformasini-hicbir-hainin-tasimasina-asla-musaade-etmeyecegiz/3273504 | 2,570 | 5,136 |
Şehit yakınları ve gaziler kurdukları dernek çatısı altında "15 Temmuz ruhunu" yaşatıyor
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz darbe girişimine Ankara'nın farklı noktalarında geçit vermeyerek hayatını kaybedenlerin aileleri ile yaralanan vatandaşlar, kurdukları dernek çatısı altında, 15 Temmuz ruhunu unutulmaz kılıyor.
Ankara
15 Temmuz darbe girişimi gecesi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısı üzerine meydanlara inen ve Ankara'nın farklı noktalarında yaralananlar ile hayatını kaybedenlerin aileleri, FETÖ davalarını takip ettikleri mahkeme koridorlarında 15 Temmuz ruhunu geleceğe taşımak ve milli hafızada canlı tutacak kültürel ile sosyal projeleri hayata geçirmek amacıyla dernek kurma kararı aldı.
— Anadolu Ajansı (@anadoluajansi) July 15, 2024
Altındağ ilçesindeki tarihi Hamamarkası'nda "Vatan Gazileri ve Şehit Yakınları" adıyla faaliyetlerine başlayan dernekte, haftanın belirli günlerinde bir araya gelen gaziler, gençlerde 15 Temmuz bilincinin oluşması amacıyla bazı illerdeki Kredi Yurtlar Kurumu'nun (KYK) yurtlarında gençlere yaşadıkları o karanlık geceyi anlatıyor.
Dernek üyesi gaziler, düğünlerine, cenazelerine ve hasta ziyaretlerine aileden biriymiş gibi iştirak ettikleri şehit yakınları ve gazilerin iyi ve kötü günlerinde yanlarında olarak onlara destek veriyor.
"15 Temmuz milletin zaferi ve Türkiye Yüzyılı'nın başlangıcıdır"
Vatan Gazileri ve Şehit Yakınları Derneği Başkanı Yaşar Gücenmez, dernek çalışmaları hakkında AA muhabirine bilgi verdi.
Gücenmez, 15 Temmuz darbe girişimi gecesinde Ankara İl Emniyet Müdürlüğü önünde helikopterlerden açılan ateş sonucunda yaralandığını söyledi.
Ankara'daki FETÖ davalarını takip ederken dernek kurma kararı aldıklarını belirten Gücenmez, "En büyük isteklerimizden bir tanesi FETÖ'nün yurt dışında devir alınan okullarında 15 Temmuz'u anlatmak. 15 Temmuz ile alakalı bir belgesel hazırlamaya karar verdik. Bu belgeseldeki amacımız, 15 Temmuz kardeşliğini ele alacağız. 15 Temmuz milletin zaferi ve Türkiye Yüzyılı'nın başlangıcıdır. Allah'ın izni ile Türkiye Cumhuriyeti'nin 15 Temmuz 2016'dan itibaren önü açılmış FETÖ'cü hainlerden temizlenmiştir." dedi.
"Ne hac ne de asker arkadaşlığına benziyor"
15 Temmuz'da eşi ile gittiği Genelkurmay Başkanlığı önünde helikopter saldırısı sonucunda bacağından yaralanan Emine Aydınbelge ise derneğin düzenlediği programlarla gençlere vatan sevgisini ve devlete bağlılığı anlatma fırsatı bulduklarını ifade etti.
Dernekte gaziler ve şehit yakınları arasında farklı bir kardeşliğin oluştuğuna dikkati çeken Aydınbelge, "Dernekte, ülkenin geleceği konusunda her zaman hazır bekleyen ve her şeyi yapmaya hazır sivil bir grup var. Burada kişinin kendisinin ricasına gerek duyulmadan kişilerin taziyeleri yapılır. Başka şehirde olan gazimizin vefat eden yakını için onun adına dernekte taziye yemeği dahi veririz. Bu kardeşlik çok farklıdır. Bu yönüyle çok güzel. Ne hac ne de asker arkadaşlığına benziyor. Evet onlardan birer parça var ama bu daha başka bir şeydir." diye konuştu.
"15 Temmuz Türkiye'yi Gazzeleştirme çalışmasıydı"
Darbe girişimi gecesinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde 15 yerinden yaralanan doktor Mehmet Celal Almaz da dernek aracılığıyla, FETÖ dava sürecini takip ederken mahkemelerde vatan uğruna sokağa çıkan ve bedel ödeyen gazilerin ve şehit yakınlarının bir araya geldiğini anlattı.
Gazi ve şehit yakınları olarak 15 Temmuz'u emperyalist bir proje olarak nitelendirdiklerini anlatan Almaz, şu değerlendirmelerde bulundu:
"Pensilvaya'daki papaz ne bir örgüt kuracak ne 100 ülkeye okullar kuracak zekaya ve kabiliyete sahip değildir. Bunu görebiliyorduk. 15 Temmuz akşamı bizim emperyalizme hizmet eden teröristlere karşı yaptığımız mücadeleyi, bugün ağababalarına karşı Filistin'deki Gazzeli kardeşlerimiz yapıyorlar. Aslında 15 Temmuz gecesi de Türkiye'yi bir Filistinlileştirme ve Gazzeleştirme çalışmasıydı. Muvaffak olsalardı şu an aynı tabloyu biz kendi ülkemizde yaşayacaktık. Nitekim Gazzeli kardeşlerimiz de aynı bizim 15 Temmuz'da yaptığımız gibi onurlu bir duruşu sergiliyorlar."
Almaz, 15 Temmuz gecesi yaralanan mağdurlar ile şehit ailelerinin kurdukları dostlukla birbirlerinin yaralarını sardıklarını belirterek, sözlerini şöyle tamamladı:
"Çünkü olaylara seküler ve siyasi bakanlar, bizim halimizden ve derdimizden o gecenin ruhunu, psikolojisini maalesef anlayamıyorlar. Bu acı bir gerçek. Televizyonun karşısında çay içerken o geceyi takip edenler tabii ki o gecenin ruhundan ve bizim hislerimizden anlamazlar. Biz de burada bir çatı altında bir araya gelerek, 15 Temmuz'un acı hatıralarını diğer mağdurlarla beraber dertleşiyoruz, birbirimizin haliyle hemhal oluyoruz ve unutmayarak taçlandırıyoruz."
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/sehit-yakinlari-ve-gaziler-kurduklari-dernek-catisi-altinda-15-temmuz-ruhunu-yasatiyor/3275557 | 2,348 | 4,836 |
TBMM'de 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Anma Töreni düzenlendi
15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla Meclis'te düzenlenen törende, AK Parti İstanbul Milletvekili ve besteci Yücel Arzen Hacıoğulları yönetiminde milletvekillerinden oluşan koro, Erzurum yöresine ait türkü seslendirdi.
TBMM
TBMM Tören Salonu'nda 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü dolayısıyla anma töreni düzenlendi.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un ev sahipliğinde düzenlenen törene Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, AK Parti TBMM Grup Başkanı Abdullah Güler, kabine üyeleri, eski TBMM Başkanları, HÜDA-PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici, siyasi parti temsilcileri, 15 Temmuz şehitlerinin aileleri ve gaziler ile çok sayıda davetli katıldı.
Saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başlayan törende Kur-an'ı Kerim tilaveti okundu, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş dua etti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 15 Temmuz darbe gecesinde katıldığı canlı yayında halkı meydanlara davet ettiği konuşma, o geceden görüntüler ile camilerden okunan selalar sinevizyona yansıtıldı.
Daha sonra AK Parti İstanbul Milletvekili ve besteci Yücel Arzen Hacıoğulları yönetimindeki TRT çok sesli müzik korosunun eşlik ettiği "15 Temmuz" isimli dinleti sunuldu.
Milletvekillerinden oluşan koro, Erzurum türküsünü seslendirdi
AK Parti'li Hacıoğulları, yaptığı konuşmada "Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde İstiklal Harbi ile birinci gaziliğini, Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde bu kez istiklal müdafaasıyla ikinci gaziliğini dünyaya ilan eden Türkiye Büyük Millet Meclisi'mizin şeref salonunda sizleri 15 Temmuz selası ile selamladık." dedi.
Şehitleri rahmetle anan Hacıoğulları, konuşmasının ardından AK Parti Trabzon Milletvekili Mustafa Şen, AK Parti Erzurum Milletvekili Fatma Öncü, CHP Kars Milletvekili İnan Akgün Alp, Saadet Partisi İzmir Milletvekili Mustafa Bilici ile İYİ Parti İzmir Hüsmen Kırkpınar'ı sahneye davet etti.
Milletvekillerinden oluşan koro, Erzurum yöresine ait bir türkü seslendirdi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/tbmmde-15-temmuz-demokrasi-ve-milli-birlik-gunu-anma-toreni-duzenlendi/3276083 | 1,087 | 2,279 |
Türk Keneşi Genel Sekreteri Hasanov: FETÖ'ye karşı tüm Türk dünyası mücadele etmeli
Türk Keneşi Genel Sekreteri Hasanov, "FETÖ'ye karşı sadece Türkiye değil tüm Türk dünyası mücadele etmeli. Çünkü bugün Türkiye'nin başına gelenler yarın diğer kardeş devletlerin de başına gelebilir." dedi.
ANKARA - FATİH HAFIZ MEHMET
Türk Keneşi Genel Sekreteri Ramil Hasanov, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 14 alanda çalışan örgütün gençlik, spor, alternatif enerji ve uzay alanları gibi üç yeni alanda daha projeler başlattığını belirtti.
Türkiye'deki 15 Temmuz'daki darbe girişimi konusunda Hasanov, darbe girişiminden hemen sonra Türk halkının yanında olduklarına yönelik açıklama yaptıklarını anımsattı.
Hasanov, "FETÖ'ye karşı sadece Türkiye değil tüm Türk dünyası mücadele etmeli. Çünkü bugün Türkiye'nin başına gelenler yarın diğer kardeş devletlerin de başına gelebilir. Türkiye'nin kardeş devletlerini düşünerek FETÖ konusunda yaptığı uyarıların o devletler tarafından ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum." diye konuştu.
Kırgızistan'da kasım ayında yapılacak 6. Türk Keneşi Zirvesi'nde FETÖ'ye karşı mücadele konusunda ortak bir deklarasyon yayınlanması için üye devletlerden birinin konuyu gündeme getirmesi gerektiğini söyleyen Hasanov, üye devletlerin uygun görülmesi durumunda deklarasyon açıklanabileceğini kaydetti.
Hasanov, darbeden sonraki gün Kazakistan, Azerbaycan ve Kırgızistan cumhurbaşkanlarının darbeyi kınadıklarına dair beyanlarının Türk Keneşi sitesinde yayınlandığını hatırlattı.
Türk Keneşi bünyesinde FETÖ ile mücadele konusunda herhangi bir çalışma olup olmadığı konusunda ise Hasanov, kuruluştaki diplomatların zaten üye devletler tarafından önerilen kişiler olduğunu, bununla ilgili şu ana kadar bir talep gelmediğini, gelmesi halinde hukuk çerçevesinde gerekenin yapılacağını ifade etti.
Türk-Rus ilişkilerinin bozulması bölge ülkelerini de etkiledi
Türkiye-Rusya ilişkilerine de değinen Hasanov, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin düzelmesinden çok memnun olduklarını söyledi.
İki ülke ilişkilerinin düzelmesi için ellerinden geleni yaptıklarının altını çizen Hasanov, "Türkiye- Rusya ilişkilerinin bozulması Kazakistan, Azerbaycan ve Kırgızistan'ı ciddi şekilde etkilemiş ve bu ülkeler çıkmaza girmişti." ifadelerini kullandı.
Bölgede devam eden çatışmaların ve sorunların olduğunu belirten Hasanov, bunların çözümü için Rusya ve Türkiye'nin yakın ilişkiye sahip olması gerektiğini vurguladı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/turk-kenesi-genel-sekreteri-hasanov-fetoye-karsi-tum-turk-dunyasi-mucadele-etmeli/632053 | 1,279 | 2,593 |
Türkiye Maarif Vakfında "Bir vatanseverlik destanı 15 Temmuz" paneli düzenlendi
Anadolu Ajansı (AA) Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Yusuf Özkır, 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin, "FETÖ'nün püskürtülmesi Türk siyasal hayatı açısından baktığımızda bizim alnımıza şerefli bir ifade olarak yazılacak." dedi.
İstanbul
Türkiye Maarif Vakfı genel merkezinde düzenlenen "Bir vatanseverlik destanı 15 Temmuz" paneline, Türkiye Maarif Vakfı Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, AA Yönetim Kurulu Üyesi ve İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Özkır, araştırmacı İhsan Aktaş, 15 Temmuz şehidi Onur Ayanoğlu'nun kardeşi, 15 Temmuz gazisi Oğuz Ayanoğlu ve şehidin babası İhsan Ayanoğlu katıldı.
Açılış konuşmasını yapan Türkiye Maarif Vakfı Başkanı Prof. Dr. Akgün, 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin 8. yılı dolayısıyla toplandıklarını belirterek, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısıyla harekete geçen halkın gösterdiği direnişin o geceyi tarihe geçirdiğini söyledi.
FETÖ ile mücadelenin devam ettiğine vurgu yapan Akgün, "Türkiye Maarif Vakfı, FETÖ'nün yurt dışındaki okullarını milletimize kazandırmak için önemli çalışmalar yaptı. Ancak FETÖ'nün yeniden dirilme girişimleri hala gündemde. Bu nedenle bilinçli ve dikkatli olmalıyız. 15 Temmuz anma törenleri, bu bilinci diri tutmak ve geçmişi unutmamak için önemlidir. Geçmişten ders almazsak aynı hataları tekrar yaşarız. Bu millet gerektiğinde tekrar harekete geçecektir." diye konuştu.
Panelde konuşan AA Yönetim Kurulu Üyesi Yusuf Özkır, şu anda Fetullahçı Terör Örgütü ile mücadelede en etkin kurumlardan birinin çatısı altında bulunmanın ayrıca önemli ve anlamlı olduğunu söyledi.
Darbe girişiminin üzerinden geçen 8 yıllık süreci soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gerektiğine dikkati çeken Özkır, "FETÖ'nün püskürtülmesi Türk siyasal hayatı açısından baktığımızda bizim alnımıza şerefli bir ifade olarak yazılacak. Darbeyi püskürtmek dünya demokrasi tarihinde nadir görülen bir başarıdır ve Türkiye'nin oluşturduğu bir modeldir. Yakın dönemde başka bir darbe girişiminde, Türkiye'nin modelinden ilham alınarak halk sokağa çağrıldı ve darbeye direnildi." dedi.
"Bu, tüm riskleri göze alarak yapılan bir harekettir"
Özkır, darbenin püskürtülmesinin birinci sebebinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın liderliği olduğunu vurgulayarak, "NBC televizyonu ve bazı yabancı yayın organları, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Almanya'ya ya da Amerika'ya kaçtığına dair haberler yayınlamaya başlamıştı. Oysa Erdoğan, Marmaris'ten İstanbul'a gitme kararı aldı ve milleti meydanlara çağırdı. Bu, tüm riskleri göze alarak yapılan bir harekettir." diye konuştu.
Darbe gecesi kendisinin de Saraçhane'ye gittiğini anlatan Özkır, "Orada cesur gençler vardı. Yaşlı bir teyze, 'Adnan Menderes'i savunamamış bir kuşağız. Bu yüzden Tayyip Erdoğan'ı yedirmemek için buradayız.' dedi." ifadesini kullandı.
Bu durumun, milli iradenin korunması noktasında önemli bir gösterge olduğunun altını çizen Özkır, şöyle devam etti:
"Bu siyasi ve toplumsal yaklaşım, milli iradenin korunması açısından çok önemlidir. Türkiye üzerine yazılan ve on yıllardır dile getirilen, 'Türkiye'de demokrasi bir hikayeden ibarettir. Seçimler yapılır ama millet siyasi iradesine sahip çıkmaz.' gibi iddiaları yalanlamıştır. Gördük ki Türkiye'de siyasi irade, kendisine verilen yetkiye sahip çıkıyor ve cesurca davranıyor. Aynı şekilde, ona oy veren insanlar da sokaklara çıkıp kendi haklarını ve iradelerini savunuyorlar. Bu iki faktör, Türk siyasal hayatı açısından büyük bir değişimin ve dönüşümün mihenk taşıdır. Bundan sonraki süreçte de benzer girişimler olacaksa veya olduğunda, bu durumu hatırlayacaklarını düşünüyorum."
Özkır, Türk siyasal hayatında darbe tehlikesinin geçtiğini düşünmediğini belirterek, "27 Mayıs darbesinin zehirlediği bir zihin dünyası var. Bu zihniyetin etkisi altında olan gruplar ve kişiler hala mevcut. Demokrasi ve milli iradeyi savunmak için adımlar atılıyor ancak bu virüsün varlığını unutmamak lazım." dedi.
15 Temmuz'un püskürtülmesinde vatansever askerlerin ve yine vatansever polislerin rolünün de çok önemli olduğunu dile getiren Özkır, medyanın da siyasi iradeden yana tavır alıp demokrasiden yana duruş sergilemesinin darbenin püskürtülmesinde çok etkili olduğunu söyledi.
Özkır, "Bu, Türkiye'nin demokrasisi ve milli iradesi için önemli bir dönüm noktasıdır. Medyanın oynadığı rol, dijital içeriklerin toplumda bir duygu seli oluşturmasına da katkı sağladı." diye konuştu.
Araştırmacı İhsan Aktaş da FETÖ'nün çıkış noktasının, dini yaşam üzerindeki baskılara karşı bir tepki olarak başladığını kaydetti.
Çocuk yaşlarda bile FETÖ'nün organizasyonunun diğer dini gruplardan farklı olduğunu anladığını belirten Aktaş, örgütün iki yüzyıllık İngiliz ve Amerikan müktesebatını kullandığını, bu müktesebatın din ve tarikat kurma stratejilerinden beslendiğini dile getirerek, "FETÖ, Haricilikten İhvan modeline kadar birçok örgüt felsefesini sofistike bir şekilde kullandı." dedi.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında halkın gösterdiği direnişi değerlendiren Aktaş, "O gece Türkiye'nin her yerinde insanlar sokağa çıkarak darbe girişimine karşı koydu. Bu, milletin tarihten gelen devletsiz kalmama arzusunun bir yansımasıdır." diye konuştu.
FETÖ'nün darbe girişiminin devletin bütününü ele geçirme ve iç savaş çıkarma girişimi olduğunu söyleyen Aktaş, araştırmalarında halkın yüzde 95'inin Recep Tayyip Erdoğan'ın tutumundan memnun olduğunu gördüklerini ve halkın yüzde 55'inin sokağa çıktığını kaydederek, "Bu, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri en yüksek memnuniyet oranıdır." dedi.
Aktaş, darbe girişiminin ardından yapılan araştırmalarda halkın yüzde 13-14'ünün Erdoğan'ın çağrısından önce, kalan yüzde 40'ının ise çağrının ardından sokağa çıktığını belirterek, "Bu, liderin gücünün ve halkın liderine duyduğu güvenin bir göstergesidir." diye konuştu.
15 Temmuz gazisi, o gece yaşadıklarını anlattı
15 Temmuz gazisi Oğuz Ayanoğlu ise panelde o gece yaşadıklarını şöyle anlattı:
"İşten gelirken metrobüslerin kapalı olduğunu öğrendim ve Üsküdar üzerinden eve gitmeye çalıştım. Kısıklı'ya doğru giderken köprüde askerleri ve polisleri gördüm. Darbe girişimi olduğunu sosyal medyadan ve arkadaşlarımdan öğrendim. Cumhurbaşkanı'na destek olmak için arkadaşlarımla Kısıklı'ya gittik. Kısıklı'da toplanan kalabalık, Cumhurbaşkanı'nın açıklamasından sonra daha da arttı. Kalabalık içinden köprüdeki insanlara yardım etmek isteyenler olduğunu duyduk ve arkadaşlarımla köprüye gitmeye karar verdik. Kardeşim Onur'un köprüde olduğunu öğrendim ve telaşlandım. Köprüye vardığımda Onur yaralılara yardım ediyordu. İkimiz de ateş altında kaldık ve ben vuruldum. Onur, sırtından vurularak şehit oldu. Yaralı halde sürünerek kendimi güvenli bir yere taşıdım ve hastaneye götürüldüm. Hastanede Onur'un şehit olduğunu 5 gün sonra öğrendim. Onur'un cenazesine katılamadım. Hastanede 33 gün yattım, iyileşme sürecim yaklaşık 5 ay sürdü."
"Allah o gece Çanakkale ruhunu bize tekrar yaşattı ve darbe girişimini engelledik"
Şehidin babası İhsan Ayanoğlu, darbe gecesi evde otururken televizyondaki alt yazılardan bir şeylerin ters gittiğini anladıklarını söyledi.
İhsan Ayanoğlu, sözlerini şöyle tamamladı:
"Çocuklarımla sürekli iletişim halindeydim. Onur ve kardeşiyle birkaç kez konuştuk. Şarjları bitmişti, onları Kısıklı'da buldum. Orada büyük bir kalabalık vardı. Şarj cihazlarını verdim ve biraz şakalaştık. Köprüdeki durumu duyunca oraya gitmeye karar verdik. Köprüye doğru ilerlerken silah sesleri duymaya başladık. Herkes yere yatmıştı. Oğlum Onur'u aradım, gişelerin altında olduklarını söyledi. O anda içimde büyük bir korku vardı ama geri dönmedim. Tekrar Onur'u aradığımda başka biri açtı ve Onur'un vurulduğunu öğrendim. Hemen Başkent Hastanesi'ne gittim. Onur morgdaydı, diğer oğlum da ameliyattaydı. O geceyi Türk filmlerine benzetiyorum. Başlarda zor, sonunda mutlu biten bir hikaye gibi. Allah o gece Çanakkale ruhunu bize tekrar yaşattı ve darbe girişimini engelledik. Çocuklarım ve milletimle gurur duyuyorum. Allah bir daha böyle ağır bir imtihan yaşatmasın."
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/turkiye-maarif-vakfinda-bir-vatanseverlik-destani-15-temmuz-paneli-duzenlendi/3273731 | 4,124 | 8,179 |
Depremzede besiciler kuzularını dayanışmayla büyütüyor
Kahramanmaraş merkezli geçen yıl meydana gelen depremlere hayvanlarıyla yakalanan Malatyalı besici Ömer Porgalı, yeni doğan kuzularını, devletin verdiği ve bir başka besicinin kendisine tahsis ettiği araziye kurduğu çadırda büyütüyor.
Malatya
Depremlerin ardından hayvanlarına sahip çıkmak için bulundukları şehirleri terk etmeyen besiciler, yaşadıkları zorlukları dayanışmayla aşıyor.
Hayvan yetiştiricisi Ömer Porgalı, 6 Şubat 2023'te meydana gelen depremlere Malatya'nın Yeşilyurt ilçesi Kozluk Mahallesi'nde yakalandıklarını söyledi.
Depremde hayvanlarını koydukları yerlerin hasar aldığını belirten Porgalı, bunun üzerine yerlerinin yetmemesi ve yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle koyunlarını komşusunun ağılına geçirdiklerini ancak oranın da yıkıldığını ifade etti.
Porgalı, sonraki süreçte devletin kendilerine hayvanların barınmasını sağlayabilmeleri için çadır verdiğini aktararak, şöyle konuştu:
"Çadırdan sonra kuzuları kurtardık. Komşumuzun evi de ağılı da yıkıldı. Allah'a şükür hayvanlarımızdan zayiat vermedik, hepsini kurtardık. Erhan Ağabey'e de söyledik, bize bu yeri verdi. Devletin çadırıyla faaliyete devam ediyoruz. Kuzularımız doğmaya başladı. Hatta bugün İlçe Tarım Müdürlüğüne gittim, durumu anlattım. Yarın bize bir çadır verecekler kuzularımız için. Onu da yan tarafa açacağız."
"Devlet bütün imkanları sağladı"
Devletin geçen yıl ayrıca yem ve yonca desteğinde bulunduğu bilgisini veren Porgalı, "Bütün imkanları devlet bize sağladı. Üretime devam ediyoruz. İnşallah 2024 hayırlı olur." diye konuştu.
Kuzularının 15 Ocak itibarıyla doğmaya başladığını söyleyen Porgalı, doğumların bu ayın sonuna kadar süreceğini dile getirdi.
Porgalı, hayvancılığın, özellikle de küçükbaş hayvancığın artık tercih edilmediğini belirterek, "Herkese hayvancılığı tavsiye ederim ama kimse yapmıyor. Küçükbaş bereketlidir. Kimse bu işleri yapmak istemiyor, çoban bulunamıyor." ifadesini kullandı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/6-subat-depremlerinin-birinci-yili/depremzede-besiciler-kuzularini-dayanismayla-buyutuyor/3124679 | 1,064 | 2,123 |
Akıncı Üssü davasının gerekçeli kararı açıklandı
Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) darbe girişimi sırasında komuta merkezi olarak kullanılan Akıncı Üssü'ndeki eylemlerine ilişkin 26 Kasım 2020'de verilen hükmün gerekçesi açıklandı.
Ankara
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesince, 26 Kasım 2020'de hüküm verilen davanın, 365'i tutuklu, 104'ü tutuksuz, 6'sı yakalamalı sanıkları hakkındaki gerekçeli karar taraflara tebliğ edildi.
Mahkeme Başkanı Selfet Giray, üye hakimler Ömer Ünal ve Erhan Karakaya'nın imzasının yer aldığı gerekçeli karar, 9 bin 204 sayfa tuttu.
Darbe girişiminin, elebaşı Fetullah Gülen ve yanındaki sözde tepe yöneticileriyle anlık iletişim halinde olan Akıncı Üssü'ndeki sivil imamlar Adil Öksüz, Kemal Batmaz, Hakan Çiçek, Nurettin Oruç ve Harun Biniş'in talimatıyla gerçekleştiği vurgulandı.
Gerekçeli kararda, FETÖ'nün anayasal düzeni değiştirerek, örgüt ideolojisine uygun, sözde cemaat zümresine dayanan, milli olmayan, gayrimeşru bir iktidar oluşturmayı amaçladığı belirtildi.
Kararda ayrıca darbe girişimini yöneten siviller Kemal Batmaz'ın Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Nurettin Oruç'un Jandarma Genel Komutanlığı, Hakan Çiçek'in Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Adil Öksüz'ün de TSK imamı olduğuna dikkat çekildi.
Darbe girişiminin başlamasıyla Akıncı Üssü'ndeki darbeci pilotların savaş uçaklarıyla Ankara ve İstanbul'da alçak uçuş yaptıkları hatırlatılan kararda, bu pilotların bombalı saldırıları sonucundan 77 sivil/kamu görevlisinin şehit olduğu, 206 kişinin de yaralandığı aktarıldı.
Hüküm
Gerekçeli karar göre darbe girişimini Akıncı Üssü'nden yöneten örgütün "sivil imamları" Kemal Batmaz, Hakan Çiçek, Harun Biniş ve Nurettin Oruç ile eski İncirlik 10. Tanker Üs Komutanı eski tuğgeneral Bekir Ercan Van, Hava Kuvvetleri Harekat Merkezini ele geçirmeye çalışan eski tuğgeneral Kemal Mutlum, eski Hava Kuvvetleri Komutanlığı Lojistik Başkanlığı Sistemler Daire Başkanı tuğgeneral Recep Sami Özatak, Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığının başında bulunan eski tuğgeneral Aydemir Taşçı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Genel Sekreteri eski albay Veysel Kavak, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Genel Sekreter Yardımcısı eski kurmay albay Ali Durmuş, dönemin 141'inci Filo Komutanı eski yarbay Hakan Karakuş, dönemin 143'üncü Filo Komutanı eski binbaşı Mustafa Azimetli, TBMM'yi bombalayan eski pilot yarbay Hasan Hüsnü Balıkçı, darbe girişiminde Ankara'da F-16 ile ilk uçuşu gerçekleştiren eski binbaşı Mehmet Fatih Çavur, dönemin 143'üncü Filo harekat subayı eski binbaşı Ali Karabulut, üssün harekat plan subayı olan eski binbaşı Murat Bicil, TBMM, TÜRKSAT ve Polis Özel Harekat Dairesini bombalayan eski pilot yüzbaşı Hüseyin Türk, F-16'lara bombalama talimatlarını ileten eski yüzbaşılar Mustafa Mete Kaygusuz ve Ahmet Tosun, "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs", "Cumhurbaşkanına suikast" ve 77 kişinin şehit edilmesine ilişkin toplam 79'ar kez ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırıldı.
Bu sanıkların tamamı, 198 kişiye ilişkin "kasten öldürmeye teşebbüs", 22 kişiye yönelik "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" ve 1 kişiye yönelik "kişiyi hürriyetinden yoksun kılmaya teşebbüs" suçlarından da toplam 3 bin 901 yıl 6'şar ay hapis cezasına mahkum edildi.
Hüseyin Türk ile aynı uçakla Polis Özel Harekat Başkanlığını bombalayan eski pilot yüzbaşı Uğur Uzunoğlu 45 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1170 yıl, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Kavşağı'nı bombalayarak 15 kişiyi şehit eden eski pilot üsteğmen Müslim Macit 16 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 283 yıl 6 ay, Emniyet Genel Müdürlüğü Havacılık Dairesi Başkanlığında 7 polisi şehit eden eski pilotlar yüzbaşı Ertan Koral ve üsteğmen Mehmet Çetin Kaplan'a 8'er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 90'ar yıl hapis cezası verildi. Kaplan, ayrıca "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçundan 22 yıl 6 ay hapis cezası aldı.
Ankara Emniyet Müdürlüğü'nü bombalayarak 2 kişiyi şehit eden eski pilotlar yüzbaşı İlhami Aygül, üsteğmenler Mehmet Yurdakul ve Mustafa Özkan'a 3'er kez "ağırlaştırılmış müebbet hapis" ve "kasten öldürmeye teşebbüs" suçundan 648'er yıl hapis cezası verildi.
Üst sınırdan ceza veren mahkeme heyeti, sanıklar hakkında takdir indirimi uygulamadı.
Birden fazla ağırlaştırılmış müebbet alanlar
Sanıklar Fatih Yarımbaş, Cengiz Atak, Efrail Saltabaş, Ümit Şeker, Mustafa Balcı, Erdoğan Durgun, Kağan Polat, Özay Cödel, Ferat Erten, Hamdi Çıplak, Yücel Özcan, Erdinç Kurt, İrfan Altuntaş, Mutlu Ferik, Ahmet Çamoğlu, Murat Kale, Abdullah Demir, Murat Tekin, Emre Karaarslan, Süleyman Mert'e, "anayasal düzeni ihlale teşebbüs" suçundan 1'er kez, "nitelikli kasten öldürme" suçundan ise 8'er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Bu sanıklar, "nitelikli kasten öldürmeye teşebbüs" suçundan ise 1548'er yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca Yarımbaş'a, "kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmaya teşebbüsten" 7 yıl 6 ay daha hapis verildi.
Akıncı Üssü nizamiyesinde darbeye direnen 9 kişiyi şehit eden sanık eski albay Ali Erarslan, "anayasal düzeni ihlale teşebbüs" suçundan 1, "kasten adam öldürmek" suçundan ise 9 olmak üzere toplam 10 kez ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildi. Eraslan, ayrıca 86 kişiyi "nitelikli kasten öldürmeye teşebbüs" suçundan da 1548 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Sanıklar Oğuz Alper Emrah ve İlker Hazinedar'a "anayasal düzeni ihlale teşebbüs" ve "Cumhurbaşkanına suikast teşebbüsü" suçlarından 2'şer kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi.
Sanıklar Halil Burak Balcı, Mustafa Zelbey, Işın Ceylan, "anayasal düzeni ihlale teşebbüs" ve "kasten adam öldürme" suçlarından 2'şer kez ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edildi.
Bir kez ağırlaştırılmış müebbet alanlar
Sanıklar İbrahim Gerboğa, Abdullah Erdoğan, Ferhat Keten, Ozan Turanlı, Selçuk Yavuz, Yunus Emre Hoşoğlu, Hüseyin Mermer, Orhan Kuzucu, Mustafa Avşar, Melih Albayrak, Fatih Kaya, Resul Metin, Mehmet Zahid Çelik, Ahmet Oğuzhan Yıldız, Kadir Saraç, Hüseyin Demiral, Mehmet Ali Taşkıran, Bünyamin Özbek, Hasan Saltan, Seyyit Hamza Taştan, Cemal Akyıldız, Erhan Baltacıoğlu, Engin Yetgin, Yaşar Keskin, Metin Bilgici, İdris Aksoy, Osman Doğan, Özcan Murat Doğan, Ahmet Özdemir, Ceyhan Karakurt, Selahattin Yorulmaz, Mustafa Konur, Yücel Canbolat, Adem Kırcı, Yavuz İstek, İbrahim Yozgat, Erdem Erdoğan, Fatih Şen, Aziz Ersel Emanet, Yıldıray Korkmaz, Gökhan Karabacak, Murat Fırat, Mevlüt Öncel, Mustafa Özel, Hasan Alp Koruyucu, Fatih Koçak, Aykut Gündüz, Muhammet Saka, Muhammet Kıvrak, Gökhan Maldar, Mehmet Fatih Özkan, Murat Karakuş, Mustafa Ertürk, Alparslan Şahin, Hüseyin Aslanbay, Yılmaz Bahar, Fatih Suçatı, Göksel Bayram, Yunus Dağcı, Ramazan Dede, Yücel Lökeşe, Sinan Turğan, Fatih Pancar, Zeki Güngör, Ali Murat Karakaş, Semih Özçelik, Hasan Çalmaz, Fatih Aydemir, Sezer Gülşen, Mesut Güney, Burak Kolukısa, Ali Uçar, Mustafa Kozak, Ömer Vurgun, Fatih Özcan, Köksal Demirtuğ, Abdüssamet Kara, Hamza Karaduran, Gökhan Gerboğa, Oğuz Haksal, Kenan Comart, Fatih Kahraman (Ahmet oğlu), Mehmet Veske, Yakup Yiğit, Mustafa Turgay, Şahin Karatekin, Abdurrahman Ökmen, Timurcan Ermiş, Murat Yılmaz, Oktay Esen, Halil Kumcu, Tuncer Nergiz, Ertuğrul Özdemir, Cumali Pusat, Bülent Kaya, Fatih Yapıcı, Murat Çakır (Fethi oğlu), Murat Çakır (Ahmet oğlu), Muratcan Işık, Nevzat Bilir, Burak Ceylan, Selahaddin Yıldız, Ersin Eryiğit, Ümit Erim, Burak Kuru, Mehmet Ceylan, Murat Çınar, Ömür Yongacı, Bircan Ermaya, Oğuz Kağan Ayran, Süleyman Ekşi, Uğur Akyılmaz, Eren Kaçgan, Celal Onat, Suat Fatih Karadağ, Abdullah Berşah Kül, Fatih Kahraman (Besim oğlu), Emin Albayrak, Ahmet Bahadır Özmen, Ömer Faruk Alp, Safa Sefer Güleroğlu, Ünsal Canboğa, Muhammed Süheyl Serdaroğlu, Melih Döner, Sinan Alvur, Sinan Öztürk, Taner Doğan, Yunus Kılıçaslan, Eyyüp Ergül, Mehmet Köse, Kadir Bekmez, Ali Rıza Eken, Mehmet Güngör, Mustafa Bağatur, Telat Aktaş, Mehmet Oruç, Sabahattin Tigu, Selim Hakan Taş, Özgür Ötkün, Engin Yüksel, Hasan Kepez, Halil İbrahim Güçlü, Mustafa Karadere, Samet Avşar, Onur Ünal, İbrahim Yılmaz, Coşkun Bardakçı, Enes Taştan, Nihat Çırakoğlu, Mehmet Feyzi Ünal, Furkan Öztürk, Mesut Aşkın, Özer Zeren, Hüseyin Polatçı, Kamil Çetin, Raşit Öksüz, Okan Ayday, İsmail Küçükberber, Yasin Tuncar, Zekeriya Kaleli, Şevket Aydemir, Şuayip Aksoy, Muhammet Osman Haktanır, Murat Yazıcı, Ekrem Malkoç, Kadir Okur, Emre Sakarya, Zeynel Abidin Öztürk, Emre Vurmaz, Faruk Solmaz, Hamza Beyret, Veli Karakuş, Mesut İleru, Mehmet Fatih Canal, Mehmet Özçete, İbrahim Halil Kaya, Fatih Koç, Osman Bekar, Günay Köroğlu, Berat Ölçer, Mehmet Kaya, Adem Emiroğlu, Mesut Bayar, Adem Çakır, Orçun Kuş, Eyüp Bahadır Pekince, Yavuz Çam, Ferdi Evcimik, Osman Yılmaz, Erhan Gazioğlu, Hasan Kargın, Hızır Özyuva, Fatih Akbulut, Devrim Ağırağaç, Bülent Toygar, Mesut Baytürk, Muhammet Emrah Kuzu, Recep Ünal, Volkan Boy, Osman Nuri Gür, Kemal Akçınar, Fikri Özgür, İlhan Karasu, Devrim Orhan, Ayhan Çatıkkaya, Mesut Yurtdan, Gökmen Tarhan, Tunahan Özarslan, Eyüp Has, Mustafa Aydın, Yunus Şahin, Mehmet İhsan Akça, Fatih Aslantaş, Mesut Açıkgöz, Halil İbrahim Özdemir, Eren Çalışkan, Ercan Dağhan, Ekrem Kandur, Mahmut Sil, Zübeyir Güler, Alper Kalın, Uğur Bozkurt, Murat Gümüş, Osman Sivlim, Ali Soylu, Hasan Baysar, Mehmet Cantürk, Ali Tiryaki, Tuğrul Fikret Duran, Harun Olgun, Onur Kahveci, Selim Tosun, Timur Özgen, Abdulbaki Ayday, İlhami Yıldız, Veli Bilgin, Ali Pehlivan ve Hüseyin Yılmaz "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan 1'er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
46 sanığa müebbet hapis
Sanıklar Mert Keskin, Serdar Gülbaş, Ertuğrul Dinçer, Metin Çerkezoğlu, Caner Çamoğlu, Abdullah Özbekler, Adem Gül, Erkan Muzafferiyet, Fahri Yavuz, Muhammed Muzaffer Durmaz, İbrahim Koçak, Gökhan Yakut, İsmail Keskin, Habip Sarıahmetoğlu, Mustafa Erez, Merve Duğan, Lale Işık, Nazif Baysal, Buğra Baldan, Harun Nihat Aşık, Enes Coşkunçay, Ertuğrul Güven Birlik, Ahmet Sarıkaya, Feyyaz Karakaş, Can Kaya, Tahir Neşet Öncü, Aydın Nevzat Özkan, Mustafa Ertuğrul, Fahri Ünver, Ramazan Cingöz, Yavuz Selim Özberk, Bekir Dirmit, Celal Keçelioğlu, Bünyamin Bozkurt, Abdullah Can, Ahmet Tarık Kaya, Erkan Durmuş, Olgun Acuce, Mustafa İlleez, Mehmet Teoman Kalmaz, Ahmet Ufuk Yener, Murat Altay, Kübra Arpaguş, Sedat Koçyiğit, Yahya Baştan ve Mikail Tığcıoğlu ise "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçundan birer kez müebbet hapse mahkum edildi.
Ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet hapse çarptırılan sanıklardan bazılarına, ayrıca "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçundan da 7 yıl 6 ay ile 120 yıl arasında değişen hapis cezası veridi.
Darbeye yardımdan ceza alanlar
Sanıklar Uluç Hüseyin Hançer, Raif Can Dursun, Ertuğrul Cihat Sungur, Yıldırım Kılıçarslan, Hakan Doğan ve Ali Mert Tüfekçi "anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım" suçundan 16 yıl 8'er ay, sanıklar Aydın Gündüz, Necip Yılmaz, Ferhat Akbulut, Harun Eraslan, Ercan Dursun, Abdullah Emre Sandık ve Emre Ateş aynı suçtan 16'şar yıl, Münir Işık, Mustafa Can Mengül, Zafer Güner, İbrahim Mesut Yılmaz ve Hamza Aras 13 yıl 4'er ay, Burak Deniz ise 12 yıl 6 ay hapse mahkum edildi.
Veli Bilgin ve Ali Pehlivan "Cumhurbaşkanına suikaste teşebbüse yardım" suçundan 16'şar yıl hapse mahkum edilirken, Ertuğrul Cihat Sungur'un "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçundan 10 yıl hapisle cezalandırılması kararlaştırıldı.
Mustafa Altunay ve Fatih Arslan hakkındaki kamu davaları kesin hüküm nedeniyle reddedildi, "Cumhurbaşkanına suikast" suçundan yargılanan Hüseyin Yılmaz'ın ise beraatine karar verildi.
Sanıklardan 41'i hakkında "silahlı terör örgütüne üyelik" suçundan 6 yıl 3'er aydan 9'ar yıla kadar mahkumiyet veren mahkeme heyeti, 70 sanık hakkında beraate hükmetti.
FETÖ elebaşı Fetullah Gülen, Akıncı Üssü'nde darbeyi yöneten "sivil imamlardan" firari Adil Öksüz ile Serkan Aydın, Ahmet Sürmen, Halit Çetin ve Fatih Arık'ın dosyalarının ise ayrılması kararlaştırıldı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/akinci-ussu-iddianamesi/akinci-ussu-davasinin-gerekceli-karari-aciklandi-/2302100 | 5,830 | 11,936 |
Analiz
Terör örgütü DEAŞ ve PKK'nın bölgedeki petrol sahaları, petrol hatları ve elektrik taşıma hatları gibi enerji yatırımlarını hedef alması Irak'ın uluslararası ekonomik işbirliklerini akamete uğratabilir.
Soykırımın faturası: İsrail ekonomik darboğaza doğru sürükleniyor
Soykırımın faturası: İsrail ekonomik darboğaza doğru sürükleniyorİsrail'in işkence üssü Sde Teiman'da neler yaşanıyor?
Gazze'den serbest bırakılan tutukluların ifadelerine göre, işgal güçleri onları soydu ve İsrail ordusuna bağlı polis köpekleri tarafından korkunç ve korkutucu cinsel istismara maruz bıraktı.
Diplomasi tarihinin utanç belgesi: Balfour Deklarasyonu
Başkasına ait bir toprağı yine başkasına vermeyi taahhüt eden ve benzeri olmayan bu deklarasyon, diplomasi tarihinin en utanç verici belgesi olma özelliğine sahiptir.
Amerikan siyasetinde dizginler Yahudi lobisi AIPAC'in elinde
Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi, Amerikan tarihinde yabancı bir ülkenin çıkarlarını temsil eden açık ara en güçlü lobidir. Kongre'de çok az kişi AIPAC'i açıkça tartışır ancak herkes onun siyasi gücünün tamamen farkındadır.
Dışişleri Bakanı Fidan'ın Mısır ziyareti ve bölgesel dinamikler
Bakan Fidan'ın Mısır'a gerçekleştirdiği ziyarette temel gündem maddeleri arasında ikili ilişkiler bulunurken İsrail merkezli krizin çözümü, Libya'daki gelişmeler, Sudan ve Somali başta olmak üzere Afrika kıtasına ilişkin güvenlik konuları ele alındı.
Müslümanlara saldırılar, dezenformasyon, yanlış politikalar: İngiltere'de neler oluyor?
Sosyal medya, bot hesaplar tarafından desteklenen aşırı sağcı grupların, kaygı ve endişe uyandırarak güvensizlik ve düşmanlık ortamı yaratmalarına olanak tanıyor. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz | 820 | 1,668 |
Analiz-Filistin
Heniyye suikastı: İsrail siyasi çözümü engellemeye çalışıyor
Heniyye suikastı: İsrail siyasi çözümü engellemeye çalışıyorANALİZ- Refah Sınır Kapısı'nı kim yönetecek?
Refah Sınır Kapısı'nın yönetimine yönelik devam eden müzakereler potansiyel bir ateşkes sürecini hızlandırabileceği gibi bu müzakerelerin başarısız sonuçlanması savaşın şiddetini artırabilir.
GÖRÜŞ - İspanya UAD davasına müdahil oluyor: Politik baskı artıyor
İspanya ve diğer Batılı devletlerin Güney Afrika'nın İsrail'e karşı açtığı soykırım davasının hukuki, politik ve ahlaki ağırlığını artırması bekleniyor.
GÖRÜŞ - Filistin-İsrail müzakereleri yahut İsrail'in "kolonyal kördüğümü"
İsrail'in Gazze'deki temel emeli 10 yıllardır yaptığı gibi Batılı uluslararası toplumun önemli bir bölümünü arkasına alarak söylemde Filistinlilere devlet vaat edip fiiliyatta onların yaşam alanlarını daraltma politikasını sürdürmektir.
GÖRÜŞ - Biden, İsrail uğruna koltuğundan vazgeçecek mi?
Gazze'deki katliamın ABD tarihindeki en gergin seçimlerden biri olan 2024 seçimlerine denk gelmesi seçim denklemini biraz zorlayacak gibi duruyor. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-filistin | 586 | 1,107 |
İstanbul
İSTANBUL - Mehmet Öztürk
20. yüzyılın son çeyreği iki önemli gelişmeye şahit oldu: Birisi İran'da gerçekleşen İran 'İslam Devrimi' ve Şah'ın devrilip ülke dışına çıkarılması, diğeri ise Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından 38 yıl önce bugün işgali ve Afganlıların direnişi sonunda yenilerek çekilmesi.
Her ikisinin de bölgesel ve uluslararası bazda uzun erimli etkileri oldu.
Afganistan aslında 19. yüzyılda da “Büyük Oyun” aktörleri arasında kalmıştı. Kuzeyden Çarlık Rusya'sı güneye doğru inerken, güneyden de İngilizler kuzeye doğru ilerliyordu. Afganlılar bağımsızlıklarını korumak için İngilizlerle savaşmak durumunda kaldılar ve dönemin süper gücü İngilizleri barışa zorladılar. İngilizlerin 1947'de Hint Alt Kıtası'ndan çekilmelerinin ardından, güneydeki tehdit bitti ama kuzeydeki tehdit kabuk değiştirip Sovyetler Birliği'ne (1922-1991) dönüşerek devam etti.
Sovyetlerin başlangıçta ilişkileri Afganistan ile dostça idi. Afganistan'ın bağımsızlığını tanımalarının arkasından birçok sahada yatırım yapmaya başladılar. 1950'li yıllarda Serdar Davut'un başbakanlığı döneminde ilişkiler çok güçlendi, altyapıya çok yatırım yaptılar. Öyle ki bugün bile Afganistan'ın birçok yerinde o dönem altyapısı ayakta duruyor.
Serdar Davut'un Kral Zahir Şah aleyhine, o yurtdışında iken gerçekleştirdiği darbe ile Sovyetler Afganistan'da güç koridorlarına daha yakın olmaya başladılar. Rusya Federasyonu Afganistan özel temsilcisi Zamir Kabulov, Davut darbesinin kendileri için de sürpriz olduğunu söylüyor. Ancak onun etrafındaki subayların Sovyet yanlısı olduklarını kabul ediyor.
Daha sonra Davut'un Moskova yanlısı subayları etrafından uzaklaştırması Sovyetler tarafından “yeni bir uluslararası oyuna başlamak” olarak değerlendirildi. Yani Davut “Soğuk Savaş” döneminde kamp değiştirmek istiyordu ve bu Sovyet yetiştirmesi askerler tarafından bir askeri darbe ile önlendi, Davut tüm ailesi ile birlikte yok edildi.
Ama sorun bitmedi; Sovyet yanlısı Afgan liderler kendi aralarında da çekişiyorlardı. Davut'a darbe yapan Nur Muhammed Taraki ve Hafizullah Emin bu çekişmelerde hayatlarını kaybettiler. Sovyetler Birliği 27 Aralık 1979'da Babrak Karmal'ı işbaşına getirirken fiili olarak da Afganistan'ı işgale başladı.
Afganistan işgalinin hedefleri
Sovyetlerin Afganistan'ı neden işgal ettiği çok tartışıldı. Sorunun en kolay cevabı Rusların asırlara sari hedefi “sıcak sulara inmek” idi. Bunu Güney Asya'daki ABD çevrelemesini yarmak olarak da okuyabiliriz. Ancak, Afganistan'da işlerin ters gitmesi ve bölgede meydana gelen jeopolitik ve stratejik gelişmeleri de bu noktada yabana atmamak gerekiyor. Belki de Ruslar yeni bir “Büyük Oyunda” ön almak ve “önleyici” adımlar atmak istediler.
Serdar Davut'a karşı 27 Nisan 1978 de yapılan ve “Sevr devrimi” olarak bilinen darbe sonrası Afganistan'da işbaşına gelen komünist rejim, halkın dini ve geleneksel dokusu ile radikal bir biçimde oynamaya kalkıştı. Bu halkın ayağa kalkmasına yetti. Ülke çapında isyanlar çıktı. İdareyi ele alan komünist yönetim kendi içinde tasfiyelere başladı. Hafızullah Emin, Taraki'yi tasfiye etti, Sovyetler kendisine fazla da güvenmedikleri Emin'i, doğrudan bir diğer askeri darbe ile tasfiye edip Babrak Karmal'ı işbaşına getirdiler.
Aslına bakılırsa Sovyetler, Afganistan'a verdiği bunca emeğin Taraki'nin radikal reformları ile berhava olmasını istemiyordu. Kabulov'a göre Musaddık darbesi sonrasında Afganistan, Ruslar için stratejik açıdan “çok daha önemli bir konuma” gelmişti. Bu yüzden Sovyetler, Afganistan'ın dostluğunu kazanmak için yüklü yatırımlar yapmıştı. Taraki rejimi sonrası halkın ayağa kalkması ile birlikte tüm kazanımlar elleri arasından kayıp gitmekte idi. Belki de bu durum Sovyetlerin yüksek nüfuz altında tutma politikalarını işgale çevirmelerine sebep olmuştu.
Belki de “yenilmez” diye nitelenen “Kızıl Ordu”nun kısa sürede işleri yoluna koyacağına inanıyordu o dönemki Sovyet liderliği.
Afgan halkının direnişi planları bozdu
Ancak işler beklendiği ve umulduğu gibi gitmedi. Yerli komünistlere karşı ayağa kalkan Afganlılar yabancı asker postallarını topraklarında görmekten öteden beri hiç hazzetmezdiler. Güneyden kuzeye ve kuzeyden güneye istila yolu üzerinde bulunan Afganlılar bu duruma alışkın idiler. İstilacı ve işgalciler ne kadar güçlü olursa olsunlar kavgalarını zamana yayıp, düşmanlarını yıpratıp alt etmeyi bilirlerdi.
Sovyet işgali, halk kıyamını güçlendirdi, ayaklanma tüm ülkeyi sardı.
Bu arada başka bir faktör, katalizör görevi gördü:
Serdar Davud darbesi öncesinde üniversitelerde yeni yeni palazlanmaya başlayan “Müslüman Gençler” hareketi liderlerinin çoğu darbe sonrasında komşu genç Pakistan'a sığınmışlar, Pakistan da bu heyecanlı gençlerle birlikte sınır anlaşmazlığı yüzünden zaman zaman savaşın eşiğine geldiği Afganistan için bir istikrarsızlaştırma enstrümanı elde etmişti. Hatta bu enstrümanı Davut aleyhine kullanmış ama başarısız olmuştu.
İlerleyen dönemlerde Sovyet direnişinin temel taşları haline gelecek Hikmetyar, Rabbani, Mesut, Sayyaf gibi liderler ve Cemiyeti İslami, Hizbi İslami gibi örgütler, Pakistan istihbaratı ISI ve daha sonra da CIA için Afganistan'daki komünizm ve Sovyetler karşıtı ayaklanma büyük bir fırsat oldu.
Çoğunluğu Körfez ülkelerince sağlanan paralarla Çin'den satın alınan silahlar ülkeye akmaya başladı. Durand Hattı olarak da bilinen 2 bin 430 kilometrelik engebeli bir coğrafyaya sahip Afganistan-Pakistan sınırını kontrol etmek mümkün olmadığı için Sovyet-Afgan savaşı boyunca, her geçen yıl biraz daha da sofistike olarak silahlar girmeye devam etti.
Hatta şu da ifade edilebilir: O kadar çok silah akıyordu ki, Sovyetlerin çıkması artık belli olduktan sonra Afganistan'a sevk edilecek silahların depolandığı başkent İslamabad'a yakın Uçri askeri kampına sabotaj yapıldı ve binlerce füze ikiz şehirler olarak bilinen Revalpindi ve başkent İslamabad semalarında patladı. Yüzden fazla insan hayatını kaybetti. Resmi kaynaklar bir kaza oldu dediler ama soruşturma raporları açıklanmadı, açıklayacağım diyen bir başbakan görevden alındı.
'Yenilemez Kızıl Ordu' batağa saplandı
Afganistan-Sovyet savaşı ile birlikte “Cihad” ve “Mücahid” kavramları uluslararası medyanın da büyük katkılarıyla dolaşıma girdi. Kavramlar Afgan halkının kendi kavramları idi ama “komünist” işgale karşı İslam dünyasında farkındalık oluşturabilmek için dolaşıma sokuldu. Sovyet işgalinin sona ermesinden sonra ise yine aynı uluslararası medya tarafından bu kavramlar şeytanlaştırıldı.
Sovyet işgalinin ne kadar süreceği ve sonuçlarının ne olacağı fazla kestirilemediğinden olsa gerek Müslüman ülkelerden gençlerin Afganistan'a savaşa gitmesi özellikle Körfez ve Arap ülkelerinde teşvik edildi. Yüzlerce hatta binlerce genç Afgan Cihadına katıldılar.
Bu gençlerin bir kısmı Afganistan'da "şehit" oldu. Bir kısmı savaşın bitmesinin ardından ülkelerine döndü. Bir kısmı başka çatışma bölgelerine yönlendiler. Afganistan'da kalan büyük bir kısmı ise Taliban'ın ABD ve kuzey güçleri tarafından tasfiyesi esnasında, önde gelen Mücahit liderlerinden birinin ifadesiyle, kapana kıstırılıp imha edildiler.
Şu da var ki, Afgan savaşına bu katılımlar daha sonra dünyada birçok noktada el-Kaide ve benzeri, hatta DEAŞ gibi örgütlerin kurulmasının tabanını oluşturdu. Burada bir noktaya açıklık getirmekte fayda var: “Afgan Araplar” olarak bilinen gruplar, Afgan Cihadına katıldılar ama el-Kaide ve benzeri örgütlerin ortaya çıkması savaşın sonlarındadır. Hatta teşkilatlanmalarını Sovyet çekilmesi sonrasında tamamlamışlardır.
Afgan-Sovyet savaşı 9 yıl bir buçuk ay devam etti. Ruslar ilk birkaç yılda Afganistan'da batağa saplandıklarını anlamışlardı. 1982 yılında Birleşmiş Milletler aracılığıyla Mücahitlerle dolaylı görüşmelere girdiler. "Yenilemez Kızıl Ordu" Hindikuş Dağlarında yıkıcı bir yenilgi almıştı. Uluslararası güçlerin de arabuluculuğu ile Sovyetler Afganistan'dan çekilmeye başladılar ve son Rus askeri 15 Şubat 1989 da Afganistan'dan çıktı.
Savaşın yol açtığı büyük tahribat
Dokuz yıldan birkaç ay fazla süren savaşın her iki tarafa için de korkunç yıkımları oldu. Sovyetler Birliği resmi rakamlarına göre Kızıl Ordu Afganistan'da Rus resmi rakamlarına göre 13 bin 621 asker kaybetti. Yani resmi rakamlara göre her gün 4 Rus askeri öldürülüyordu. Savaşta yaralanan, sakat kalan ve hasta olan asker sayısı ise 470 bin kişi civarında idi. On yıllık savaşta 620 bin Sovyet askeri Afganistan'a ayak basmıştı.
Zayiatlar sadece bununla da sınırlı değildi. Yine resmi rakamlara göre Ruslar 451 helikopter ve uçak, 147 tank, 443 top ve diğer maddi zayiatlar Sovyetleri hem askeri ve hem de ekonomik olarak çökertti. Savaşın getirdiği milyarlarca dolarlık savaş yükü Sovyetlerin belini bükmüştü. Sovyetler Birliği bu savaşın ardından zaten fazla yaşamadı.
Can ve mal kaybı oldu ama Sovyetler Birliği'nin kaybettiği en önemli değer saygınlığı, prestiji oldu. Batı dünyasının korkulu rüyası, maddi ölçütlerle dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biri olan Afganistan'da yenilgiye, hatta büyük bir hezimete uğramıştı. "Süper Güç" Afganistan'da kartondan bir aslana dönüşmüştü.
Mücahitler savaşı kazanmışlardı ama onların tarafındaki yıkım ise çok daha vahimdi. Bir milyon üzerinde "şehit", yüz binlerce dul ve yetim. Ülke nüfusunun üçte biri göçmen oldu. Altyapı tamamen bitti, zaten dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biri olan ülke, büyük bir yıkıma maruz kaldı. En önemlisi de istikrar ve huzurun kaybolmasıydı. Sovyet işgali sonrası iç savaş, Taliban'ın ortaya çıkması ve el-Kaide ve bilahare 11 Eylül eylemlerini bahane ederek başka bir süper gücün Afganistan'ı işgali ile birlikte bu huzur ve istikrar zaten hiç geri gelmeyecekti.
Afganistan'da dönemin süper gücüne öldürücü bir darbe mesabesindeki savaşın nasıl kazanıldığı ile ilgili yaygın tartışmalar var.
Öncelikle savaşı kazanan Afgan halkının bizzat kendisidir. Canıyla ve kanıyla bu zafere imzasını atmıştır. Ülke nüfusunun neredeyse 15'te biri savaşta hayatını kaybetmiş, 3'te biri yurtdışında sığınmacı konumuna düşmüştür. Yüzbinlerce kişi sakat, yüzbinler dul ve yetim kalmıştır.
Savaş seyri içerisinde Amerika ve yandaşlarının "Mücahitlere" maddi ve askeri yardımları yadsınamaz olsa da ABD'nin verdiği karadan havaya stinger füzeleri ile Sovyet savaşının kazanıldığı iddiası bir efsanedir. ABD uçaksavar füzeleri vermeye başladığında savaş zaten Afganlılarca kazanılmış durumdaydı. Stinger verilmesi, Sovyetlerin daha da fazla yıpratılması ve savaş parsasının toplanılmasına yönelikti.
Diğer taraftan Kızıl Ordu, stinger faktörünü göz önüne alarak savaş stratejisinde jetlerle füze menzili dışından havadan karaya füzelerle bombalamalar ve helikopterleri alçak uçurma gibi önemli değişikliklere girmişti.
Sovyet-Afgan savaşının önemli ve hatta devir değiştiren neticeleri oldu:
Sovyet-Afgan savaşı gibi görünen ama özünde İslam-Komünizm ideolojik kavgası olan savaşı, kapitalist dünyanın Komünistlere karşı Afganlılara güçlü desteğini göz ardı etmeden, İslam kazandı. Böylece, 20. yüzyılın son çeyreğinde "Soğuk Savaş"ın iki süper gücü de İslam'a karşı kaybettiler: Önce kapitalizmin temsilcisi ABD İran'da, sonra komünizmin temsilcisi Sovyetler Birliği Afganistan'da Müslümanlara karşı kaybetti.
İslam alternatif bir ideoloji ve dünya görüşü olarak tüm dünyada gündeme geldi. Ancak, daha sonraki sürecin iyi yönetilememesi ve dışarıdan manipülasyonlar İslam'ın alternatif bir hayat tarzı olarak dünya insanının gündemine gelmesi şöyle dursun terörle birlikte anılması ve İslam düşmanlığını beraberinde getirdi.
Modern bir komünist imparatorluk olan Sovyetler Birliği'nin tabutuna son çivi Afganistan'da çakıldı. 1922'de Çarlık Rusyası'nın yerini alan Sovyetler Birliği 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan "Soğuk Savaş" döneminin iki süper gücünden birisi oldu. Nükleer silahlar da dâhil dünyanın en büyük askeri gücü idi. Afgan savaşı sonrasında Sovyet Bloğu çöktü ve dağıldı. "Komünist İmparatorluk" egemenliği altındaki birçok ülke bağımsızlığını kazandı. Orta Asya cumhuriyetleri de bağımsızlıklarını kazandılar. En önemlisi "Soğuk Savaş" dönemi kapandı. Amerika tek süper güç olarak ortada kaldı.
Afgan halkının dramı halen sürüyor
İroniktir ama Sovyetlerle Afganlar savaşmış bundan en kazançlı çıkan Amerika olmuştu.
Bir devri kapayıp bir devri başlatan Sovyet-Afgan savaşının en trajik boyutu ise, canları ve kanları pahasına, ilkel imkânlarla dünyanın en büyük askeri gücüne kafa tutan, onu perişan eden ve çökerten Afgan halkının, bu savaştan hemen herkes istifade etmiş olmasına rağmen hemen hiç fayda görememiş, büyük zararlara uğramış olmasıdır.
Sovyet savaşı ile birlikte huzur ve istikrarını, dirlik ve düzenini, bir milyondan fazla insanını kaybetmiş olan Afgan halkının dramı hala sürmektedir.
Sovyetlerin çekilmesi ardından iç savaşa tutuşan, daha sonra Taliban'ın hakimiyeti altına giren ülke, 11 Eylül hadislerinin ardından ABD öncülüğünde NATO müdahalesine maruz kaldı ve an itibarıyla ABD'nin tarihinde kesintisiz süren en uzun savaş alanı konumuna geldi ve kısa bir sürede bitecek izlenimi vermiyor hatta yeni bir vekalet savaşının emarelerini taşıyor.
ABD'nin varlığından ve daha da önemlisi ABD'ye tam 9 askeri üs kurma hakkı veren Afganistan - ABD İkili Güvenlik Anlaşması'ndan rahatsız olan Ruslar, yeniden Afganistan'a ilgi duymaya başladı ve Taliban ile ilişkilerini, ne düzeyde olduğu hariç, gizleme gereği dahi duymuyorlar. Taliban'ı, “bugün geldiği nokta itibariyle büyük ölçüde yerel bir güç” olarak tanıyorlar.
Bugün 27 Aralık 2017, Sovyet İşgalinin 38. yıl dönümü. Geçtiğimiz yıl bugünlerde, Moskova'da Rusya Federasyonu'nun Afganistan özel temsilcisi Zamir Kabulov, AA'ya uzun bir mülakat vermişti. Kabulov, “Sovyetlerin Afganistan'ı işgali hata mıydı?” sorusuna “ Evet yanlış bir karardı, hem de iki kere yanlıştı. Birincisi, biz bunu yapmamalıydık, ikincisi ise girdikten sonra hemen çıkmalıydık” cevabını vermişti. [1]
Sonuçlarından da belli olduğu üzere Sovyetler'in Afganistan'ı işgali büyük bir hata idi hatta ölümcül bir hata.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/-afganistan-isgali-olumcul-hatanin-38-yil-donumu/1016149 | 6,854 | 14,053 |
Askeri harekâtların kuvvet çarpanı: İnsansız hava araçları
Zeytin Dalı harakatının kısa sürede başarıyla sonuçlanmasına katkı sağlayan en önemli ürünlerden biri, silahsız ve silahlı insansız hava araçlarıydı (İHA/SİHA).
İSTANBUL - NECDET ÖZÇELİK
Zeytin Dalı harekâtı (ZDH) iki aylık süre zarfında önemli bir zafere imza atıp, PKK/PYD terör örgütünü Suriye'nin kuzeybatısında topraksızlaştırarak, Türkiye'nin önemli bir başarıya imza atmasını sağladı. Milli ve yerli savunma sanayii ürünlerinin sahada etkin bir şekilde kullanılmasının, harekâtın kısa sürede başarıyla sonuçlanmasını sağladığı görüldü. Millilik ve yerlilik konfigürasyonu bakımından harekât etkinliğine katkı sağlayan en önemli ürünlerden biri de silahsız ve silahlı insansız hava araçlarıydı (İHA/SİHA). Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) envanterinde bulunan BAYKAR Makina'ya ait TB2 taktik İHA/SİHA'nın harekâttaki rolü, Türkiye'nin savunma sanayiindeki insansız ve otonom teknolojiye neden eğilmesi gerektiğine işaret ediyor.
2014 yılında yapılan bir araştırmada, ABD'nin 2013 yılında İHA sistemleri için ayırdığı 6,6 milyar dolarlık bütçesinin, 2022 yılında 11,4 milyar dolara çıkacağı öngörülmektedir. Çalışma, sadece ABD ordusunun değil diğer dünya ordularının da harekât sahalarında İHA/SİHA'lardan beklentilerine işaret ediyor. İHA/SİHA'lar askeri operasyonlarda istihbarat, harekat ve kamu diplomasisindeki etkinliği nedeniyle dünyada birçok ülkenin yatırım yaptığı savunma sistemi arasında yer aldı. İHA/SİHA kullanımının harekât etkinliğine yaptığı katkıyı, dört kategoriye ayırmak gerekirse, şu şekilde bir sıralama yapılabilir; (i) harekât alanında dost zayiatını minimum düzeyde tutarak, insan maliyetini azaltması, (ii) yüksek değerli hedefleri başarılı bir şekilde etkisiz hale getirerek, stratejik sonuçlar üretmesi, (iii) terörist unsurların taktik kapasite kullanımlarını baskılayarak, eylem yapma kabiliyetlerini azaltması, (iv) meskûn mahallerde sivili zayiata neden olmadan hassas bir şekilde teröristlerin etkisiz hale getirilmesi.
Rakamlarla TB2'nin Zeytin Dalı harekâtındaki etkinliği
Türkiye de İHA/SİHA'ların yukarıda ifade edilen harekat etkinliğinin tamamından, Zeytin Dalı harekatında istifade etti. TB2'ler harekat boyunca toplam 382 sorti ve 4916 saatlik uçuşla doğrudan 449, dolaylı olarak da 680 olmak üzere toplam 1129 teröristin imhasını sağladı. TSK tarafından 7 Nisan 2018 tarihi itibarıyla, ZDH'nda etkisiz hale getirilen toplam terörist sayısını 3991 olarak açıklandı. TB2'nin doğrudan imha ettiği terörist miktarı, harekât boyunca etkisiz hale getirilen toplam terörist sayısının yüzde 11,2'lik kısmına tekabül ederken, TB2'nin havadan ateş destek vasıtalarına hedef işaretlemek suretiyle imhasına dolaylı olarak katkı sunduğu terörist sayısının toplam etkisiz hale getirilen terörist miktarı içindeki oranı yüzde 17 olarak görüldü. TB2'nin doğrudan ve dolaylı olarak imhasına katkıda bulunduğu toplam 1129 teröristin harekât süresince etkisiz hale getirilen terörist sayısına oranı ise yüzde 28,2.
TB2'in taktik harekât sahasındaki etkinliği, yüksek değere sahip taktik hedeflerin imha edilmesi ve teröristlerin taktik yeteneklerini sınırlandırmasında açıkça görüldü. Terörist unsurlara takviye maksadıyla gelen motorlu konvoyların imha edilmesi, ağır silahların monte edildiği taktik araçların vurulması ve teröristlerin ilerleme, çekilme ve eylem esnasındaki hareketlerine etkili SİHA akınları gerçekleştirildi. Bununla birlikte Afrin ilçe merkezi ve çevresindeki meskûn mahallerde sivillerin tahliyesini engelleyen terörist unsurlar hassas bir şekilde etkisiz hale getirildi.
PKK/PYD'li teröristlerin taktik unsurlarının, arazideki baskın ve pusu eylemlerinde, eylem bölgesine sızma ve geri çekilme süreçlerinde TB2 doğrudan müdahale ile terörist unsurları önemli oranda imha etmeyi başardı. Öte yandan eylem esnasında harekât unsurlarına verdiği doğrudan yakın hava desteğiyle, operasyon birlikleri üzerindeki baskıyı azaltıp, birliklerin taktik avantaj elde edebilmesine imkân sağladı. Bilindiği gibi PKK/PYD'li teröristler, TSK'nın teknik üstünlüğünden kaçınmak için olumsuz hava koşullarında ve zorlu arazi şartlarında saldırı gerçekleştirmeyi tercih etmekte. Teröristlerin aynı stratejiyle 10 Şubat 2018 tarihinde gerçekleştirdiği saldırıda, TB2 bulut altı alçak irtifa uçuşuyla terörist unsurlara saldırı esnasında doğrudan müdahale ederek ve teröristlerin eylem sonrası çekilmeleri esnasında da Hava Kuvvetleri unsurlarına hedef tarif etmek suretiyle harekât sahasında önemli bir görev icra etmiştir. Böylelikle, hem harekât birliklerinin daha fazla zayiat vermesine engel olmuş hem de eylemi gerçekleştiren terörist unsurun tamamına yakınının imha edilmesini sağlamıştır.
İnsansızlaşan ve otonomlaşan sistemlere dönüşüm
TSK, İHA/SİHA'ları Afrin'de harekât alanında genel olarak harekât birliklerinin taktik istihbarat ve ateş destek ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla kullandı. Harekât boyunca İHA/SİHA'lara kazandırılan yarı-otonom yetenekler ve atış kontrol sistemleri entegrasyonu sayesinde, hedefe görünmeden yaklaşılıp hassas vuruşlar yapılarak, harekâtın askeri karar verme süreçlerine olumlu katkısı sağlandı. İnsansız hava araçlarının, harekâtın seyrini ve icrasını, gözle görülür şekilde dönüştürdüğünü iddia etmek de abartı olmaz. Geleceğin düşük ve orta yoğunluklu çatışma ortamlarının da daha az insan gücüyle ve daha fazla insansız ve otonom sistemlerle şekilleneceğine dair çeşitli çatışma tecrübeleri, Afganistan, Irak ve Suriye'de görüldü. TSK'nın da gelecekteki harekât alanlarında sahada daha az harekât gücüne gerek duyacak şekilde İHA/SİHA'ları yaygın olarak kullanacağı beklenmelidir. Bu kapsamda, TSK'nın dünyadaki İHA/SİHA kullanım eğilimine paralel olarak otonom yetenekleri zenginleştirilmiş, havada kalma süreleri uzatılmış, atış kontrol ve mühimmat konfigürasyonları çeşitlendirilmiş daha büyük stratejik platformlara ihtiyaç duyacağını ve Türkiye'deki İHA/SİHA çalışmalarının da bu ihtiyaca cevap verecek şekilde gelişeceği değerlendirilebilir.
TSK uzun süren çalışmaların ardından İHA sistemlerini ilk olarak 1996 yılında envanterinde görebildi. Satın alma veya kiralama yollarıyla tedarik edilen ABD ve İsrail menşeli GNAT 750, Predator ve Heron modeli taktik İHA'lar, Türkiye'ye savunma sanayiindeki kronik bağımlılık sorunlarını yaşatmanın ötesine geçemezken, millileşmenin farkındalığını sağlattı. Yazılım, donanım ve mühimmat konfigürasyonlarının bir arada görüldüğü insansız hava aracı sistemlerinde, yerli savunma firmaları, Savunma Sanayii Müsteşarlığının 2005 yılında başlattığı insansız hava aracı geliştirme süreciyle birlikte, yazılım ve mühimmatın millileşmesi alanında gözle görülür gelişmeler kaydetti. Tasarım firmalarının da millileşme sürecini kısa sürede yakalamak için aynı gayreti göstermesi gerektiği söylenebilir. İHA sistemleri savunma sanayii, tek başına yeterli dönüşümü ifade etmez, bunun için savunma sanayindeki yazılım ve tasarım alanındaki eş zamanlı milli dönüşüm Türkiye'nin savunma kaynaklarının yöntemi için stratejik bir hamle olabilir. Geleceğin insansız ve otonom savunma sistemlerine yatırım yapmak, Türkiye'nin geriden takip ettiği insanlı savunma platformlarının tedarikini terk edip, ürünler geliştirip kullanan ve bunları ihraç eden bir ülke olabilmesi için insansız ve otonom savunma teknoloji alanı stratejik fırsata dönüşebilir.
[Necdet Özçelik SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörlüğü'nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/askeri-harek%C3%A2tlarin-kuvvet-carpani-insansiz-hava-araclari/1122660 | 3,746 | 7,584 |
Avrupa'da yaşanan 'mülteci' krizi değil 'insanlık' krizi
Macaristan'da 2 Ekim'de yapılan ve en çok da AB tarafından eleştirilen referandum teknik anlamda başarısızlıkla sonuçlansa da, sürecin ve ortaya çıkan yüzde 98'lik destek oranının göz ardı edilmesi mümkün değil.
ANKARA
Macaristan'da 2 Ekim'de yapılan ve en çok da AB tarafından eleştirilen referandum teknik anlamda - geçerli olması için gerekli olan yüzde 50 oranını bulamayıp yüzde 43'lerde kaldığı için - başarısızlıkla sonuçlansa da, sürecin ve ortaya çıkan yüzde 98'lik destek oranının göz ardı edilmesi mümkün değil.
Popülist ve korkuya-endişeye dayalı söylemleri ile AB'nin ciddi bir sorunu haline gelen Macaristan Başbakanı Viktor Orban'ın öncülük ettiği referandumda, 2004'ten bu yana AB üyesi olan Macar halkına oldukça provakatif bir soru yöneltilmişti: "Avrupa Birliği'nin, Ulusal Meclisin bile onayı alınmadan Macaristan vatandaşı olmayan kişileri Macaristan'a yerleştirmesine karar vermesini istiyor musunuz?" Bu soru Yunanistan ve İtalya'ya ulaşan 160 bin mültecinin 28 AB üye ülkesine, ülkelerin nüfus ve gelişmişlik durumuna göre dağıtılmasına yönelik AB İçişleri Bakanları Konseyi'nde alınan kararı yok sayan bir itiraz. Aslında bu itirazın, AB üyesi olmayı ve AB'nin karar alma süreçlerini kabul etmiş bir ülke tarafından yapılması başlı başına şaşırtıcı. AB artık her kararını oy birliği ile değil, nitelikli oy ile alıyor. Macaristan bu karara karşı çıksa da AB üyesi olarak AB'nin kurallarına göre alınmış bir karar söz konusuydu.
Bin 294 mülteci için koparılan fırtına
Daha da şaşırtıcı olan, Macaristan'a verilmesi planlanan mülteci sayısının sadece bin 294 olmasına rağmen koparılan fırtına. Aslında Macaristan tabii ki buradaki tavırla bir sonraki hamleleri engellemeye çalışıyor. Ama netice itibarıyla 10 milyonluk, öyle ya da böyle dünyanın en zengin bölgelerinden birisinde, kişi başına milli geliri 13 bin avro civarında, AB üyesi bir ülkenin bin 294 kişiyi almaya itirazından söz ediliyorsa, burada bir gariplik olduğu açık. Bu garipliğin sadece Macaristan ile sınırlı olmadığı da biliniyor. AB, kısa bir süre önce yaşadığı Yunanistan mali krizinden çok daha ciddisini mülteciler ile birlikte yaşamaya başladı. Brexit'e de yol açan en önemli faktörlerden birisi olan mülteciler krizi, AB'nin 2014'ten bu yana yaşadığı ve kendi içinde ne mali, ne insani dayanışmayı sağlayabildiği bir kriz. Dolayısıyla sorun nasıl gelişti ve nereye gidiyor, buna bakarsak, Macaristan'da olanları da daha iyi açıklayabilir ve geleceğe yönelik projeksiyon yapabiliriz.
DAEŞ sonrası Batı'nın Suriye krizine yaklaşımı
II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yaşadığı en büyük insanlık dramı Suriye'de yaşanıyor. Mart 2011'de 22 milyonluk Suriye'de başlayan rejim karşıtı gösterilere Suriye rejiminin sert müdahalesi ile kısa zamanda acımasız bir iç savaşa dönüşen kriz, yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının yaralanmasına ve ülkenin yarısından fazlasının evini terk etmesine neden oldu.
2011'in 22 milyonluk Suriye'sinden en az dörtte bir oranında bir kesim, yani 5,5 milyon Suriyeli ülkesini terk etti. Pek çok bölgesel ve küresel aktörün vekiller savaşına dönüşen Suriye'deki iç savaş, DAEŞ'in devreye girmesi ile büsbütün karmaşıklaştı. DAEŞ, hem krizi derinleştirdi hem de kısa zamanda krizin Batılı ülkeler tarafından okunuşunu değiştirdi. DAEŞ sonrasında, Suriye'de yaşanan kriz ve savaş karşısında Avrupa'nın bütün öncelikleri değişti. Bu değişimin en açık tezahürleri ise İslamofobik yaklaşımlar ve Suriye rejimine yönelik tavır.
Suriyelilerin harap olan ülkelerinde yaşadıkları 6. yılına giren büyük dram ne kadar dert ediliyor bilinmez, ama dünya kamuoyu, gelinen aşamada Suriye ile değil, ülkeden kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin ne kadarının kendisine geleceği endişesi ile meşgul. Sorunun temelindeki aktörleri es geçip, DAEŞ'i önceliklerin başına koyan Batı dünyasında, ikinci öncelik “mümkün olan en az sayıdaki mülteci almak” oldu. Bunun adına da “mülteci krizi” denildi. Oysa Macaristan'da da hepimiz bir kez daha gördük ki, yaşanan mülteci değil, insanlık krizi!
“Suriye sınırınızı açın, ama Batı sınırınızı sıkı sıkı kapatın!”
Nisan 2011'den itibaren ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin sayısı 5,5 milyonu aşarken, bu süreçte en büyük yük, Suriye'ye komşu ülkelere bindi; Batılı kurumların tavrı ise bambaşkaydı: Kıt kaynakları ile milyonlarca Suriyeliye ev sahipliği yapmaya çalışan ülkelere insan hakları alanındaki eksiklikleri göstermek, en fazla da “aman açık kapı politikası devam etsin” demek. Aynı tavsiyenin ikinci bölümü şöyleydi: “Suriye sınırınızı açın, ama Batı sınırınızı sıkı sıkı kapatın!” 2015 sonrasında mülteciler Akdenizi aşarak Avrupa'ya ulaşmaya başlayınca ise “ucuz otel” stratejisi yürürlüğe girdi: “Mülteciler komşu ülkelerde kalsın, gerekirse biz para verelim!”
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (BMMYK) Eylül 2016 itibarıyla verdiği (kayıt altına alınmış olanlar) sayılara göre 2011'den bu yana ülkesini terk eden 5,5 milyon Suriyelinin Eylül 2016'da bile yüzde 87'den fazlası yani 4,8 milyonu komşu ülkelerde (Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak, Mısır) yaşıyor. Suriyelilerden Avrupa'ya ya da ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelere gidenlerin sayısı 800 bin-1 milyon civarında tahmin ediliyor. Krizin başından beri “açık kapı politikası” uygulayan Türkiye'nin ise özel bir yeri bulunuyor.
Türkiye insani yardımda açık ara birinci
Türkiye, ülkesinden kaçmak zorunda kalan 5,5 milyon civarındaki Suriyelinin yüzde 50'sinden fazlasını tek başına misafir ediyor. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'nün 29 Eylül 2016 itibarıyla verdiği kayıt altına alınmış ve kendilerine “geçici koruma statüsü” verilmiş Suriyelilerin sayısı 2 milyon 736 bin 2. Altı yıla yakın bir zamandır, yüzde 95'in üzerindeki bütün maliyeti tek başına karşılayan ve mülteciler için en az 12 milyar dolar harcama yapan Türkiye'ye dışarıdan gelen kaynak 500 milyon dolar civarında kaldı. Türkiye son üç yıldır bu çabası ile dünyada insani yardım konusunda en fazla harcama yapan 3., kişi başına gelir bazında bakıldığında ise açık ara birinci ülke konumunda.
Türkiye'deki 2,7 milyonu aşkın Suriyeli ve 350 bini aşkın diğer mülteciler dikkate alındığında bunun nüfusun yüzde 4'üne ulaştığı görülmektedir. Lübnan'da nüfusun yüzde 25'inden fazlası, Ürdün'de ise yüzde 10'dan fazlası son beş yılda gelen Suriyeli mültecilerden oluşmaktadır. Bütün bu sayıları dikkate aldığımızda, 508 milyonluk AB'de bulunan Suriyelilerin nüfusa oranının yüzde 0,19 (binde 19) olduğunu görebilirsiniz. Asıl sorun tam da bu tabloda kendini ortaya koyuyor.
AB, 16,8 trilyon dolar ile dünya GSYH'nın yüzde 31'ini tek başına elinde tutan, nominal GSYH'da dünyanın birinci, satın alma bazında ise ikinci büyük ticaret bloğu, dünyadaki en büyük ihracatçı kurumdur. Bu zenginlik ve refaha rağmen, mültecilere en ciddi itirazı yapan da yine AB'nin kendisidir. Ancak dünyada bu kadar çok ekonomik ve siyasi dengesizlik varken, kapılarınızı, sınırlarınızı ne kadar kapatırsanız kapatın, insanların ölümü göze alan dolaşımına engel olmak mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda sadece Macaristan'da değil, bütün gelişmiş ülkelerde, ciddi bir zihniyet değişimi gerekmektedir.
AB üzerinde şantaj politikası
Macaristan'da Orban ve partisi ne yazık ki yalnız değil. AB içinde hemen bütün ülkelerde, DAEŞ'in yarattığı dehşet motivasyonunu da kullanarak mültecilere ve özellikle de Müslüman kökenlilere yönelik karşıtlık ve hatta düşmanlık artış eğilimindedir. Orban, Brexit'in de verdiği bir cüretle, AB üzerinde şantaj politikasını sonuna kadar kullanacak ve kabul etmek gerekir ki, büyük ölçüde başarılı olacaktır. Bugün 28 üyesi olan AB'de öncülüğünü Almanya ve İsveç'in çektiği sadece 8-10 ülke mülteciler konusunda bir şeyler yapma gayreti içinde iken, geri kalan üye ülkeler bu konuda ne sorumluluk almaya ne de mali destek vermeye yanaşıyor. Türkiye'de 2,7 milyonu Suriyeli olmak üzere 3,1-3,2 milyon mülteci varken, 160 bin mülteciyi dünyanın en zengin bölgesi olan AB içinde dağıtamamak, AB'nin geleceği bakımından da oldukça kaygı duyulması gereken bir husus.
Sorun küçük AB ülkeleri ile sınırlı değil
Mülteci krizi, DAEŞ'in Avrupa'daki eylemleri ve İslamofobi ile beslenerek AB içindeki popülist politikacıların en önemli aracı haline geldi. Hollanda'da Gerd Wilders, Fransa'da Marine Le Pen, Almanya'da da Almanya için Alternatif ve PEGIDA'nın yükselişi, sorunun sadece küçük AB ülkeleri ile sınırlı olmadığını gösteriyor. Macaristan referandumu tam da Macar Başbakanı Orban'ın istediği gibi sonuçlanmamış olsa da, bu konunun hem Macaristan hem de diğer AB ülkelerinde siyaseti birinci derecede belirleyecek bir konu olarak varlığını sürdüreceği ve her geçen gün popülist, ırkçı, yabancı düşmanı, İslamofobik siyasi yaklaşımların daha da güçleneceğini tahmin etmek abartı olmayacak.
Türkiye ile AB arasında Mart 2016'da yapılan anlaşma, AB'nin konuya bakışını açık biçimde özetlemektedir. Burada karmaşık bir sorun karşısında AB tarafından gayet basit bir modalite ortaya konulmuştur. AB proje bazlı bir biçimde 3 milyar avro para verecek, belki gasp ettiği vize serbestiyetini tanıyacak, belki –yine gasp edilen- bazı müzakere başlıkları açacak; Türkiye ise Suriyeli mültecileri 1-1 esasına göre geri alıp, aynı sayıda Suriyeliyi AB'ye gönderecek; Suriyeli olmayan diğer bütün mültecileri ise geri alacak.
Burada söz konusu olan Türkiye ile AB arasında –kısa, orta ve uzun vadeleri düşünülen- stratejik işbirliği değil, kısa vadeli, bütünüyle mali desteğe bağlanan bir “panik anlaşması”dır. Bu anlamda çok sürdürülebilir görünmemektedir. Herkesin de bildiği gibi sorun sadece para değildir. Eğer böyle olsaydı, Türkiye AB'ye yılda bırakın 3 milyarı, 10 milyar avro önerip, karşılığında da 3 milyon mülteciyi almasını isteyebilirdi. Bunu AB kabul edebilir miydi? Tabii ki hayır. Dolayısıyla Türkiye'nin aldığı sosyal, siyasal ve en önemlisi güvenlik riskleri, AB ile müzakerelerde arka planda kalmış görünmektedir. Bu arada bu anlaşma sonrasında Türkiye'de AB'ye gidenlerin sayılarının ciddi bir biçimde düşmesi de, anlaşmanın neticesi olmaktan daha çok, Rusya faktörü ile açıklanabilir. Türkiye-AB anlaşması stratejik bir işbirliğine dönüşmediği sürece, ne mültecilere, ne Türkiye'ye ne de Türkiye-AB ilişkilerine katkı verebilir.
Suriye rejimine örtülü destek
Mültecilerden, özellikle de DAEŞ'in Avrupalı savaşçılarından bazen haklı, bazen abartılı gerekçelerle çekinen Avrupa içinde bir başka önemli –sesiz- değişim ise Suriye'deki rejime verilen örtülü destekte gözlenmektedir. Rusya Federasyonunun Esed rejimi yanında savaşa girmesi sonrasında DAEŞ'in geriletilmesi ve daha da önemlisi mülteci akınının –mülteci adaylarının kaçma yollarının kesilmesi nedeniyle- durması, Avrupa'yı –bu politikanın diğer olumsuz etkilerini göz ardı edecek kadar- memnun etmektedir.
Kuşku yok ki, dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı uluslar-üstü kurumu olan AB ciddi krizlerle karşı karşıya. AB, siyasi ve güvenlik risklerini almayan bir zenginler kulübü olarak varlığını, refahını, zenginliğini ve huzurunu aynen muhafaza etme gayretinde. Ancak dünya artık bu kadar rahat değil. 2015'te AB'ye ulaşan 1,2-1,5 milyon mültecinin sadece yarısı savaşın yaşandığı Suriye'den geliyordu. Yani dünyanın pek çok bölgesinde potansiyel mülteciler ileride de AB'yi zorlayacak. Ancak AB'ye şu an dışarıdan gelecek “saldırılardan” daha fazlası, kendi içinden geliyor.
AB yol ayrımında
İngiltere, Macaristan, Polonya ve pek çok ülkede yaşanan sorunlar, mülteci krizi ile büyük bir meydan okumaya dönüşmüştür. 2004 yılında AB'ye giren 10 milyonluk küçücük bir Macaristan'ın resti bile göstermiştir ki, AB zor zamanların bir kurumu olarak yapılandırılmamıştır. AB parasının sorun çözmediği alanlar her geçen gün artmaktadır. Gelinen aşamada AB gerçek bir yol ayrımında görünüyor: Ya İngilizlerin hep talep ettiği gibi, siyasi anlamda çok daha gevşek, ekonomik işbirliği-serbest ticaret bölgesi yapısında bir AB'ye dönülecek ya da tam tersine iddialı bir küresel güç olmanın gerektirdiği birlikteliğe ve donanıma sahip olunacak. İşte bu ikinci seçenek, ister istemez Türkiye'yi denklemin içine sokmaktadır.
AB için Türkiye'nin üyeliğinin ne getirip ne götüreceği, kimlik politikalarının gölgesinden kurtarılarak, rasyonel bir biçimde ele alınmalıdır. Başta mülteci krizi olmak üzere, bölgesel-küresel politikalarda ve rekabette daha güçlü bir AB'nin yolu, içinde Türkiye'nin de yer aldığı, işlevsel ve daha sıkı, iddialı bir AB yapısı ile açılabilecektir. Bu öneri AB için riskli görünse de orta ve uzun vadede başka bir yol kalmayacağı da ayrı bir gerçekliktir. İçinde Türkiye'nin de olacağı güçlü bir AB, bölgesel istikrarın sağlanması yoluyla mülteci krizlerini daha başından engelleme ve bunun için ABD ve Rusya'nın politikalarının esiri olmama imkanına da sahip olabilir. ABD'nin 1990'da Irak'a müdahalesinde AB için “don't play, pay that” rolü verilmişti. Benzer rol ancak iddialı bir AB ile aşılabilir. AB'nin mülteci sınavı, geleceğe yönelik cesur adımlar için iyi bir zemin olabilir.
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Doç.Dr. M. Murat Erdoğan Hacettepe Üniversitesi İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi, Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) 'nin kurucusu ve müdürüdür. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/avrupada-yasanan-multeci-krizi-degil-insanlik-krizi/660204 | 6,701 | 13,286 |
Dera sonrası Suriye'de yeni çatışma hatları
Dera operasyonu, iç bölgelerdeki diğer öncüllerinden farklı olarak lokal düzeydeki anlaşmaların ya da ilgisizliğin sonuçları bağlamında değil Ürdün-İsrail-ABD ile Rusya-Şam arasındaki karşılıklı uzlaşı çerçevesinde ele alınmalıdır.
İSTANBUL - SERHAT ERKMEN
Suriye'de rejime bağlı güçlerin Dera'da başlattığı operasyon sona ermek üzere. Diğer bölgelerde olduğu gibi yine on binlerce sivilin zorunlu olarak evlerini terk etmesiyle gündeme gelen bu operasyon, aslında son dönemdeki diğer gelişmelerden çok daha önemli görünüyor.
Şam Yönetimi, son 6 ay içinde Doğu Guta, Dumayr, Doğu Kalamun ve Kuzey Humus'ta yer alan yerleşimler ile bazıları muhaliflerin bazıları da DEAŞ'ın kontrolünde olan bölgeleri, askeri operasyonlarla yeniden denetimi altına aldı. Bu operasyonların ortak yönleri bulunuyor. Bu ortak yönler şöyle sıralanabilir: Öncelikle rejim, sağladığı uluslararası korumayla birlikte kullandığı şiddetin dozunu artırdı. İkinci olarak, Rusya ve Suriye hava kuvvetleri daha çabuk sonuca gidebilmek ve yeniden kontrol altına aldığı bölgelerde nüfus yapısını değiştirebilmek için öncelikle ve yoğun olarak sivilleri hedef alıyor. Üçüncüsü, bu operasyonlar Suriye'deki ateşkes sürecine dahil olan çatışmasızlık bölgeleri içinde cereyan ederken, uluslararası kamuoyu olan bitene genelde göz yumdu. Dördüncü ortak yön ise ABD'nin Suriye'deki bazı hedeflere saldırısının sonuç vermemesinden sonra Suriye'de etkin olan dış güçler arasında yeni bir denklem kuruldu.
Bu dört ortak noktaya daha yakından bakacak olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Öncelikle, Beşşar Esed yönetimi, yeniden resmi olarak muhatap kabul edilmese de pek çok Avrupa ülkesi başta olmak üzere giderek artan sayıda devlet, Esed'in Suriye'yi yönetmesine fiili olarak yeşil ışık yakmış görünüyor. Bu süreç, ABD'nin nisan ayında Suriye'ye yönelik kısa süreli operasyonundan sonra daha da hızlandı. ABD ve diğer Avrupa ülkelerinin rejim değişikliği politikasından çoktan vazgeçtiğini anlayan Esed yönetimi ise Rusya'yı arkasına alarak, muhaliflerin kontrol ettiği bölgelere yönelik operasyonların şiddetini artırdı. Hatta nisan ayından itibaren Suriye ve Rusya'nın yeniden ele geçirmeye çalıştıkları bölgelerdeki temel hedefleri doğrudan siviller haline geldi. Böylece hem muhaliflere destek veren sivillerin bu bölgeleri kitleler halinde hemen terk etmesi ve hem de silahlı muhalif grupların çatışma sürecini uzatması engellenmeye çalışıldı.
Nitekim, hemen tüm bölgelerde sivillerle birlikte silahlı grupların da ağır silahlarını bırakarak Humus, Dumayr, Guta vb. yerleri terk etmesi sağlandı, buradan çıkan sivillerin ya da grupların çoğunluğunun İdlib, bir kısmının ise Fırat Kalkanı Bölgesi'ne yerleşmesine imkan tanındığı görüldü. Böylece rejim ve Rusya'nın hem anılan bölgelerde bir demografik baskı meydana getirmek istediği hem de bu gruplarla, ellerindeki ağır silahlardan yoksun olarak daha sonra İdlib'de karşı karşıya gelmeyi planladığı söylenebilir.
Tüm bu operasyonlar gerçekleşirken, Suriye'de yeni oluşan denklemin sonucunda, çatışmasızlık bölgeleri kapsamında bulunan bölgelerdeki gelişmelere hiçbir devlet müdahalede bulunmadı. Aslında bu süreç, Suriye'deki yeni güç dengesinin sonucu olarak görülmelidir. Dera operasyonunda açıkça ortaya çıktığı gibi özellikle ABD ve İsrail, Suriye'nin güney ve orta kesimindeki gelişmeleri İran'ın Suriye'deki etkinliği perspektifinde ele alıyor. Son bir buçuk yılda Suriye içinde çok sayıda hava operasyonu düzenleyen İsrail'in bu operasyonlarını son dönemde iyice artırması ve Hizbullah/İran bağlantılı hedeflere odaklanması, Rusya ile İsrail arasında örtülü bir uzlaşının olduğunu düşündürüyordu. Ancak, Dera operasyonunun başlamasıyla bu örtülü uzlaşının iyice belirginleştiği söylenebilir. İsrail basınında yer alan haberlerde İsrail'in, Beşşar Esed yönetimini İranla arasına mesafe koyması halinde kabul edebileceği, ABD ile bu konuda ortak bir noktada olduğu ve Rusya'yı da bu çizgiye doğru çekmeye çalıştığı ifade ediliyor. Bu bağlamda Dera operasyonu, iç bölgelerdeki diğer öncüllerinden farklı olarak lokal düzeydeki anlaşmaların ya da ilgisizliğin sonuçları bağlamında değil Ürdün-İsrail-ABD ile Rusya-Şam arasındaki karşılıklı uzlaşı çerçevesinde ele alınmalıdır.
Dera'dan sonrası
Suriye'de olayların başladığı yer olan ve bu nedenle muhalifler açısından sadece siyasi ve askeri değil aynı zamanda sembolik önem de taşıyan Dera'daki operasyonun sona ermesine kısa bir süre kaldığı görülüyor. Ancak bu operasyonun sona ermesi, Suriye'de çatışma döneminin kapandığı anlamına gelmiyor. Zaman zaman Suriye'deki sorunun siyasi bir çözüme kavuşturulması beklentisi ön plana çıksa da, bu beklentinin gerçekleşmesinin kısa vadede çok da gerçekçi olmadığı ortada. Muhaliflerin Dera'yı da kaybetmesiyle birlikte, Suriye'de Esed yönetiminin kontrolü altında olmayan bölgeler dört kategoride ele alınabilir: ABD'nin doğrudan etki alanı ve varlığının bulunduğu bölgeler; Türkiye'nin terörle mücadele operasyonları çerçevesinde kontrol altında tuttuğu bölgeler ve muhaliflerin son kalesi durumunda bulunan İdlib ile terör örgütü DEAŞ'ın kontrolünde bulunan küçük cepler.
Sayılan bölgelerden ilk kategoride olanlar, ülkenin güneyinde Ürdün-Suriye sınırında bulunan ve merkezinde El Tanf'ın yer aldığı ABD-Ürdün güdümündeki muhaliflerin bulunduğu alan ile Suriye'nin kuzeydoğusunda terör örgütü YPG/PYD'nin kontrolünde bulunan bölgedir. Bu bölgelerdeki ABD varlığı, bölgenin çatışma sahasına dönüşmesine engel olmaktadır. Hatta ABD destekli YPG'nin Deyr ez Zor'un kuzeydoğusu ile Şeddadi'nin güneyinde DEAŞ'a karşı özellikle petrol alanlarında ilerlemeye devam ettiği söylenebilir. Buna ek olarak son dönemde özellikle Şam ile PYD arasında yapıldığı ortaya çıkan görüşmeler, bu bölgedeki olası bir çatışma ihtimalinin daha da azaldığını gösteriyor. İster ABD Başkanı Trump'ın sıklıkla tekrarladığı çekilme senaryoları nedeniyle olsun, isterse Pentagon'un hala devam eden silah sevkiyatları nedeniyle, hem PYD hem de Şam şu aşamada işbirliği ve uzlaşmaya, çatışmadan daha yakın görünüyor. Zaman zaman basına yansıyan taraflar arasında anlaşmaya varıldığına ilişkin iddialar teyide muhtaç olsa da, ortada olan en önemli gerçek, ABD ile Rusya arasında Suriye üzerinde bir anlaşmaya daha yakın olunduğu ve bu nedenle PYD'nin Rusya ve ABD ile uzlaşı halinde Şam'a yanaşmakta olduğudur.
Türkiye'nin terörle mücadele çerçevesinde Suriye'deki kontrolü altında tuttuğu Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyon bölgeleri ise operasyonlardan sonra farklı bir kimliğe bürünmektedir. Bir yanıyla bölgede güvenliğin hızla sağlandığı görülse de diğer yandan özellikle YPG/PKK'nın bölgedeki istikrarı bozmak için terörist eylemler düzenlediği izlenmektedir. Afrin, Cerablus ve El Bab civarında son dönemde gerçekleşen saldırılar bunun en önemli örnekleri olarak sayılabilir. Ancak bu bölgeleri ilgilendiren daha önemli gelişme, Suriye'nin güney ve orta kesimlerindeki çatışmalardan kaçan insanların en azından belli bir kısmının bölgeye yerleşmesidir. Hızlı nüfus artışı, bölgedeki yaşamı kökten değiştirmese de etkilemeye başlamıştır. Ancak, hızlı nüfus artışı ve terör örgütlerinin istikrarsızlaştırma girişimlerine rağmen her iki bölgede de güvenlik ve istikrarın korunması beklenebilir. Üstelik bu bölgede Türk Silahlı Kuvvetleri'nin varlığı, hem Şam'ı hem de onunla işbirliği yapan milis teşkilatlarını bölgeden uzak tutmaktadır. Bu noktada Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği ve eşgüdüm devam ettiği sürece yeni bir çatışma gerçekleşmesi son derece düşük bir olasılık.
Terör örgütü DEAŞ'ın kontrol ettiği alanlar birbirlerine uzak olsa da örgütün Dera civarı, İdlib, Meyadin'in doğusu, Palmira'nın doğusundaki çöl arazisi gibi yerlerde varlığını koruduğu görülüyor. Fakat şu anda Suriye'deki çatışmaların gidişatı üzerinde stratejik bir etki meydana getirme kapasitesi olmadığından değerlendirme dışı tutulabilir.
İdlib'de yaklaşan çatışma ve riskler
Ancak yukarıdaki üç kategoriden farklı olarak İdlib'de çatışmanın yaklaştığı ileri sürülebilir. Farklı muhalif grupların ve terör örgütü El Kaide uzantısı yapıların da bulunduğu İdlib, Esed yönetiminden kaçan siviller için de Suriye içinde kalan nadir yaşam alanlarının başında geliyor. Tam da bu nedenle, son dönemdeki zorunlu göç ile birlikte İdlib ve civarındaki bölgenin inanılmaz bir hızla nüfusunun arttığı ve yaşam şartlarının çok güçleştiği biliniyor. Halep'in Şam yönetiminin kontrolüne geçmesinden itibaren, Esed yönetimi ve Rusya'nın kademeli olarak İdlib'i kontrol altına almak istediği, fakat bölgedeki silahlı muhalif grupların yoğunluğu nedeniyle bu bölgeyi en sona bırakmak istediği önceden de ileri sürülen bir görüş. Bu nedenle, Suriye ordusunun diğer bölgelerdeki operasyonlarını tamamladıktan sonra İdlib'e doğru yönelmesi sürpriz olmayacak. Ancak İdlib'i diğer bölgelerden ayıran son derece önemli farklar var: Öncelikle İdlib, nüfusu çoğu kez birkaç yüzbini geçmeyen hatta bunun altındaki küçük yerleşim birimleri gibi değil. Hem sivil nüfus hem de silahlı grupların militan desteği açısından operasyonel olarak diğer bölgelere göre çok daha zorlu bir bölge. İkincisi, bölgede Türkiye-Rusya-İran arasındaki uzlaşıya dayanan Astana Anlaşması çerçevesinde kurulan Gerginliği Azaltma Kontrol Gücü'nde faaliyet gösteren 12 gözlem noktası bulunuyor. Türkiye'nin desteğini ya da onayını almayan bir operasyonun başlaması halinde Türkiye-Rusya ilişkilerinde gerilimler yaşanabileceği gibi bölgede görev yapan TSK personelinin çatışmalar sırasında zarar görmesi İdlib'de olayların gidişatını değiştirebilir.
Türkiye için İdlib özel bir anlam taşımaktadır. Çünkü sayıları 2.5 milyonu geçen sivilin doğrudan hedef alınması ya da bölgenin ağır bir çatışmaya sürüklenmesi yüzbinlerce belki bir milyondan fazla Suriye vatandaşının Türkiye sınırına yığılması sonucunu doğuracaktır. Bu durum, Türkiye'nin güvenliği açısından farklı sorunlara neden olabileceğinden Türkiye, mutlaka bu aşamaya gelmeden sorunu çözmek isteyecektir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Türkiye ile Rusya arasında İdlib'i mercek altına yatıran görüşmeler gerçekleşebilir.
İdlib'in diğer bölgelerden üçüncü önemli farkı bölgede aralarında derin ayrılıklar bulunan silahlı grupların birbiriyle çatışabilmesi ihtimalidir. Özellikle 2017'de birkaç kez tekrarlandığı gibi Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) ile Ahrar eş Şam veya ÖSO bileşenleri arasında yeni çatışmalar yaşanabilir. Nitekim, son aylarda İdlib'de özellikle HTŞ'nin önde gelen isimlerine karşı suikastlar gerçekleştirildiği ve karşılığında HTŞ'nin de bazı gruplar üzerinde büyük baskılar kurduğu izlenmektedir. Bu bağlamda, Suriye ordusu gelmeden dahi anılan alanda iç çatışmaların yaşanması ihtimali dışlanmamalıdır. Fakat, Suriye ordusunun diğer bölgelerde uyguladığı yöntemi hayata geçirmesi halinde bu tür çatışmalar yerini birlikteliğe de bırakabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi Esed yönetimi, İdlib'de çok büyük bir olasılıkla sivil halka yönelik büyük bir bombardıman kampanyası başlatarak bölgedeki sivillerin yerel silahlı gruplar üzerinde çekilme ya da silahlarını bırakma baskısı kurmalarını isteyecektir. Aksi takdirde ise bombardımanı artırarak yüzbinlerce sivilin Türkiye sınırına yığılmasını ve sivillerin bölgeyi terketmesini sağlayarak kalan silahlı muhaliflerin tamamını terörist olarak ilan etme yoluna gitmeyi tercih edebilecektir. İdlib'de biriken nüfusun yoğunluğu sivillerin en azından geçici tedbirlerle bile olsa Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgelerinde konaklanmasını yeterli kılmayacak kadar büyük olacağından bu durumun büyük bir insani drama yol açacağı öngörülebilir.
Tüm bu olasılıklar İdlib'i diğer bölgelerden daha zor kılsa da çatışmaların yaklaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Görünen o ki muhalifler ile Şam yönetimi arasındaki nihai askeri hesaplaşmanın yaşanacağı düşünülen İdlib, daha çok bir insani kriz meselesine dönüşebilir. Bu nedenle bu konuda şimdiden tedbir alınması faydalı olacak.
[Doç. Dr. Serhat Erkmen, JSGA Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Anabilim Dalı öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/dera-sonrasi-suriyede-yeni-catisma-hatlari/1199990 | 6,032 | 12,131 |
Doğu Akdeniz enerji denklemi ve uluslararası hukuk
Doğu Akdeniz'e sahildar ülkeler arasında Türkiye aleyhine büyüyen gruplaşma, Türkiye'yi oyunbozan, agresif ve yalnız ülke konumuna itmeye çalışmaktadır. Buna karşın uluslararası hukuk açısından Türk tezlerinin haklılığı açıktır.
İSTANBUL - Ferhat Ercümen
Son günlerde Doğu Akdeniz'in muhtelif kesimlerinde bulunan hidrokarbon kaynaklarının aranması, çıkartılması, işlenmesi ve dış pazarlara taşınması konularında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Mısır, Yunanistan ve İsrail arasında çeşitli müzakereler gerçekleşiyor. Masada Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) olmadığı bu görüşmelerin, bölgenin yadsınamaz parçası olan bu iki ülkenin menfaatleri aleyhine ve Türkiye'yi Doğu Akdeniz'de keyfi şekilde belirlenmiş bir alana tecrit etmek amacına yönelik olduğu açıktır. Fakat Doğu Akdeniz enerji kaynakları konusu hem siyasi hem hukuki hem de ekonomik olarak Türkiye ve KKTC yok sayılarak çözülebilecek nitelikte değildir. Özellikle uluslararası hukuk açısından kıyıdaş ülkelerin hak ve yükümlülükleri bellidir ve Türk tezlerinin haklılığı açıktır.
Kıbrıs sorununun enerji alanına yayılması olarak da nitelendirilebilecek bu durum, önceleri Türkiye, KKTC, GKRY ve Yunanistan ile sınırlı iken, 2000li yıllarda bölgede çeşitli doğalgaz yataklarının bulunmasıyla diğer Doğu Akdeniz ülkelerini de ilgilendirir hale geldi. Özellikle GKRY Kıbrıs'ın güneydoğu açıklarında bulunan enerji yataklarının bölüşülmesi, çıkartılıp işletilmesi kapsamında, İsrail ve Mısır gibi bölge ülkeleriyle daha önce sınırlı olan ilişkilerini geliştirmek, Ada'nın tek söz sahibi sıfatıyla antlaşmalar yapmak ve Total, Eni, Exxon gibi uluslararası şirketlere tek taraflı imtiyazlar vermek suretiyle, ekonomik çıkarın yanı sıra KKTC ve Türkiye aleyhine siyasi güç de elde etmek istiyor.
Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge
Günümüzde geçerli deniz alanları tanımları kıyıdan başlayarak iç sular, karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) ve nihayet açık deniz şeklinde sınıflandırılabilir. Doğu Akdeniz enerji kaynakları konusunu anlamak için kıta sahanlığı ve MEB kavramlarına değinmek faydalı gerekiyor. Deniz yatağı ve toprak altındaki petrol ve doğalgaz gibi doğal kaynaklara yönelik haklar, kıta sahanlığına sahip sahildar devlete hasredilmiştir. Kural olarak da kıta sahanlığı ipso facto (kendiliğinden) ve ab initio (başlangıçtan itibaren) hak doğurur ve bu hakların temliki için ilan edilmesi gerekmez. Buna karşın MEB ise kıta sahanlığı üzerindeki su kütlesinde balıkçılık, dalga ve rüzgârdan enerji üretilmesi gibi faaliyetlere yönelik haklar doğuran, ilan edilmesi gereken bir deniz alanıdır. Uluslararası hukuk, bu alanlarının öncelikle kıyıdaş devletler arasında anlaşarak bölüşülmesini vaaz eder. Bu mümkün olmadığı takdirde, uluslararası tahkim ve mahkemeler gibi barışçıl çözüm yollarına başvurulması beklenir. Bunun da sağlanamaması ihtimalinde uluslararası hukuk, haklı menfaatleri olan ilgili devletler arasında, bu doğal zenginliklerden yararlanılmasına yönelik geçici çözümlere başvurulabileceğini söyler. Nitekim bu prensipler 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinde (BMDHS) açıkça belirtilmiştir. En nihayetinde, bölünmemiş deniz alanlarında ilgili ülkelerin haklarını geri alınamaz şekilde değişime uğratacak, doğal kaynakların tek taraflı kullanılması gibi girişimler hukuk dışı addedilmektedir.
Doğu Akdeniz'de doğalgaz ve petrol kaynaklarının işletilmesine yönelik olarak devletler arasında kapsamlı bir kıta sahanlığı bölüşümü gerçekleşmiş değildir. Şüphesiz bunda, başta Kıbrıs sorunu olmak üzere kıyıdaş ülkeler arasındaki siyasi ve deniz alanlarının bölüşümüne yönelik anlaşmazlıkların payı büyüktür. Buna rağmen GKRY'nin Mısır ve İsrail'le, Ada'nın tek otoritesi sıfatıyla deniz alanlarını sınırlandıran antlaşmalar imza ettiği, Lübnan ile yapılmak istenen antlaşmanın ise Türkiye'nin çabaları sonucu engellendiği vakidir. Buna rağmen son dönemlerde İsrail'in Leviathan, GKRY'nin Afrodit ve Mısır'ın Zohr adı verilen ve birbirine yakın konumda bulunan bölgelerde ciddi doğalgaz yatakları keşfetmesi, adı geçen devletleri yakınlaştırmıştır. Yunanistan'ın da bu gruba dahil olma çabasıyla, buradan çıkarılabilecek gazın Avrupa'ya nakli tartışılmaya başlanmıştır. Fakat bu denklemde ne Türkiye'ye ne de KKTC'ye yer verilmiştir. Kuşkusuz Kıbrıs sorununa ek olarak, 2013 Mısır darbesinden sonra Mısır'la ve Mavi Marmara saldırısı sonrası İsrail'le yaşanan gerilimler, Türkiye'nin bölgede yalıtılması siyasetinde büyük rol oynamıştır.
Doğu Akdeniz'de fiili oldubitti üretme çabaları
Açık okyanusların aksine, Akdeniz gibi yarı-kapalı bir denizde, sahildar devletler arası mesafe hiçbir noktada 400 deniz miline ulaşmamaktadır. Bu da hak iddia edilen kıta sahanlığı ve MEB bölgelerinin çakışması anlamına gelmekte ve deniz alanlarının sınırlandırılması ihtiyacını zorunlu kılmaktadır. Gelinen noktada, Türkiye ve KKTC Doğu Akdeniz deniz alanları ve doğal kaynakları üzerindeki haklarının geri dönülmez şekilde diğer devletler tarafından ihlal edilmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üstelik Yunanistan, GKRY ve hatta Avrupa Birliği (AB) ajansları tarafından yayınlanan Doğu Akdeniz haritalarında, deniz alanları keyfi şekilde ve elbette Türkiye aleyhine bölünmüş gösterilmektedir. Bu haritalarda devasa Anadolu karası ve yüzlerce millik Akdeniz kıyılarımız görmezden gelinerek, Ege'nin güneydoğu ucunda bulunan uzak ve ufak Yunan adaları ile GKRY'nin kısa kıyı uzunluğuna orantısız ve adaletsiz büyüklükte deniz alanları cömertçe bahşedilmektedir. Elbette bunlar uluslararası hukuka, hakkaniyete dayanarak atılan adımlar değildir; Doğu Akdeniz'de Türkiye ve KKTC'nin hak ve menfaatlerini ihlal etmeye ve fiili oldubitti üretmeye yönelik tek taraflı çabalardır.
İlginç şekilde, Doğu Akdeniz enerji kaynakları konusu, doğalgaz gibi hidrokarbon kaynakları ilgilendiren kıta sahanlığından ziyade, MEB çerçevesinde ele alınmakta veya ele alınmaya çalışılmaktadır. Burada kasıtlı bir tutum söz konusudur. Nitekim kıta sahanlığı kendiliğinden ve başlangıçtan itibaren var kabul edilen haklar doğurmaktadır. Bu nedenle Türkiye'nin kıta sahanlığı reddedilemez niteliktedir. Ek olarak, kıta sahanlıklarının sınırlandırılmasında başlıca kural olan “kara denize hükmeder” prensibi, deniz alanlarının bölünmesinde ülkelerin kıta büyüklüğü, kıyı şeridi uzunluğu gibi karasal özelliklerinin belirleyici olduğunu açıkça vurgulamaktadır. Bu anlamda, Doğu Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye'nin kıta sahanlığını yadsınamamaktadır. Fakat BMDHS'ye taraf olmayan ve Akdeniz'de MEB ilan etmemiş olan Türkiye'nin kıta sahanlığından doğan hakları, GKRY tarafından tek taraflı MEB ilanıyla ihlal edilmek istenmektedir.
Her ne kadar kıta sahanlığı ve MEB iki farklı deniz alanını yönetse de, gerek bölgesel olarak üst üste binmeleri gerek ise benzer haklar doğurmaları açısından, kıta sahanlığı ile MEB çakışan ve birbirini tamamlayan alanlardır. Muhakkak ki burada hukuki olmasa bile kurnazca bir siyaset vardır. İlan edilen MEB üzerinden kıta sahanlığına ilişkin haklara da el atmaya ve nihayetinde Doğu Akdeniz'de deniz alanlarının bölüşülmesi gerçekleşirse, daha önce ilan edilmiş bu MEB alanları ile hak edilenin ötesinde çıkar sağlanmaya çalışılmaktadır.
Türkiye'nin ve KKTC'nin hakları
Bu noktada tehlike altında bulunan Türkiye ve KKTC'ye ait iki farklı menfaatin ayırt edilmesi gereklidir. Birincisi, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs'ın deniz alanlarının ve zenginliklerinin tamamı üzerinde var olan hakkı ve GKRY'nin bunlar üzerinde tek taraflı tasarrufta bulunamayacağı gerçeğidir. Bu çerçevede Türkiye KKTC ile anlaşmalı olarak Kıbrıs Türklerinin hakkını korumaya çalışmaktadır. Diğeri ise doğrudan Türkiye'ye ait Akdeniz kıta sahanlığı ve muhtemel MEB alanına ilişkin haklardır. Özellikle GKRY'nin yayınladığı deniz alanları haritasında Kıbrıs'ın batısındaki Türk kıta sahanlığına dahil bölgeler GKRY'nin yetkisinde gösterilmektedir. GKRY ve Yunanistan'ın başını çektiği girişimler hem doğrudan Türkiye'ye ait deniz alanlarının gaspına hem de KKTC'nin haklarının ihlaline yöneliktir.
- Enerji jeopolitiği açısından Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki yeri
Çıkarılması planlanan doğalgazın bölge dışına, özellikle de Avrupa pazarına taşınması için üç muhtemel rotadan söz edilmektedir. Birinci ve en pahalı ihtimalde, çıkarılan gaz Mısır'da mevcut tesislerde yüksek basınçla sıvılaştırma işleminden geçirilerek LNG halinde gemilerle Avrupa'ya taşınabilecektir. İkinci ihtimalde Kıbrıs, Girit ve Yunanistan arasında denizaltına döşenecek bir boru hattından bahsedilmektedir ki bu durumda Türk kıta sahanlığının kullanılması gerekecektir. İki ihtimal de ekonomik olarak makul ve uygulanabilir görünmemektedir. Buna karşın çıkarılan gazın Ceyhan üzerinden boru hatlarıyla Avrupa'ya taşınması en kolay ve ucuz yol olarak nitelendirilmektedir. Saf dışı bırakılmaya çalışılsa dahi, Türkiye'nin jeopolitiği bölge ülkelerince göz ardı edilememektedir.
Türkiye bugüne kadar neler yaptı?
Peki, Türkiye bu girişimlere karşı bugüne kadar nasıl cevap verdi ve şu anda ne yapıyor? Belirtilmelidir ki Türkiye bu çabaların farkındadır ve en başından beri GKRY'nin deniz alanları ve kaynakları üzerindeki tüm tek taraflı girişimlerini resmi ve sistematik şekilde protesto etmektedir. Her ne kadar uluslararası antlaşmalar kural olarak sadece antlaşmanın tarafları için hak ve yükümlülükler doğursa da Türkiye, önceki suskunluk veya onayın ilerideki itiraza engel olması kuralı olarak bilinen estoppel durumunda kalmamak için, bu tarz girişimleri kabul etmeyeceğini ısrarla ve açıkça belirtmektedir. Uzun müddet Kıbrıs sorununun çözümüne engel oluşturmaması için tarafları ortak ve adil bir çözüme davet eden Türkiye, KKTC ile 2011'deki Kıta Sahanlığı Antlaşması'na kadar, bir yandan da Türkiye'nin ve KKTC'nin menfaatleri aleyhine bir statüko değişimine engel olmaya çalışmıştır. Türkiye'nin tutumu 2011 itibariyle değişmiş, özellikle KKTC'nin onayıyla, Türk Donanması Doğu Akdeniz'de belirli parsellerde yabancı arama ve çıkarma çalışmalarına engel olmaya başlamıştır. Benzer bir tavır, daha önce Rodos'un güneydoğu açıklarında Türk kıta sahanlığı üzerinde arama yapan yabancı gemilere de gösterilmiştir. Bununla beraber, Kıbrıs açıklarına Barbaros Hayrettin Paşa Araştırma Gemisi gönderilmiştir. Özetle şu ana kadar, sorunu tırmandırıcı tek taraflı işlemlere karşı çıkılmış, bunu engelleyici önlemler alınmış ve devam eden tek taraflı araştırmalara misliyle karşılık verilmeye başlanmıştır.
Türkiye bundan sonra ne yapabilir?
Peki, Türkiye neler yapabilir? Öncelikle, Türkiye Doğu Akdeniz denkleminde haklı tezlere sahip güçlü bir ülkedir. Bu kapsamda artık Doğu Akdeniz'de nasıl bir paylaşım resmi görmek istediğini açıkça belli edebilir. Örneğin, Türkiye Doğu Akdeniz'de hak iddia ettiği kıta sahanlığı ve MEB alanlarına ait resmi haritaları yayınlayarak kendi tezlerini ileri sürebilir. Böylelikle bugüne kadar Türkiye'nin Akdeniz kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesini ilan etmemesinden yararlanan GKRY ve Yunanistan'ın iddia ettiği abartılı ve Türkiye'nin deniz alanlarını mütecaviz haritalara en net cevabı vermiş olur.
Ayrıca muhtemel Kıbrıs-Girit-Yunanistan doğalgaz boru hattı da böylelikle daha güneyden geçmek ve maliyeti arttığı için belki de rafa kaldırılmak durumunda kalacaktır. Benzer şekilde Libya, Mısır ve hatta İsrail gibi Doğu Akdeniz'e sahildar devletlerle çift taraflı deniz alanlarını sınırlandırma antlaşmaları imzalayarak bölgede yalıtılmanın önüne geçebilir. Nitekim Doğu Akdeniz'e sahildar ülkeler arasında Türkiye aleyhine büyüyen gruplaşma, Türkiye'yi oyunbozan, agresif ve yalnız ülke konumuna itmeye çalışmaktadır. Türkiye Doğu Akdeniz'de oyuna gelmemek için, kurulmak istenen oyuna karşı, kendi oyununu kurucu hamleler yapabilir.
[Yüksek lisansını Cenevre Graduate Institute'te tamamlayan Ferhat Ercümen Glasgow Üniversitesi'nde uluslararası deniz hukuku alanında doktora çalışmasına devam etmektedir] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/dogu-akdeniz-enerji-denklemi-ve-uluslararasi-hukuk/1349235 | 5,994 | 11,935 |
İran, 'Devrim Muhafızları Devleti'ne dönüşebilir
Eski İran cumhurbaşkanlarından Rafsancani'nin ölümünden sivil-asker ilişkileri ciddi şekilde etkilendi ve bu olumsuz etkilenme, zaman geçtikçe daha da belirgin hale gelecek.
İSTANBUL - Teşgom Kemal
Eski İran cumhurbaşkanlarından Ekber Haşimi Rafsancani'nin 8 Ocak'ta ölümü, İran siyasi liderliğinde şok etkisi yaptı. Müesses nizamın karşısında duran ve Rafsancani'den hoşlanmayan siyasi muhalifler dahi, onun ölümüne sevinemediler.
Ülkenin karmaşık güvenlik yapısına yakından bir bakış, Rafsancani'nin ölümünden dolayı oluşan genel anlamdaki hayal kırıklığının sebeplerini anlamada ve onun yokluğunun İran siyasetine etkilerini çözümlemede yardımcı olabilir.
İran, iki ordusu olan bir ülke. Prensipte ülkenin muhafazasından sorumlu olan Milli Ordu, bir de, görevi, mevcut teokratik siyasi sistem içinde tanımını bulan 'İslam Devrimi'ni muhafaza etmek olan Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) var.
İran'ın ayrıca beş istihbarat kurumu var: İstihbarat Bakanlığı (Vezâret-i Ittılâat) yürütmenin altında, Ordu İstihbarat Koruma Teşkilatı (Sâzmân-ı Hifâzât-ı Ittılâat-i Artiş) ise Milli Ordu'nun altında çalışıyor. Kalan üç istihbarat teşkilatının hepsi de DMO'yla bağlantılı: DMO İstihbarat Teşkilatı (Sâzmân-ı Ittılât-ı Sipâh), DMO İstihbarat Koruma Teşkilatı (Sâzmân-ı Hifâzât-ı Ittılâat-ı Sipâh) ve DMO'yu Koruma Teşkilatı (Sâzmân-ı Hifâzât-ı Sipâh).
Devrim Muhafızları Ordusu'ndaki iç dengeler
DMO, Dini Lider Ayetullah Hamaney'in en gözde gücü. Kararlılıkla Dini Lider'in arkasında duran birleşik bir güç olarak görünmesine rağmen DMO, çeşitli yapısal ve kurumsal sorunlar taşıyor. Bu problemlerden bazısı, herhangi bir askeri maceraya kalkışılması ihtimalini asgariye indirmek için [bilerek] oluşturulmuştur. DMO dahilinde görev yapan hiçbir komutanın mutlak iktidar sahibi olacak şekilde yükselmesine müsaade edilmez. Zaten DMO'da bu şekilde yükselmeye zemin oluşturacak bir komuta zinciri yahut hiyerarşi de yoktur.
DMO, birbirinden büyük ölçüde bağımsız, hepsi eşit rütbede ve doğrudan Dini Lider'e bilgi veren olan komutanların başında bulunduğu alt birimlere ayrılır. Her birine, kontrol altında tutmaları için ülkenin belli bir kısmı tayin edilir. Böyle olmasının ardındaki mantık şudur: Ülkeye bir saldırı olması veya işgal edilmesi durumunda, bütün birimler diğerlerinden bağımsız bir şekilde iş görmeye ve direnmeye muktedir olacaktır. Halbuki daha önce de belirtildiği üzere, bu işin arkasındaki gizli amaç, hırslı bir komutanın askeri bir maceraya kalkışmasının önüne geçebilmektir.
Sadakat liyakatten önce geliyor
Ayrıca, Türk Ordusu, Pakistan Ordusu ve diğer birçok düzenli ordunun aksine, DMO, kendi kendini yapılandırmış, kıdem ilkesinin geçerli olduğu ve profesyonel askerlerden oluşan bir askeri güç değil. Genel olarak İran silahlı kuvvetlerinde, ama özellikle DMO'da yüksek rütbeli bir komutan olmak için gereken anahtar niteliğindeki özellik, sadakattir. İktidardaki dini yetkililer, 'niyet saflığının' 'amel saflığından' önce geldiğini vurgular. Bu nedenle, 27 yıl boyunca İran Silahlı Kuvvetleri'nin genel kurmay başkanlığını yapmış olan Hasan Firuzabadi'nin esasen, formel hiçbir askeri eğitimi olmayan bir veteriner olması şaşılacak bir durum değil. Öte yandan üst düzey DMO komutanı Muhsin Rızai'nin herhangi bir konuma gelmesinin önü kapatılmıştır. Bu yüzden de DMO komutanları, Dini Lider'in gönlüne girebilmek için sürekli bir rekabet içindeler.
DMO'yu sarmış diğer bir büyük mesele, yolsuzluk. Nitekim daha birkaç gün önce üç üst düzey DMO komutanının yolsuzluk suçlamasıyla tutuklandığı haberi basına yansıdı. Daha önce de eski Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, DMO komutanlarından "Bizim kaçakçı biraderlerimiz" diye bahsetmişti.
Rafsancani'nin DMO komutanlarıyla bağlantıları
Rafsancani'nin, bazı DMO komutanları ile güçlü bağları vardı. Bu komutanların birçoğu, servet ve iktidarlarını, kendilerine İran-Irak savaşından sonra kalkınma projeleri tahsis eden Rafsancani'ye borçlu. İran'ın Ortadoğu'daki yayılmacı emellerinin başlıca sembolü haline gelen Kasım Süleymani gibi komutanların dahi Rafsancani'ye bir derece saygıları vardı. Ayrıca, Rafsancani'yi sevmeyen muhafazakar siyasetçiler, fiili durum olarak, onu görmezden gelemiyordu; bunun böyle olduğu, cenaze töreninde de çok belirgindi.
Rafsancani bir pragmatist olmamasına rağmen, kendisini pragmatik bir siyasetçi olarak göstermeyi başardı. Nitekim İran sınırları ötesinde de belli bir derecede saygı itibar görüyordu. Örneğin Suudi kraliyet ailesiyle yakın ilişkileri vardı. Aynı zamanda Türkmenistan'ın iktidar elitleriyle ilişkileri iyiydi. Şu anda İran, her iki ülkeyle ilişkilerinde tarihi bir düşüş yaşıyor. Daha da önemlisi, son yıllarda Rafsancani kendisini, özellikle Belucistan Sünnileri başta olmak üzere, etnik-dini azınlıklara, azınlık yanlısı bir siyasetçi olarak takdim etmeyi başarmıştı, ki Dini Lider'in kapısı Belucistan Sünnilerine senelerdir kapalı durumda.
Hamaney sonrasıyla ilgili yanlış hesaplar
Rafsancani'nin önemi, Dini Lider'in ölümüyle ilgili senaryolarla da yakından ilgiliydi. İran'ın siyasi elitleri, hasta olduğu söylenen Dini Lider'in, sağlığı yerinde olan Rafsancani'den önce öleceğine ve Rafsancani'nin ise öyle bir durumda, yeni Dini Lider'in seçiminde kendisine düşen rolü oynayacağına dair yanlış bir hesap yaptılar. Bu hesaba göre Rafsancani'nin, bazı DMO komutanlarıyla yakın ilişkisini kullanacağı ve aralarındaki ihtilaflardan faydalanacağı bekleniyordu.
Şu anda hayatta olsaydı, muhtelif güçlü DMO komutanlarının arasında ve (bir bütün olarak) DMO ile siyasi iktidar sahipleri arasında - 'ideal' olmasa da - belli bir güç dengesi teşkil edebilirdi. En ideal beklenti ise, kendisine ait olan Dini Liderlik Konseyi Projesini gerçekleştirmesiydi. Bu projeye göre Dini Liderlik pozisyonu tek bir kişinin uhdesinde olmayacak, bir grup fakih tarafından doldurulacaktı.
Rafsancani'nin ölümünden sivil-asker ilişkileri ciddi şekilde etkilendi ve bu olumsuz etkilenme, zaman geçtikçe daha da belirgin hale gelecek. Dini Lider'in ölümünden sonraysa durum, ülkenin bir grup DMO komutanının merhametine kalmasıyla daha da kötü bir hal alacak.
Ayetullah Haşimi Şehrudi, Ayetullah Laricani, Ayetullah Reisi gibi, Hamaney'e halef olabilecek muhtelif isimler zikrediliyor. Fakat bütün bu kişiler, dikkatleri, Dini Lider'in oğlu Mücteba Hamaney'i bir sonraki Dini Lider olarak öne çıkarma gayretlerinden başka yerlere çekme taktiğinin bir parçası olarak görülmeli.
Yeni Dini Lider Mücteba Hamaney olabilir
Ayetullah Hamaney'in, Humeyni ve Rafsancani'nin çocuklarının başına gelenlerin kendi çocuklarının da başına gelmesini istemiyor olması gayet anlaşılabilir bir durum. Humeyni'nin oğlu Ahmed Humeyni'nin ölümünün üstündeki sır perdesi hâlâ kalkmış değil; torunu Hasan Humeyni ise geçen sene Koruyucular Konseyi tarafından Uzmanlar Meclisi'nde seçime girmekten men edildi. Rafsancani'nin oğlu Mehdi ise demir parmaklıklar ardında. Bu nedenle yukarıda ismi geçen adayların hiçbiri, Hamaney'in önceliği olmamaktan öte, DMO komutanları arasında bir konsensüs oluşturacak potansiyele bile sahip değil.
Esasen [işaret edilen isimler için söylenen] yetkin olmadıkları gibi uydurma bir sebebe ek olarak DMO komutanları arasındaki çıkar çatışmaları, Mücteba Hamaney'in bu komutanlar nezdinde meşru ve birleştirici bir güç olarak yükselmesine ve nihayet bir sonraki Dini Lider olmasına yardım edecektir. Etrafını DMO komutanlarının aldığı genç, tecrübesiz ve zayıf bir Dini Lider'in gölgesi altında, DMO'nun talimatlarına kulak asmayan herhangi bir cumhurbaşkanı, ya post-modern bir darbe ile koltuğundan edilecek ya da meclis tarafından görevden alınacaktır, zira milletvekillerinin çoğu DMO ile iyi ilişkilere sahip yahut bizzat eski DMO üyeleri.
İran'da cumhurbaşkanlığı, esasen, Cumhuriyetçi olmayan kurumlardan gelebilecek hukuki ve hukuk-dışı müdahalelere açık, zayıf bir makam. Rafsancani gibi güçlü bir destekçinin yokluğu da cumhurbaşkanı olacak kimsenin önündeki seçenekleri iyice kısıtlayacaktır.
Ruhani'nin konumu zayıfladı
İdeal olarak böyle bir durumda, cumhurbaşkanı olan kimse, Türkiye'de 15 Temmuz darbe girişimi esnasında tanık olunduğu gibi, halka çağrıda bulunup desteğini talep etmelidir. Ama böyle bir hamle yapabilmek, etkin ve karizmatik bir lider ister. Böyle güçlü bir kişiliğin ise Koruyucular Konseyi bariyerini aşması mümkün olmayacak. Daha da önemlisi, Türkiye örneğinde, 15 Temmuz darbecileri halkın iradesine teslim oldular, halbuki DMO söz konusu olduğunda böyle bir şey de mümkün olmayacak. Bu konudaki en iyi örnek, yüzlerce kişinin tutuklandığı, işkenceye uğradığı ve öldürüldüğü, tartışmalı 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin akabindeki ayaklanmaların büyük bir şiddetle bastırılmasıdır.
Cumhurbaşkanı Ruhani'ye gelecek olursak, muhafazakarlar şimdiden onu tek dönemlik bir cumhurbaşkanı olarak bırakabilmek için zemin yoklamalarına başladılar. Daha birkaç gün önce, Koruyucular Konseyi sözcüsü Kedhudai, cumhurbaşkanı olmasının, Ruhani'nin 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmasını garanti etmediğini belirtti. Kadhudai, her yeni meclis seçiminde, adaylıkları engellenen onlarca meclis üyesini örnek gösterdi.
Mevcut Dini Lider'den oğluna yumuşak bir iktidar geçişi sağlayabilmek için cumhurbaşkanlığı makamında Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Said Celili veya İmam Humeyni Yardım Komitesi Başkanı Perviz Fettah gibi bir kişinin olması büyük önem taşıyor. Ali Laricani veya Tahran Belediye Başkanı Kalibaf gibi isimler dahi bu amaca hizmet edebilecek kimseler değil; zira muhafazakar olmalarına rağmen mevcut konumlarına kendi gayretleri ile geldikleri için bağımsız kişilikleri ile hareket ediyorlar.
Yeşil Hareketi hâlâ canlı
Bir önceki seçimde Ruhani, Rafsancani'ye bel bağlamıştı. Ama bu sefer kendi ayaklarının üstünde durması gerekecek. Ayrıca, Rafsancani'nin ölümüyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak ve farklı hizipler arasında arabulucu olacağı bir konumu elde etmeyi de düşünmeyecek. Geçtiğimiz birkaç sene içinde, Dini Lider'in her bir açıklamasını, Ruhani'nin itiraz niteliğindeki açıklamaları takip etti. Muhtemelen artık buna devam edemeyecek. Bunun yerine, artık Dini Lider'e yaklaşmaya çalışacaktır.
Ancak bu yaklaşma gayretleri, reformcu destekçilerinden en az bir kısmını kaybetme riski anlamına geliyor. Reformcular halihazırda ılımlılar ile birleşmiş bir durumda olsalar da en sonunda kendi reformcu kimliklerine yeniden sahip çıkacaklardır. Daha açık söylenecek olursa, reformculara ve Yeşil Hareketi'ne son sekiz senede yapılan ağır baskılara rağmen, Rafsancani'nin cenazesine katılanların sayısı ve atılan sloganlar, Yeşil Hareketi'nin hâlâ canlı olduğunu ve Cumhurbaşkanı Ruhani'nin kendilerini arkadan vurduğunu düşündükleri anda da daha radikal bir biçimde yeniden teşkilatlanma ve ortaya çıkma potansiyeli taşıdıklarını düşündürüyor.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Teşgom Kemal İstanbul'da yerleşik bir araştırmacıdır ve İran dış politikası ve iç siyaseti hakkında çalışmaktadır]
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/iran-devrim-muhafizlari-devletine-donusebilir/737775 | 5,472 | 11,198 |
Mısır darbe rejiminin bedelini ödüyor
Mısır'da 2013'teki darbenin ardından iktidara gelen Sisi rejimi, ekonomik anlamda kötü gidişi engelleyemediği gibi yanlış dış politika tercihlerden dolayı ülkeyi bölgesel düzeyde pasif bir aktör haline getirdi.
İstanbul
İSTANBUL - İSMAİL NUMAN TELCİ
Mısır'da 3 Temmuz 2013'te yaşanan askeri darbenin üzerinden beş yıl geçti. Darbe sonrasında ortaya çıkan rejim, ülke tarihinin en baskıcı yönetimi olarak kabul edilirken, sürekli kötüye giden ekonomi, Mısırlılar için hayat şartlarını giderek zorlaştırıyor. Sisi rejimi, siyasi açıdan Batı ülkelerinin desteğini alırken ekonomik anlamda da özellikle Körfez ülkelerinin mali destekleriyle ayakta kalmaya çalışıyor. Öte yandan dış politika alanında da Sisi rejiminin başarısız bir performansı olduğu söylenebilir. Bölge ülkeleriyle yaşanan krizler ve bazı dış politika tercihlerindeki hatalar, Mısırlıların Sisi rejimine karşı memnuniyetsizliğini en üst düzeye çıkarmış durumda.
2013 yılında gerçekleşen askeri darbe, ülkede 1952'den bu yana gerçekleştirilen ilk demokratik ve şeffaf seçimlerle cumhurbaşkanı seçilen Müslüman Kardeşler üyesi Muhammed Mursi'nin görevinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanmıştı. Hareket üyeleri darbeyi kabullenmeyerek sokaklara dökülmüş ve barışçıl protestolarla darbeci askerlerin Mursi'yi serbest bırakmasını ve barakalarına geri dönmesini istemişti. Ancak darbeyi gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı Abdülfettah es-Sisi, Mursi'ye oy veren milyonlarca Mısırlının taleplerini göz ardı ederek Müslüman Kardeşler hareketine karşı geniş çaplı bir baskı politikası başlattı. Bu çerçevede hareketin üst düzey üyeleri tutuklanırken, binlerce darbe karşıtı sivil de gözaltına alındı.
14 Ağustos 2013'te Rabiat'ül-Adeviye meydanında darbeyi protesto etmek amacıyla toplanan Müslüman Kardeşler üyelerine yönelik askeri operasyon, darbe sonrası süreçte bir dönüm noktası oldu. Birkaç saatlik operasyon sırasında iki binden fazla sivil öldürüldü ve izleyen dönemde hareketin Mısır siyaset sahnesinden tamamen silinmesi amacıyla geniş kapsamlı tutuklamalar yapıldı. Müslüman Kardeşler daha sonraki süreçte “terör örgütü” ilan edilirken, harekete üye onbinlerce kişi tutuklu kalmaya devam etti ve İhvan'a ait mal varlıklarına rejim tarafından el konuldu.
İhvan dışındaki muhalifler de baskı altında
Müslüman Kardeşler üyelerine yönelik yargı süreçleri rejimin kontrolündeki sivil ve askeri mahkemelerce gerçekleştirilirken, sadece barışçıl gösterilere katıldıkları ve darbeye karşı geldikleri için hapsedilen binlerce kişi idam cezasına çarptırıldı. Yine bu dönemde hapishanedeki Müslüman Kardeşler üyelerine işkence yapıldığı, tıbbi müdahaleden yoksun bırakıldıkları, insani olmayan koşullarda kalmaya zorlandıkları ve aylarca süren tecrit cezalarına maruz bırakıldıkları çeşitli insan hakları kuruluşları tarafından rapor edildi.
Sisi rejiminin baskı politikası sadece Müslüman Kardeşler üyeleriyle sınırlı kalmadı. 3 Temmuz 2013 darbesi öncesinde Mursi karşıtı gösterilere destek olan ve darbe sırasında da Sisi'yi destekleyen 6 Nisan Hareketi ve Devrimci Sosyalistler gibi diğer sivil hareketler de Sisi rejiminin hışmına maruz kaldı. Bu hareketler darbeyi izleyen süreçte rejimin baskıcı politikalarını eleştirmiş ve 2011'de başlayan devrimin kazanımlarının kaybedildiğini ifade ederek Sisi yönetimine karşı eleştirel bir tutum takınmışlardı. Rejimin bu eleştirilere karşı tutumu sert oldu: 6 Nisan Hareketi de terör örgütleri listesine alındı ve liderleri tutuklandı. Öte yandan ülkedeki sosyalist ve seküler muhalifler de Sisi rejiminin baskıları nedeniyle sessiz kalmaya mecbur oldu. Rejimin bu gruplar üzerindeki baskısı günümüzde halen devam ediyor. Sisi'nin yeniden devlet başkanı seçildiği 2018 seçimlerini izleyen dönemde, aralarında Vail Abbas, Emel Fethi, Şadi el-Gazali Harb ve Şadi ez-Zeyd'in de bulunduğu seküler muhaliflere yönelik yeni bir tutuklama kampanyası başlatıldı.
Sisi rejimi 2013'ten bu yana uyguladığı baskı politikaları kapsamında ciddi insan hakları ihlallerinde de bulunuyor. Bu çerçevede, basın özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar çıkarılarak medyanın rejim tarafından kontrol edilmesinin önü açılırken, sivil toplum örgütlerinin de denetim mekanizması güçlendirildi ve faaliyet kapasitesi ciddi biçimde sınırlandırıldı. Özellikle yurtdışı destekli sivil toplum kuruluşu faaliyetlerinin engellenmesi konusunda Sisi rejiminin yoğun bir çaba içerisinde olduğu görüldü.
Batılı liderlerin darbe rejimine desteği
Sisi rejiminin ülkedeki sivil muhaliflere yönelik baskı politikalarını ve insan hakları ihlallerini sürdürebilmesinde etkili olan unsurların başında, rejimin Batılı ülkeler tarafından meşru bir yönetim olarak kabul edilmesi ve yine bu ülkelerin Mısır'daki hak ihlallerine karşı tepkisiz kalması geliyor. Birçok Batılı lider darbenin baş aktörü Abdülfettah El-Sisi'yi resmi törenlerle ağırlayarak darbe rejimine ihtiyaç duyduğu uluslararası meşruiyeti sağlarken, Mısır'daki insan hakları ihlallerini görmezden geldiler. Öyle ki Sisi'nin 2017 yılında Fransa'ya düzenlediği ziyaret sırasında, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un basın mensuplarının “Mısır'daki insan haklarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?” şeklindeki sorusuna “Başka ülke liderlerine insan hakları konusunda ders veremem” cevabını vererek konuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınması, insan hakları savunucularının tepkisini çekmişti.
Öte yandan Sisi'nin demokratik ve şeffaf olmayan, ağır bir baskı ortamında gerçekleştirilen seçimler sonrasında cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Batılı liderler tarafından tebrik edilmesi de dikkat çekiciydi. Bu durum 2014 ve 2018 yılındaki seçimlerden sonra açık biçimde gözlemlendi. 2014 yılında yapılan ve Sisi'nin yüzde 96,9 oy alarak kazandığı seçimlerin ardından, ABD bir açıklama yayınlayarak Mısır'daki yeni yönetimle stratejik işbirliği kurma konusundaki isteğini vurguladı. Almanya Cumhurbaşkanı Sisi'yi tebrik eden bir açıklama yayınlarken İngiltere, Fransa ve İtalya dışişleri bakanları Sisi'yi arayarak seçim zaferini kutladılar. Benzer bir durum 2018'deki cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında da yaşandı. Seçime giden süreçte kendisine karşı rakip olabilecek adayları tutuklatan ya da yarıştan çekilmeye zorlayan Sisi, Musa Mustafa Musa'ya karşı yarıştığı seçimlerde oyların yüzde 97'sini alarak yeniden devlet başkanı oldu. Yine birçok Batılı lider seçim sonrası Sisi'yi bizzat arayarak tebrik etti ve aralarında ABD Başkanı Donald Trump, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İtalya Cumhurbaşkanı Sergio Matterella, İngiltere Başbakanı Theresa May ve Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de bulunduğu birçok Batılı ülke lideri, bir anlamda Mısır'daki baskı rejiminin meşruiyet kazanmasına destekte bulundu.
Bozulan ekonomi ve dış politikada zafiyet
Darbe sonrası dönemde Sisi rejiminin karşılaştığı en önemli problemlerden biri de ekonomideki kötü gidişat. Darbenin yarattığı istikrarsızlık, siyasi belirsizlik, terör saldırıları ve güvenlik endişeleri, Mısır ekonomisini olumsuz etkiledi. Gerileyen yatırımlar, düşen turizm gelirleri, artan işsizlik, yüksek enflasyon ve kötüleşen makro-ekonomik veriler Mısır'da yaşam koşullarını giderek zorlaştırıyor. Sisi rejimi bu problemleri aşabilmek adına, darbeye destek olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerinden aldığı destekle ekonomiyi işler biçimde tutmaya çalışıyor. Petrol fiyatlarının gerilemesine paralel olarak Körfez ülkelerinin finansal destek konusunda isteksiz davranması Sisi'yi yeni alternatifler bulmaya itti. Bu noktada Uluslararası Para Fonu (IMF) ile görüşmeler başlatan Sisi yönetimi, kısa süren müzakerelerin ardından, bu kurumdan 12 milyar dolarlık kredi almayı başardı. Ancak IMF kredisinin koşulları Mısır'da dar gelirli kesimleri olumsuz biçimde etkiliyor. IMF'nin reform talepleri doğrultusunda Mısır yönetimi elektrik, petrol ve temel gıda maddelerinin fiyatlarını artırmak zorunda kaldı. Bu durum ise zaten ekonomik darboğaz içindeki halkın yönetime karşı tepkisini daha da artırdı.
Son olarak, darbe sonrası dönemde ülke dış politikası da birçok krizle karşı karşıya kaldı. Bunda Sisi rejiminin yanlış dış politika tercihleri etkili olurken, Mısır'ın bölgesel politikalarda etkinliğinin giderek azaldığı gözlemlendi. Etiyopya'nın inşa ettiği Rönesans barajı projesinde Addis Ababa yönetimi ısrarla Mısır'ın taleplerini göz ardı ederken, Sudan yönetimi Mısır'ın yönlendirmelerini umursamayarak Türkiye ile ilişkilerini geliştirdi. Öte yandan, Katar ve Libya krizlerinde Suudi Arabistan ve BAE ile hareket eden Mısır, her iki konuda da bir bakıma bu ülkelerin güdümünde hareket etti ve ciddi bir etkiye sahip olamadı. Filistin'de yaşananlar ve İsrail'le ilişkiler, Mısır yönetimi açısından tam bir hayal kırıklığı olarak görülebilir: Sisi rejimi Tel-Aviv yönetimiyle stratejik işbirliğine gitti, İsrail ordusunun Sina'daki hedeflere yönelik operasyonlar düzenlemesine onay verdi. ABD'nin Kudüs'ü başkent ilan etmesinin ardından İslam dünyasından yükselen tepkilere rağmen, Mısır'ın düşük düzeyli bir profil izlemesi, Sisi rejiminin hem içeride hem de Arap kamuoyunda prestij kaybetmesine neden oldu.
Bu açılardan değerlendirildiğinde, 2013'teki darbenin ardından Mısır'daki Sisi rejiminin, iç politikada istikrarı sağlayamamış, ekonomik anlamda kötü gidişi engelleyememiş ve dış politikadaki yanlış tercihleriyle ülkeyi bölgesel düzeyde pasif bir aktör haline getirmiş bir yönetim olduğu tespit edilebilir. Ülkedeki siyasi konjonktür ve ekonomik durum göz önünde bulundurulduğunda ise Mısır'ın bu çıkmazdan kurtulmasının zor olduğu söylenebilir.
[Ortadoğu siyaseti, Arap devrimleri, Mısır'daki devrim süreci ve Körfez siyaseti konularında uzman olan Dr. Öğr. Üyesi İsmail Numan Telci, Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü (ORMER) müdür yardımcısı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve SETA Dış Politika Masası araştırmacısıdır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/misir-darbe-rejiminin-bedelini-oduyor/1193536 | 4,796 | 9,984 |
Muhammed Ali'den Kalou'ya sporcuların 'ırkçılık' tepkileri
Amerikan Futbol Ligi oyuncusu Kaepernick tarafından 2016 yılında ırk kökenli olayları protesto etmek amacıyla spor sahasında başlayan diz çökme eylemi giderek büyüdü ve Avrupa'ya Almanya üzerinden geldi.
Istanbul
İSTANBUL - Salih Barış Kuyucu
Beyaz Saray'daki ilk yılında birçok tartışmalı karara imza atarak yerel ve uluslararası kamuoyunda tepkilere yol açan, özellikle sosyal medya hesabı üzerinden girdiği polemiklerle gündeme oturan ABD Başkanı Donald Trump, spor dünyasında da ayrıştırıcı bir figür olmakla eleştiriliyor.
Trump'ın ABD'de siyahlara yönelik polis şiddetini protesto eden oyuncuları doğrudan hedef alan suçlamaları, spor tarihine geçen protesto eylemlerine yeni bir halka eklerken, sınırları ABD'yi aşarak Avrupa'ya kadar uzanan zincirleme tepkileri de tetikledi.
Spor sahaları güzel hareketler, sayılar, goller, tribün şovları kadar sporcuların toplumsal olaylara gösterdikleri tepkilerle de anılıyor.
Roma'da 1960'ta düzenlenen olimpiyatlarda ABD adına altın madalya kazanan efsanevi boksör Muhammed Ali, siyahi bir sporcu olarak bir restorana alınmamasına tepki göstererek madalyasını nehre atmış, Vietnam Savaşı'na da asker olarak katılmak istemediğini söylediği için 5 yıl spordan uzak kalmıştı.
Meksika 1968 Olimpiyatları'nda da 200 metrede olimpiyat şampiyonu olan ABD'li sporcu Tommie Smith ve üçüncü olan vatandaşı John Carlos'un yumruklarını havaya kaldırarak ırkçılığa karşı tepkileri, dünyada çok konuşulan ve yankı bulan eylemler olarak hatırlanıyor.
Diz çökme protestosu 2016 yılında başladı
Diz çökme eylemi, Amerikan Futbolu Ligi'nde (NFL) San Francisco 49ers'ta oynayan Colin Kaepernick'in geçtiğimiz yıl ABD polisinin siyahi vatandaşlara sert müdahalelerini, milli marş sırasında ayağa kalkmayarak protesto etmesinin büyük bir eylemin ilk adımının olacağı tahmin edilmiyordu.
Kaepernick'in yaptığı diz çökme eylemi, Amerika Birleşik Devletleri'nde giderek yayılarak beyzbol, basketbol ve Amerikan futbolu oyuncularının da bu tepkiye destek vermesine neden oldu.
Tek bir sporcunun 2016 yılında, polisin siyahlara karşı orantısız şiddetini protesto etmek için başlattığı ulusal marş çalınırken diz çökme eylemi, 1 yılı aşkın süre birkaç sporcuyla sınırlı olarak devam etse de karşılıklı sert açıklamalar olayı giderek büyüttü.
Trump: Sahadan atın hemen desem
ABD Başkanı Donald Trump, spor sahalarında giderek yaygınlaşan protestolara çok sert bir açıklama ile katılınca tepkilerin boyutu genişledi.
Trump, eylül ayında Alabama'da taraftarlarına seslendiği mitingde, argo ve sert cümleler de kullanarak "Siz de futbol takımı sahiplerinin, bayrağa saygısızlık yapan oyunculara, 'Sahadan atın hemen… Kovuldu' demesini duymak istemez misiniz?" şeklinde seslenmişti.
Colin Kaepernick'ın annesi de Twitter sosyal medya hesabı üzerinden Trump'ın bu çıkışına çok sert yanıt vermişti.
Donald Trump'ın, "Bu oyuncuları kovun" diyerek çağrı yaptığı NFL takımlarından Jacksonville Jaguars'ın sahibi Shahid Khan da Londra'daki karşılaşmada oyuncularla birlikte protestoya katıldı.
Başkan Trump, NFL oyuncularının eylemlerini kınamasının "Irkla herhangi bir ilgisi olmadığını" söylese de tepkiler dinmedi.
NBA yıldızı Curry'den Beyaz Saray davetine ret
ABD Başkanı Donald Trump ve Amerikan spor liglerindeki bazı oyuncuları arasındaki gerginlik basketbola da yansıdı.
Ünlü basketbolcu Stephen Curry'nin, NBA şampiyonu takımı Golden State Warriors'a Beyaz Saray'dan yapılan davete katılmak istemediğini açıklaması sonrası, Trump daveti geri çektiğini duyurdu.
Curry'ye yanıt veren Twitter mesajında Donald Trump, "Beyaz Saray'a gitmek şampiyon takım için büyük bir onur anlamına gelir. Ancak Stephen Curry tereddüt ediyor, bu nedenle davet geri çekilmiştir." dedi.
Bu açıklamanın sonrasında ise NBA'in en ünlü isimlerinden LeBron James, ABD Başkanı Trump için "Seni serseri. Stephen Curry gelmeyeceğini zaten açıklamıştı." ifadesinin yer aldığı bir tweet attı.
Trump'ın ülkeyi ayrıştırmak istediğini söyleyen James, bunun gerçekleşmemesi için birlik olma çağrısı yaptı.
NBA'in üst düzey yöneticisi Adam Silver ise şampiyon takımın Beyaz Saray'a gitmemesinin üzüntü verici olduğunu ancak oyuncuların fikirlerini açıklamasından "gurur" duyduğunu söyledi.
Beyzbol sahasında da ilk protesto
ABD'de eylül ayında Ulusal Beyzbol Ligi (MLB) maçında da Oakland Athletics oyuncusu Bruce Maxwell, milli marş çalınırken diz çökmüştü.
Babası orduda görevli olan ve bir askeri üste doğan Maxwell, protesto eylemiyle ilgili olarak, "Sesini duyuramayan insanlar için diz çöktüm." ifadesini kullandı.
Aynı ay içinde Texas'ın ve NFL'in en büyük kulüplerinden biri olan Dallas Cowboys ile Arizona Cardinals karşı karşıya geldi. Phoenix'te oynanan maçtan önce milli marşın okunmasına kısa süre kala iki takım oyuncuları beraber diz çöktü. Onlarla beraber diz çöken diğer isim ise Dallas Cowboys Kulübünün sahibi Jerry Jones'tu.
Başkan yardımcısı maçı terk etti
ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, San Francisco 49ers'tan bazı oyuncuların Indianapolis Colts'a karşı oynadıkları NFL maçından önce ulusal marş çalındığı sırada ayağa kalkmamaları üzerine stadı terk etti.
Pence daha sonra "Herkesin kendi fikirlerine sahip olma hakkı vardır ama NFL oyuncularının bayrağa saygı duymalarını talep etmenin çok bir şey istemek olmadığını düşünüyorum" diye görüş belirtti.
Kalou: Ayrımcılığa karşı duruş sergiledik
Almanya Birinci Futbol Ligi Bundesliga'da hafta sonunda Hertha Berlin-Schalke 04 maçı öncesi ev sahibi takımın, yedekleriyle birlikte karşılaşma öncesi diz çökmesiyle ABD'de başlayan tepki, Avrupa kıtasına da taşındı.
Hertha Berlin'in Fildişi Sahilli kanat oyuncusu Salomon Kalou, ırkçılığın terör kadar kötü olduğunu söyledi.
Bundesliga'nın 8. haftasında Schalke 04'ü ağırladıkları maç öncesi diz çökerek insanlığı, toleranslı, sorumlu ve anlayışlı olmaya çağıran Hertha Berlinli 32 yaşındaki tecrübeli oyuncu Kalou, "Takım ve Berlin kenti olarak her türlü ayrımcılığa karşı duruş sergiledik. Irkçılık, terör gibi. Irkçılık da terör de kötü şeyler. Bu sorunlar karşısında bir şey yapmıyorsanız, meseleye duyarlı kişileri de eleştiremezsiniz." ifadelerini kullandı.
Muhammed Ali olimpiyat madalyasını göle atmıştı
Bu eylemlerin en dikkat çekeni, küresel ölçekte bir duyarlılığı da harekete geçirecek şekilde efsane boksör Muhammed Ali tarafından gerçekleştirilmişti.
Profesyonelliğe 29 Ekim 1960'ta adım atan Muhammed Ali, 18 yaşına girdiğinde Roma Olimpiyatları'nda altın madalyayı kazanarak tüm dikkatleri üzerine çekti. Ali, gençliğini ABD'de ırk ayrımcılığının en yoğun olduğu dönemlerde geçirdi.
Altın madalyalı Ali, ABD'ye döndüğünde bir restorana gitmek istedi. Görevliler “Burada sadece beyazlara servis yapılıyor” diyerek ünlü boksörü içeri almadı. Olimpiyat şampiyonu Ali de ırkçılığa karşı tepkisini ortaya koymak için madalyasını Ohio Nehri'ne attı.
1996 Atlanta Olimpiyatları'nda Uluslararası Olimpiyat Komitesi, Muhammed Ali'ye sembolik bir altın madalya verdi.
Muhammed Ali'nin muhalif kişiliği, bir başka konuda da kendini gösterdi. Vietnam Savaşı'na gitmeyi reddeden Ali, "Benim onlarla sorunum yok." dedi. Muhammed Ali'ye, bu nedenle spordan 5 yıl men cezası verilirken dünya şampiyonluğu unvanı da geri alındı.
1968 Olimpiyatları'nda da 200 metrede olimpiyat şampiyonu olan ABD'li sporculardan Tommie Smith ve üçüncü olan John Carlos'un madalya töreni sırasında yumruklarını havaya kaldırarak ırkçılığa karşı dikkat çekmek için yaptıkları eyleme Uluslararası Olimpiyat Komitesi büyük tepki göstermiş ve tüm yarışlardan men edildiklerini açıklamıştı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/muhammed-aliden-kalouya-sporcularin-irkcilik-tepkileri/941945 | 3,596 | 7,698 |
Suud için Vehhâbîlik'ten dönüş mümkün mü?
Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın benimsediği reform söyleminin, iç dinamiklerden ziyade 11 Eylül sonrasında İslâm dünyasına yönelik neo-oryantalistik projeler çerçevesinde dayatıldığı dikkate alınmalı.
İSTANBUL - Özcan Hıdır
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed b. Selman'ın (MBS) kısa süren Mısır, İngiltere ve Fransa ziyaretleri bir yana, 18 gün süren ve iyi bir PR çalışmasının ürünü olan ABD ziyaretinde gerek hemen her kesimden önde gelen kişi ve kurumlarla görüşmeler, gerekse bir kısmı Türk medyasına da yansıyan dikkat çekici açıklamaları çokça tartışıldı. Özelde Suud genelde ise bütün İslâm dünyasında “dramatik” değişim-dönüşümleri haiz olması sebebiyle, onun bu açıklamaları, bundan sonra da çokça konuşulup üzerinde analizler yapılacak. Trump'ın Suriye'ye muhtemel müdahalesi konusunun da MBS'nin ziyaretinde görüşülmüş olabileceği yönünde değerlendirmeler mevcut.
Nitekim MBS'nin değişim-dönüşüme dair açıklamaları Amerika ve Batı'daki bazı analizlerde, bir yandan “Suud'da değişimi getirip dünyaya açacak”, “Suud kadınını güçlendirecek” ve “Suud tarihini yeniden yazacak” türü ifadelerle alkışlanırken, diğer yandan da “sınırları zorlayan” yönüne, “dramatik” olma vasfına vurgu yapılmaktadır. Onun özellikle İran rejimini hedef alan açıklamalarının İran tarafından sert bir dille eleştirilmiş olduğu da belirtilmelidir. Ancak ne gariptir ki, hemen her fırsatta “insan hakları” retoriği ile Türkiye'ye eleştiri getiren ABD ve Batılı karar vericiler, Suud'a ve MBS'ye yönelik hemen hiç eleştiri getirmediler. Bernie Sanders, Mike Lee gibi etkili senatörler ve Los Angeles Valisi Eric Garcetti'nin “insan hakları”na yönelik eleştirileri ile ABD iş dünyasının bazı liderlerinden MBS'nin öncülüğünde Suud'un reform vaatlerine dair şüpheci tutumları bazı cılız eleştiriler olarak kaydedilebilir.
Kral olması durumunda -ki kuvvetle muhtemeldir- MBS'nin, jeopolitik ve teo-politik anlamda önemli ve üstelik “Mekke-Medine'nin (Haremeyn)” bulunduğu bir coğrafyaya hükmedecek olması, bu ziyaret ve açıklamaların önemini tabiatıyla arttırıyor. Dolayısıyla MBS'nin sözleri, Suud'un çok ötesine geçen yönleri, çağrışımları ve politikaları haizdir. Bu itibarla “Suud sadece Suud'dan, MBS de sadece MBS'den ibaret değildir” tespiti ışığında MBS ile Suud'un nereye koştuğu sorusuna verilecek cevaplar, yeni dönemde Suud ve Ortadoğu politiği ve teo-politiğini anlamada çok daha anlamlı hale gelmiştir. Bu meyanda şunu vurgulamak gerekir ki, Ortadoğu'daki -aslında bütün dünyadaki- olayları, politikaları anlamada inter-disipliner/multi-disipliner bakışla “teo-politik bakış” Türkiye'de artık akademyanın gündemine girmelidir.
MBS'nin ziyaretlerinin teo-ekonomi-politiği
Mısır ziyareti bir yana, MBS'nin İngiltere, Fransa ve geçen hafta sonu Teksas'ta eski başkanlardan baba-oğul Bush görüşmesi ile sona eren -ki ardından Fransa'ya gitti- ABD ziyareti ekonomik ve teo-politik açıdan önemli mesajlar içeriyordu. Devlet erkânı dışında, “sinema endüstrisi”, “uzay yolculuğu”, “bilim-teknoloji transferi”, “dünya çapında sanatçıların katılacağı konserler”, “caz festivalleri” ve “sinema-tiyatro salonları” açılması gibi hususlarda anlaşmalar imzaladığı Harvard, MIT, Hollywood, Silikon Vadisi, Amazon, Apple, Microsoft, Walt Disney, Boeing, Virgin Galactic, Lockheed Martin (THAAD adlı balistik füze üreticisi) ve bazı Yahudi-Hıristiyan kurumları –ki Müslümanlardan hiçbir kurumun ziyaret edilmemesi dikkat çekti- içeren temaslarına ilave olarak, Sir Richard Branson, Bill Gates, Tim Cook, Elon Musk, Oprah Winfrey, Michael Douglas, Morgan Freeman, Dwayne Johnson, Jeff Bezos, Adam Aron, Michael Bloomberg, Bob Iger, Rupert Murdoch, Thomas Friedman, Bill-Hillary Clinton, Obama, John Kerry, Henry Kissinger gibi, hemen her kesimden etkili kişilerle görüştü.
Bu geniş görüşme yelpazesi göz önüne alınırsa, ziyaretin “ılımlı İslâm” ve “Vehhâbîlik'ten dönüş” açılımıyla ilgili, Suud'un radikal örgütler ve terörle anılan imajını düzeltmeyle ilgili teo-politik amacı kadar, 2030 vizyonu olarak açıkladığı projesinin tanıtımı ve Suud'a yatırım çekmeyle ilgili “ekonomi-politik” ayağı da öne çıktı. Suud'da yeni “Dubai”ler oluşturma adımları demek olan ve daha ziyade tüketime yönelik eğlence kültürünün transferinin öne çıkacağı aşikâr olan bu adımların bazı yetkililerce “nüfusunun yüzde 70'i 30 yaş altı olan Suud'a mutluluğu getirmek” olarak lanse edilmesine de dikkat çekelim. Bütün zamanların en iyileri arasında gösterilen "Black Phanter” filminin de 18 Nisan'da Riyad'da kadın-erkek birlikte yapılacak büyük bir gala ile gösterileceği de bu arada ilan edildi. Suud ve dünyanın en önemli petrol şirketi olan 2 trilyon değerindeki Aramco'nun halka arzının nerede (Londra veya New York) yapılacağına da nihai olarak bu ziyaretler sonrasında karar verilecek olmasını belirtmek gerek. Bu arzın adresinin ABD-New York borsası olması kuvvetle muhtemel.
Kısa süren Mısır, İngiltere ve Fransa ziyaretleri bir tarafa MBS'nin Amerika ziyaretinde belki de en dikkat çekici açıklaması Washington Post, Times ve The Atlantic gibi prestijli medya organlarına yaptığı Vehhâbîlik'ten dönüşe dair “Amerika istediği için Vehhâbîliği dünyaya yaydık” şeklinde, aslında Ekim 2017'de yaptığı “ılımlı İslâm”a dönüş ile örtüşen açıklaması oldu. Washington Post'tan Karen De Young'a konuşan MBS, Soğuk Savaş döneminde ABD'nin talebiyle komünizme karşı Vehhâbîliği yaymaya başladıklarını söyledi. The Atlantic'ten Jeffrey Goldberg ile olan söyleşisi ile daha önce CBS'in en prestijli haber programı 60 Dakika için Norah O'nnell'e verdiği geniş mülakatta ise MBS, bu sözünü somutlaştırdı: “1979'dan önce fonlamak derken, Soğuk Savaş'tan bahsediyorsunuz. Komünizm her yere yayılıyordu, Birleşik Devletler, Avrupa ve bizi tehdit ediyordu. Mısır bu çeşit bir rejime dönmüştü. Komünizmden kurtulmak için kimi bulduysak onunla çalıştık. Bunlar arasında İhvan var. Onları finanse ettik. Aslında ABD de finanse etti. Hatta İhvan, bunu fırsat bilerek Suud eğitim sistemine alabildiğine sızdı. Şimdi onları eğitim sistemimizden tamamen temizliyoruz.”
Burada “Suud'un Vehhâbîliği yaydığı ve bunu Amerika istediği için yaptığı yönünde, aslında malumun ilamı olarak da niteleyebileceğimiz olgunun en yetkili ağızdan “iki zımnî itiraf”ın varlığının altını çizelim.
Reform adımlarına muhtemel tepkiler
Peki, yıllarca, petrol gelirinin büyük bir kısmını Vehhâbîliği dünyaya yaymak için harcayan Suudi Arabistan, Vehhâbîlik'ten dönebilir mi? Yapsa bile “tepeden inmeci” bu politikanın, nesiller boyu vehhabî-selefî kimliği ile yoğrulmuş Suud halkı nezdindeki muhtemel etkisi-yankısı ne olabilir? Bunlara dair net cevaplarımız henüz yok. Ancak Suud toplumunu yakından tanıyanlar şunu bilirler ki, özellikle toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ve genelde hedonist-konformist bir hayatı benimseyen gençler ve kadınlar, ülkede katı vehhâbî-selefî anlayışın yön verdiği kapalı rejimden pek de hoşnut değiller. Bu meyanda Suud'un yüzde 70'inin 30 yaş altı gençlerden oluştuğu belirtilir. MBS de bunu bildiği için “ılımlı İslâm” ve “Vehhâbîlik'ten dönüş açıklamalarını daha ziyade bu kitleyi hedefleyerek yapmıştır. Burada özellikle Kral Abdullah döneminde başlatılan ve Batı'daki üniversitelere eğitim için gönderilip eğitimlerinin ardından geri dönen ve sayıları hiç de az olmayan Suudlu gençlerin (kadın-erkek) “yeni nesil” anlayışın temsilcileri olarak taleplerini ortaya koyduklarını ve kendileri ile aynı kuşağın temsilcisi MBS'nin de bu minvalde reform anlayışını ortaya koyduğu da söylenebilir.
Diğer yandan da MBS, Vehhâbîliği yayma faaliyetlerinin finansmanının artık hükümet değil, Suudi merkezli vakıflar tarafından sağlandığını-sağlanacağını da ifade etme gereği duymuştur. Bu beyan içten gelecek tepkileri azaltma amaçlıdır. Zira tutuklamalar ve baskılar sebebiyle seslerini pek çıkaramasalar da, Sahve Hareketi mensupları ile geleneksel selefî-vehhâbî çizgideki âlim ve gruplar başta olmak üzere, içeride farklı selefî kesimlerde büyük bir memnuniyetsizlik olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Öte yandan Prens'in “Amerika istediği için Vehhâbîliği dünyaya yaydık” şeklindeki beyanının ne anlama geldiği irdelenmelidir. Zira MBS, bu yayma işinin Soğuk Savaş döneminde olduğunu söylüyor. “Ilımlı İslâm” ile ilgili açıklamasında ise aşağıda vurgulanacağı üzere, radikal-vehhâbî anlayışın Suud'da 1979 İran devriminden sonra yerleştiğini, onun öncesinde “ılımlı-toleranslı” İslâm anlayışının hâkim olduğunu ifade etmişti. CBS'teki mülakatta bu tarihten önce Suud'da kadınların araba kullanabildiklerini, her yerde çalışabildiklerini ve sinema-tiyatro salonlarına sahip olduklarını söylüyor. 1979 tarihinden önce Suud'da kısmen toleranslı bir ortamın olduğu söylenebilir. Ancak yine 1979 yılında meydana gelen Suud Ulusal Muhafız ordusunda görev yapmış Cüheymân liderliğindeki radikal-selefî grubun yaptığı “Ka'be baskını”ndan ise hiç söz etmiyor.
Dolayısıyla fikrî temelleri İslâm'ın ilk devirlerindeki “zahirî-haricî-haşevî” yorum çizgisi olsa da, modern dönemde radikal-entegrist selefî anlayış, Suud devletinin formel anlamda kuruluşundan önce ilk kurucu figürü olan Muhammed b. Abdülvehhâb'ın dönemine gider. İlk kurucu Muhammed b. Suud başta olmak üzere Suud'un hemen bütün kralları tahta çıktıklarında “Selefîlik ve Vehhâbîliğe vurgu yapmışlardır. Bir anlamda Vehhâbîlik, Suud ailesinin kimlik aidiyeti ve meşrûiyet kaynağı olmuştur. Ne var ki Vehhâbîliğin özünde bir reform-ıslahat hareketi olma özelliğini de hesaba katmak gerekir. Hanbelîlik-Selefîlik üzerine araştırmaları ile tanınan H. Laoust'un ifadesiyle Selefîlik-Vehhâbîlik, “muhafazakâr-reformist”, hatta “pragmatist” olmak gibi dikotomik tutumlara da sahiptir. İnanç konuları dışındaki fıkhî konularda reformist-ıslahatçı bir çizgi de takip edebilmişlerdir. Aslında bu XVIII. yüzyıldaki çoğu selefî tandanslı ıslahatçı hareketlerde bulunan bir özelliktir.
Nitekim Ekim 2017'deki “ılımlı İslâm” açıklamasının sonra, en son örneklerini, daha önce “haram” olarak ifade edilen “Sevgililer günü kutlaması”nın caiz olduğu” fetvası başta olmak üzere, kadınların toplumsal hayatta “abaye” giyme zorunluluğun kalktığı ve spor yapma izni verilmesinde ve nihayet Spor Bakanlığı'nca düzenlenen ve yüzlerce kişinin katılımıyla yapılan “iskambil turnuvası”nda gördüğümüz bir dizi açılım-karar peş peşe geldi, geliyor.
Vehhâbîlik'ten dönüş başta olmak üzere Suud'daki açılımlar esasen katı-kapalı bir toplum olan Suud için aslında iyi ve arzulanan yönleri de haiz. Zira bu tür kapalı-katı ideoloji ve rejimlerin sürdürülebilir bir yanı yoktur. Nitekim MBS de bunun sürdürülebilir bir yanı olmadığını farketmiş ve “ılımlı İslâm”a dönüş açıklamasıyla değişimin fitilini ateşlemiştir. Bu itibarla MBS'nin, DEAŞ, el-Kaide ve Taliban gibi terör örgütlerine dinî-ideolojik zemin hazırlayan “radikal-entegrist ve tekfirci selefî” anlayış-akımların bundan böyle desteklemeyeceği anlamına da gelen açıklaması olumlu karşılanmalıdır. Bunun ise özelde Suud ve İslâm dünyası genelde bütün dünyada “orta yolu temsil eden ana akım İslâm yorumu”nun öne çıkmasına ve nihayet İslâm'ın alabildiğine negatifleş(tiril)en imajına olumlu katkı yapacağı muhakkaktır.
Ne var ki burada sorgulanması gereken en önemli yön, MBS'nin ve Suud'un şahsında bu söylem, eylem ve açılım politikalarının kendi iç dinamikleri -iç dinamiklerin önemli rolü olsa da- ile değil, daha ziyade 11 Eylül sonrasında İslâm dünyasına yönelik neo-oryantalistik projeler çerçevesinde dış dinamiklerle ortaya konulup dayatılmasıdır.
"Sa'vede-suudlulaştırma” politikası ve “şer üçgeni”
MBS ile Suud'un radikal-entegrist Vehhabilik ile özdeşleşen dinî bir devlet görüntüsü yerine, “sa'vede-suudlulaştırma” politikası ile Suudiliğe indirgenmiş bir ulus devlet oluşturmayı arzu eden bir yaklaşım sergilediğini söylemek gerekir. Yani dinî-sekter bir kimlik-ideolojik yapıdan etnisiteyi öne çıkaran bir kimlik oluşturmaktır. Tabiatıyla bunu yaparken bir dış tehdit-düşmanın varlığına ihtiyaç duyulur. Yeni MBS doktrininde de bu düşman esasen 1979 devrimi ile işbaşına gelen İran rejimi ve bu rejime esas rengini veren Şiî doktrini ve mollalardır. Buna göre mollaların en üst temsilcisi Âyetullah Hamaney'i Hitler'e benzetmekte ve hatta “Hitler'den daha tehlikeli” bulmaktadır. Buna karşılık Yahudilerin kendi ulus devletlerini kurma haklarını kabul ettiğini de beyan etmektedir ki, daha önce hiçbir Arap lider bunu kabul etmemiştir. Bu meyanda İran, yalnızca Suud'u tehdit eden bir düşman değil, bütün Sünnî İslâm dünyasını tehdit eden bir ülke olarak gösterilmektedir. Burada Sünnî devletler içindeki önemli yüzdelere ulaşan -ki Suud'da bu oran yüzde 15-20'leri bulmaktadır- İran'ın etki alanındaki Şiî nüfusa da dikkat çekmek gerekir.
Bu açıklamalarda soğuk savaş mantığı ile Suud-İran bloklaşması ve diğer İslâm ülkelerinin de bu bloklaşma etrafında şekillendirme -hatta buna zorlama- çabası açıktır. Burada Vehhâbîlik'ten dönüp “ılımlı İslam” anlayışını benimsemiş Suud'un Sünnî dünyanın liderliğine soyun(durul)makta olduğu açıktır. Bu blok-cephede yer almayan veya İran ile işbirliği yapan Sünni ülkelerin de, şu veya bu şekilde hedef alınacağı anlaşılıyor. Dolayısıyla son tahlilde İran ile bölgesel ekonomik ve siyasi işbirliğini devam ettiren ve üstelik Türkiye-İran-Rusya ekseniyle bölgede sonuç alıcı politikalara imza atan Türkiye'nin de hedef alındığı-alınacağı vurgulanmalıdır.
Veliaht Prense göre “Şer üçgeni”nin bir diğer ayağı, "demokratik yöntemleri kullanarak gölge bir hilâfetle Müslüman imparatorluk kurmak isteyen" İhvan hareketidir. MBS, şeytan üçgeninin üçüncü ayağına el-Kaide, DEAŞ, Hizbullah, Hamas ve Hûsîler gibi örgütleri yerleştiriyor. Mısır'da yaptığı belirtilen ancak daha sonra yalanlanan bir açıklamada bu şer üçgeninden biri olarak Türkiye de gösterilmekteydi. Ancak Prens gerek İngiltere gerekse ABD ziyaretinde Türkiye'ye yönelik doğrudan bir beyanda bulunmadı.
Râbıta başkanı Muhammed el-Îsâ'nın yeni rolü-misyonu
İslâm dünyasında hemen her siyasî reform, mutlaka bir dinî adıma ihtiyaç duyar. Yani ülkelerde siyasî kurucular olduğu gibi dinî kurucular da vardır ve bunlar aynı hedefe doğru uyumlu giderse başarı gelir. Belki de Suud bu anlamda en dikkat çekici ülkelerden biri. Suud'un kuruluşunda Muhammed b. Suud (siyasî kurucu) ile Muhammed b. Abdülvehhâb (dinî kurucu) bu anlamda rol aldılar. Daha sonraki krallara resmî destek veren Abdülazîz b. Bâz-İbn Useymin ve şu anki müftü Abdülazîz âl-Şeyh gibi âlimler hep oldu. Muhammed b. Selman ile bu dönemin ruhuna uygun bir isim olarak ise, Râbıta başkanı Muhammed el-Îsâ öne çıkıyor. Nitekim MBS'nin Mısır, İngiltere, ABD ve Fransa ziyaretlerindeki Yahudi-Hıristiyan dinî liderlerle görüşmesinde yanında Muhammed el-Îsâ bulunuyordu. Son olarak Fransa ziyaretinde Macron'un, “siyasetten arınmış bir İslâm”ın ne kadar gerekli-makbul olacağını açıkladığı görüşmede de el-Îsâ oradaydı. Üstelik bu görüşmeden bir gün önce “rahipler konferansı”na katılıp Katoliklere siyasete aktif katılım çağrısı yapan Macron bunu söylüyordu.
"Ilımlı İslâm” açılımına dair dini adımlar Râbıta başkanı öncülüğünde atılıyor. Nitekim kendisi eylül ayında önce bütün dünyadan yaklaşık 500 âlim-mütefekkirin katıldığı New York-Manhattan'da bir toplantı gerçekleştirdi. Ka'be imamı Abdurrahman es-Sudeys'in “Amerika ve Suudi Arabistan iki kutup olarak dünyayı yönetiyoruz” açıklaması yaptığı bu toplantının hemen ardından el-Îsâ, Vatikan'da Papa ile görüştü. Yine bu esnada Suud'da ilk kilise açılışının yanı sıra diğer bir dizi ziyaretler-görüşmeler çerçevesinde dinî reform adımları ve diyalog toplantıları yapıldı.
Öyle görülüyor ve anlaşılıyor ki, “dinî-siyasî” kurucular olarak “iki Muhammed” (Muhammed b. Suud ve Muhammed b. Abdülvehhâb) tarafından temelleri atılan Suud Devleti'nin yeni bir misyonla “ikinci kurucusu” da yine bir “Muhammed” olacak. Yanında ise -belki de- “ikinci dinî kurucu” olarak yine bir “Muhammed”, yani Muhammed el-Îsâ var. MBS'nin hemen hiç yanından ayrılmayan Harvard'da eğitim görmüş Suudlu “başdanışmanı” Muhammed eş-Şeyh'i ve en yakın müttefiki BAE'den Muhammed b. Zayed'i de katarsak yeni dönemde Suud başta olmak üzere Körfez'deki bloklaşmada öncü rol oynayan “Muhammedler”in sayısı dörde çıkıyor.
Bakalım bu “üç -ve hatta dört- Muhammed” döneminde Suud -ve dolayısıyla Ortadoğu- nereye koşacak?
[Prof. Dr. Özcan Hıdır İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Rotterdam İslam Üniversitesi öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/suud-icin-vehh%C3%A2b%C3%AElik-ten-donus-mumkun-mu/1115783 | 8,263 | 16,493 |
Türkiye-Venezuela ilişkilerinde tarihi fırsatlar
Türkiye-Venezuela ilişkileri on yıldır gittikçe derinleşen Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinden ayrı düşünülemez. Ankara'nın Latin Amerika ilişkilerinin çerçevesi her geçen gün birçok alanda genişliyor ve daha kalıcı hale geliyor.
İSTANBUL -MEHMET ÖZKAN
Bundan en fazla beş yıl önce Türkiye ve Venezuela arasında tarihi öneme sahip olacak türde bir siyasal, sosyal ve ekonomik yakınlaşma olacağını öngörmek, büyük ihtimalle hayalci olmakla suçlanacak ve kabul görmeyecekti. Fakat 2018 yılı itibariyle, özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Karakas ziyareti vesilesiyle ilişkiler zirveye ulaştı. Peki Türkiye ile Venezuela arasındaki bu tarihi yakınlaşmayı nasıl izah etmek gerekir? Türkiye-Venezuela ilişkilerini tarihi süreçte değerli kılan ve anlamlandıran şey nedir?
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki Türkiye-Venezuela ilişkileri son on yıldır yavaş yavaş ilerleyen ve gittikçe derinleşen Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinden ayrı düşünülemez. Ankara'nın Latin Amerika ilişkilerinin çerçevesi her geçen gün ticaretten siyasete, eğitimden güvenliğe kadar birçok alanda genişliyor ve daha kalıcı hale geliyor. Bu ilişkilerin ana motoru ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminden bu yana kıtaya gösterdiği özel ilgi ve bu çerçevede yaptığı üst düzey ziyaretlerdir. TİKA, AA, Yunus Emre ve en son olarak Maarif Vakfı gibi kurumlar kıtada varlık göstererek bu ziyaretleri desteklerken, YTB ise kıtadan yüzlerce öğrenciyi “Türkiye Bursları” kapsamında ülkemize getiriyor. Diyanet hem kıtadaki çeşitli faaliyetleriyle hem de 2014 yılında yaptığı Türkiye-Latin Amerika Dini Liderler Zirvesi ile dini kardeşlik bağlarını güçlendiriyor. İHH ve Hasene gibi bir çok sivil toplumun kuruluşunun kıta ülkelerinde gerçekleştirdiği Ramazan ve Kurban projeleri kısa vadeli katkılarının yanı sıra, ilişkilerdeki genişleme boyutuna da ciddi katkılar sağlıyor.
Türkiye-Venezuela ilişkileri işte tam da bu noktada siyasal ilişkilerin en ileri olduğu bir zirveyi temsil ediyor. Nasıl ki Türkiye 2005-2010 yılları arasında genişlettiği Afrika açılımını 2011 yılından bu yana Somali ilişkileriyle derinleştirerek kendisini siyasal bir aktör olarak kıtaya kabul ettirip Afrika'da artık bir ana oyuncu haline geldiyse; Türkiye'nin Venezuela ile ilişkileri de, aslında Türkiye'nin Latin Amerika'da siyasal aktör olmasının önünü açabilecek öneme sahip. Bu anlamda Türkiye'nin, aynen Afrika'da Somali örneğinde olduğu gibi, “sorun” alanı geniş bir ülkeyle ilişkisini, bütün avantaj ve dezavantajlarıyla, Venezuela ile de tecrübe edeceği beklenebilir. Bugün için Türkiye-Venezuela ilişkilerinin başarısı ve geleceği, büyük oranda, teknoloji, enerji, ticaret, eğitim ve güvenlik alanlarındaki çok boyutlu işbirliklerinin koordineli, sağlıklı ve ortak bir vizyon çerçevesinde yürütülüp yürütülememesiyle doğrudan alakalı. Bu anlamda, Somali tecrübesinin de gösterdiği gibi Ankara, Venezuela ile ilişkileri için bir özel temsilci atamayı ciddi şekilde düşünebilir.
Türkiye ile Venezuela ilişkilerinin ilerleyişini son yıllardaki bir kaç gelişme şekillendirmiştir: (a) Venezuela'nın devlet olarak uluslararası sistemden dışlan(ıl)ma hissi, (b) Erdoğan-Maduro arasında gelişen özel dostluk ve (c) her iki ülkedeki darbe teşebbüsleri dolayısıyla Batı'nın Türkiye ve Venezuela'da sosyal mühendislik yapma çalışmalarının oluşturduğu toplumsal atmosfer. Bunlardan ilki küresel bağa işaret ediyor. Hem Venezuela hem de Türkiye bazı küresel güçler tarafından “sorunlu” olarak görülüyor ve dışlanıyor. Ekonomik ve siyasal anlamda oluşturulan dış baskılar, özellikle Erdoğan ve Maduro arasında bir tür özel ilişkinin önünü açtı. 1970-1980'lerde Amerikan etkisinin son derece yoğun olduğu her iki ülke de bugün Amerika ile sorunlar yaşıyor. Bu sorunların temel sebebi ise eskiden kurulan ilişkilerin yapısal çerçevesinin artık işlemez olması.
Erdoğan ile Maduro arasında kurulan kişisel ilişkilerin yanı sıra, her iki ülkede de yaşanan darbe girişimleri, toplumları birbirine yakınlaştıran bir etken oldu. 2016 ve 2018 Ağustos aylarında Venezuela lideri Nicolas Maduro'ya yönelen darbe ve suikast girişimleri, Türkiye'de geniş toplum kitlelerine 15 Temmuz hain darbe girişimini hatırlattı. Özellikle bu olayların arkasında Batılı güçlerin olduğu kanaati (olmasa bile Batılı devletlerin bu girişimlere verdiği zımni veya açık destek) her iki toplumda da genel olarak batı karşıtlığını, özelde ise Amerikan karşıtlığını körükledi. Bu durum, Türkiye ve Venezuela arasında ortak bir kader algısı oluşturarak Türk ve Venezuela halkı arasında duygusal ve sosyal bir bağın kurulmasına sebep oldu.
En geniş çerçeveden bakıldığı zaman Türkiye (bütün eksik veya fazlalarına rağmen) Ortadoğu'da İslami hassasiyetleri olan siyasal akımların iktidarda kalabildiği son kaledir. Venezuela ise artık kıtada gücü azalan sol ideolojinin iktidardaki son kalesi konumundadır. Bu anlamda, Batı ve sistem karşıtı iki siyasal aktörün Batı'nın bütün baskılarına rağmen kurdukları karşılıklı ilişki, geç kalmış bile olsa, alternatif sistem arayışındaki siyasal aktörlerin karşılıklı tecrübe paylaşımı anlamında faydalı olabilir. Bu anlamda, karşılıklı entelektüel etkileşimlerin gelecekteki siyaset açısından faydaları olabileceği de dikkate alınmalıdır.
Türkiye ve Venezuela artık (yukarıda özetlenen ilişkiden) bir adım öteye geçmeli ve ilişkilerdeki siyasal boyutu daha da derinleştirmelidir. “Siyasal ilişki” ifadesinden hem güvenlikle hem de doğrudan siyasal konularla alakalı karşılıklı etkileşimler anlaşılmalıdır. Bu açıdan en az iki konuda Venezuela için Türkiye anlamlı katkılar sağlayabilir. Venezuela'da yaşanan iç siyasal krizin aşılması ve özellikle de muhalefetle bir tür ortak alan bulma çabaları, son üç yıldır devam etmesine rağmen başarılı olamadı. Vatikan çeşitli vesilelerle sürece dahil olsa da anlamlı bir sonuç elde edemedi. Eski İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero ise kıtadan bazı eski devlet başkanlarıyla beraber, muhalefetle iktidar arasında çeşitli girişimlerde bulunmaya devam ediyor. Şu ana kadar gösterilen çabaların başarılı olmamasının sebebi ise Maduro üzerinde etkide bulunabilecek ciddi bir aktörün devrede olmaması. Türkiye bu anlamda, eski arabuluculuk tecrübelerinin ışığında, Maduro ile kurulan özel ilişkiyi de dikkate alarak, Venezuela iç barışına katkıda bulunabilir. Çoğunluğu Amerika'da yaşayan Venezuela muhalefetiyle Ankara'nın makul çerçevede kuracağı bir ilişkinin, Venezuela'da yaşanan ekonomik ve siyasal krizin çözümüne katkı sağlayabileceği düşünülmelidir.
Yine benzer bir şekilde, Türkiye'nin arabuluculuk rolü, Venezuela'nın yaşadığı bölge ülkelerinin katılımıyla da genişletilebilir. Venezuela-Kolombiya ilişkileri bu anlamda kilit bir önce sahiptir. Türkiye'nin her iki ülke ile de son derece iyi ilişkilerinin olduğu düşünüldüğünde bu durum ciddiyetle değerlendirilebilir. Ankara'nın hem Venezuela'daki iç barışa yönelik hem de bölgedeki barışa yönelik çabaları, muhtemelen Türkiye'nin Latin Amerika'daki siyasal rolünü derinleştirecek ve bu durumdan Türkiye son derece başarılı bir dış politika örneğiyle çıkacaktır. Bu konuda Türkiye Hindistan ve Rusya gibi aktörlerle beraber hareket etmeyi de düşünebilir.
Uluslararası sistemde artık her sorun çok kısa bir sürede sistemsel bir sorun haline gelmektedir. Küçük sorunlar sistemsel bir kavganın parçası oldukça derinleşmekte, derinleştikçe de çatışmalar genişlemekte ve uzamaktadır. Bu durum “çözümsüz sürdürülebilirlik” denilen bir tür kriz yönetimine dönüşmektedir. Venezuela'daki iç siyasi kriz ve dolayısıyla yaklaşık 4 milyon Venezuelalının başta Kolombiya olmakta üzere Latin Amerika'daki diğer ülkelere göç etmesi, Venezuela meselesini sistemsel bir krize dönüştürmek için “harika” bir ortam sunuyor. Amerika başta olmak üzere Batı'nın Maduro ile iletişimi reddettiği bir ortamda Venezuela Rusya-Çin eksenine yakınlaşmaya çalışıyor. Özellikle son aylarda artan Rusya-Venezuela ilişkisi, Venezuela'nın uluslararası sistem açısından ikinci bir Suriye krizine dönüşme ihtimalini güçlendiriyor. Rusya, Kırım ilhakı ve Suriye krizi üzerinden bölgedeki ABD etkisini azaltarak etkinlik alanını genişletme tecrübesi ışığında, Venezuela konusunu bir tür sistemsel sorun haline getirmeye hazırlanıyor. ABD'nin “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika'da yaşanabilecek bir sistemsel krizin, en az 1962 Küba krizine benzer şekilde, tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini dikkatlerden kaçırmamak gerekir.
Türkiye Venezuela ile kurduğu özel ilişkilerini küresel barışa katkı sağlayacak ve Venezuela halkının lehine olacak bir şekilde kullanmak isterse, şu an için Ankara'nın yapacağı her türlü arabuluculuk girişimi, Venezuela krizinin sistemsel bir kriz haline gelmesinin önündeki yegane engel olabilir. Türkiye'nin bu süreçte başarılı olup olamayacağından bağımsız olarak, bunun bir tarihi fırsat olduğunun görülmesinin ve en azından Ankara'nın iyi niyetinin çok olumlu sonuçlar doğuracağının vurgulaması gerekir.
[2015-2018 yılları arasında Kolombiya'da TİKA Latin Amerika Direktörü olarak görev yapan Doç. Dr. Mehmet Özkan Pontificia Universidad Javeriana, SETA ve Polis Akademisi dahil birçok kurumda uluslararası ilişkiler alanında dersler vermiştir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/turkiye-venezuela-iliskilerinde-tarihi-firsatlar/1330103 | 4,421 | 9,297 |
Venezuela'da neler oluyor?
Rusya Maduro'ya desteğini ilan etti. Çin kısmen Maduro'nun arkasında duruyor. Venezuela üzerindeki kutuplaşma sertleşirse ABD ile Rusya arasında, aynı Suriye'de olduğu gibi sistemsel bir güç mücadelesi krizini göreceğiz.
İSTANBUL - Doç. Dr. Mehmet Özkan
Venezuela tarihi günlerinden birini 23 Ocak 2019'da yaşadı. Cumhurbaşkanı Nicolas Maduro karşıtı (son derece dağınık olan) muhalefet, 2015'ten beri ilk defa, net bir şekilde beraber hareket etmeye başladı ve ilk defa Maduro karşıtı muhalefete net bir şekilde uluslararası destek geldi. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dahil, Avrupa ve Latin Amerika'dan bir çok ülke Maduro'nun lağvedip yerine Kurucu Meclis kurdurduğu eski meclisin başkanı Juan Guaido'yu yasal geçişin cumhurbaşkanı olarak tanıdı. Muhalefet ve batılı ülkeler, Maduro'nun görev süresinin 10 Ocak 2019 itibariyle bittiğini ve 2018 baharında yapılan ve Maduro'nun 6 yıllık için yeniden seçilmesiyle sonuçlanan seçimin yasal ve meşru olmadığına inanıyor. Peki buraya nereden gelindi? Bundan sonra süreç nasıl ilerler ve neler olur? Türkiye nasıl bir politika izleyebilir?
Buraya nasıl gelindi?
Hugo Chavez 1999 yılında iktidara geldiğinde üç şeye sahipti: Karizma, vizyon ve siyasetini şekillendirebileceği maddi kaynak. 2002 yılında girişilen başarısız askeri darbeden sonra hem karizmasını hem de vizyonunu perçinleyen Chavez, 2005 sonrasında petrol fiyatlarının aşırı yükselmesiyle kıtadaki en güçlü lider konumuna gelmişti. 2013 yılında Hugo Chavez hayatını kaybedip yerine Nicolas Maduro geldiğinde Venezuela'da bu üçünden de eser kalmadı. Petrol fiyatları 30-40 dolarlara kadar düştü; uzun boyu dışında bir karizması olmayan Maduro iktidara geldiğinde zaten Latin solu vizyonunu çoktan kaybetmeye başlamıştı, dolayısıyla Venezuela'da vizyon da kayboldu. Yani Venezuela kendisini güçlü kılan üç temel şeyi kaybedince siyasi çıkmaza girdi.
Bütün ekonomi politikasını petrol gelirleri üzerine kuran Venezuela'nın muhalefeti de benzer bir çıkmaza girdi. Chavez karşıtlığı dışında hiçbir ortak noktası olmayan ve egosu yüksek onlarca liderin birleşmesiyle oluşan “Demokrasi İçin Birlik Masası” (MUD) 2015 yılında meclis seçimlerinde başarı sağlasa da çok kısa bir süre sonra dağıldı. Yani işin özü, Venezuela'da hem iktidar kanadı hem de muhalefet siyasi bir açmazın içine girdiler. Aynı süreçte ekonomi her geçen gün kötüleşti. Venezuela en son 2013 yılında yüzde 2 civarında büyüdü. O tarihten beri Venezuela'nın ekonomik büyüme rakamları hep eksi oldu. 2015 yılında ekonomisi yaklaşık yüzde 7 oranında küçülen Venezuela'nın 2018 yılının ilk çeyreğinde ekonomik küçülmesi yaklaşık yüzde 15 civarındaydı. Son dört yılda (Luftansa, Air France ve Avianca dahil) birçok havayolu şirketi Venezuela'ya uçuşlarını durdurdu. Öyle ki arabası bozulanlar yetersizlik sebebiyle arabalarını tamir ettirecek parçaları dahi bulamıyorlar. Asgari ücret şu an için Venezuela'da 4 dolar civarında. Bu paranın her hafta değişen bolivar/dolar paritesine göre ayrıca değerini kaybettiğini de vurgulamak gerekiyor. 2017 yılı enflasyon oranı yaklaşık yüzde 2400'dü. Bir öğle yemeği yemek için bir poşet dolusu bolivar götürmek gerekiyor.
İşte tam bu dönemde, ülke her anlamda kötüye giderken, iktidar savaşı her şeyin önüne geçti. 2015 Aralık ayında yapılan meclis seçimlerini muhalefet kazandı ve 16 yıllık Sosyalist Parti egemenliğine son verdi. Bundan sonraki ilk seçimlerde cumhurbaşkanlığını kaybedeceğini düşünen Maduro, ilk önce 2017 yılında meclisi feshetti ve yerine Kurucu Meclis kurdu. Kurucu Meclis daha sonradan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2018 Mayıs'ında yapılmasına karar verdi ve seçimi Maduro kazandı. Meclisin feshini, kurucu meclisi ve yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini anayasal bulmadığı için muhalefet kabul etmedi. Mayıs 2018'de seçimi kazanan Maduro, 10 Ocak 2019'da yemin ederek ikinci 6 yıllık görevine başladı. Maduro'nun ikinci dönemini anayasal bulmayan muhalefet, lağvedilen meclis üyeleri, yeni bir seçim yapılıncaya kadar meclis başkanı Guaido'yu geçici başkan olarak atadı. 23 Ocak 2019'da son derece koordineli bir şekilde ABD, Kanada ve çoğu Latin Amerika ülkesi Juan Guaido'nun cumhurbaşkanlığını tanıdı.
Süreç nasıl ilerler, nereye varır?
Bundan sonra Venezuela bölgesel anlamda tamamıyla izole edilecek, ciddi şekilde sıkıştırılacak. Özellikle 13 üyeli Lima Grubu ülkeleri bu politikada başı çekiyor. Maduro yerine yeni cumhurbaşkanıyla doğrudan çalışıp işleri koordine etmeye çalışacaklar. Dolayısıyla Maduro ve Venezuela politikaları üzerinden Latin Amerika ülkeleri açısından kıtada ciddi bir kutuplaşma ve iç bölünmeyi göreceğiz. Bölgede ilk defa ortak bir Venezuela politikası gelişiyor; ilk defa Bolivya hariç Latin Amerika ülkeleri bir konuda beraber hareket ediyorlar. Bu birlikteliğinin yine kıtaya yayılan yaklaşık 4 milyon Venezuelalı göçmenlere yönelik olarak da devam etmesi beklenebilir. Bütün bölge ülkeleri Venezuela'yı göçmen sorunu konusunda Latin Amerika'nın Suriye'si olarak görüyor.
İç siyaset alanında çok gösterili, şiddet meyilli bir süreç Venezuela'yı bekliyor. 2015'te ilk defa beraber hareket eden çok parçalı Venezuela muhalefeti ilk defa farklılıklarını kenara bırakıp tekrar beraber hareket etmeye başladı. Maduro karşıtlığı bir şekilde ona siyasal anlamda can verdi. Buna karşılık Maduro kendi taraftarlarını ve özellikle de silahlandırdıklarını sahaya sürerse şiddet olayları kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca iç siyaset açısından Sosyalist Parti içinde bölünme yaşanıp yaşanmaması da son derece belirleyici. Muhalefet eğer sürece askerler destek verirse onların affedileceğini ve yargılanmayacağını şimdiden ilan etti.
Venezuela iç siyasetinde siyasal bir vizyon birlikteliğinden ziyade, iktidarda kalmanın getirdiği ortak çıkar paylaşımı, Maduro ve taraftarlarını hayatta tutuyor. Eğer bu kırılırsa Maduro'nun gitmesi kaçınılmaz olur. İç siyasetteki diğer bir denge gettolarda yaşayan 16 milyon civarındaki Venezuelalı. Bunlar büyük oranda devlet desteğiyle hayatlarını sürdürüyorlar. Eğer Maduro gıda ve diğer konularda bu insanlara yardımda yetersiz kalır ve gettodakiler artık iktidarın değişmesi gerektiği yaklaşımı içine girer ve sokağa çıkarsa Maduro rejimi bitmiş demektir. Bu ihtimalde Maduro taraftarları arasında hızlı ve belirleyici bir çözülme beklenebilir.
Küresel anlamda işler daha da karışabilir. Rusya Maduro'ya desteğini ilan etti. Çin kısmen Maduro'nun arkasında duruyor; en azından siyasal anlamda net bir destek mesajı vermiyor. Venezuela üzerindeki kutuplaşma sertleşirse ABD ile Rusya arasında, aynı Suriye'de olduğu gibi sistemsel bir güç mücadelesi krizini göreceğiz. Silahlandırma, farklı grupları destekleme ve her türlü vekalet savaşının yaşanabileceği bir sürece girebilir Venezuela. Bu durum eğer sert giderse yeni bir 1962 Küba krizine, eğer yumuşak giderse Trump için yeni bir pazarlık malzemesine dönüşecektir. Sert bir sistemsel kriz oluşursa Maduro'nun geleceği Beşşar Esed'e çok benzeyecektir. Kriz çok sert olmazsa ABD ile Rusya arasında sistemsel krize dönüşen Venezuela konusu, Trump ve Putin arasında, birinin Suriye'yi, diğerinin Venezuela'yı etkisi altına aldığı bir anlaşmayla da sonuçlanabilir. Yani işin özü, Rusya Venezuela'dan çekilme karşılığında Amerika'nın Suriye'den vazgeçmesini isteyebilir. Bu durumda Maduro'nun iktidarda kalamayacağı açıktır. Bu anlamda Kırım ve Suriye'den sora Venezuela, üçüncü bir sistemsel kriz oluşturmaya gebe bir durumda.
Türkiye'nin dış politika seçenekleri neler?
Türkiye Maduro'ya desteğini hemen açıklayan ülkelerden biri. Önünde en az iki seçenek var: Bunlardan biri, ciddi bir diplomasi hamlesi başlatarak krizi çözmeye çalışmak. Bu konuda benzer düşünceye sahip olan İspanya ve Meksika ile koordineli bir şekilde arabuluculuk girişimlerinde bulunabilir. Bu politika tercih edilirse başarılı olunmasa bile en azından prestij kazanılır ve Türkiye Venezuela ile olan özel ilişkisini pozitif katkı için kullanmış olur.
İkinci seçenek “bekle-gör” politikasıdır. Bu politikada Türkiye'nin özellikle altın ticareti dolayısıyla suçlanması ve İran meselesinde olduğu gibi cezalandırılmak istenmesi ihtimali açığa çıkabilir. Yine aynı şekilde, neredeyse bütün Latin Amerika ülkelerinin Venezuela'da Maduro karşıtı bir politika takip ettiği bir dönemde, Türkiye'nin en azından görünüşte “aşırı Madurocu” duruşu, derinleşen Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinde sorunlar doğuracak ve Latin Amerika'da Türkiye hakkında oluşan pozitif algıya zarar verecektir.
Bunların yanı sıra, Türkiye için asıl mesele, eğer Venezuela ABD ile Rusya arasında bir sistemsel krize dönüşürse nasıl bir politika izleyeceğidir. Suriye konusunda olduğu gibi, ikisi arasında gelgitli ve dalgalı bir politika mı izleyecek, yoksa doğrudan Rusya'nın ve Maduro'nun yanında mı yer alacaktır? Her iki seçeneğin de çeşitli maliyetler getireceği açıktır. Ayrıca Venezuela konusunda Türkiye'deki bilgi/uzman eksikliği de düşünüldüğünde, Ankara'nın bu süreci nasıl yöneteceği ayrı bir sorudur.
İşin özü, 23 Ocak 2019 itibariyle Venezuela krizinde yeni bir aşamaya geçildi. Küresel ve bölgesel aktörler pozisyonlarını güçlendirip, ülke içindeki muhalefete ciddi bir can verdiler. Bu gidişat Venezuela'da iktidarı hemen değiştirmese bile, ciddi şekilde ülkeyi bir tür kaosa götüreceği son derece açık. Türkiye'nin de bu süreci yakından takip edip aktif bir politika takip etmesi şart. Bunun da ilk adımı, hem süreci yakından takip edebilmek hem de etkin bir diplomasi yürütebilmek için, Venezuela konusunda bir özel temsilci atamak olabilir.
[2015-2018 yılları arasında Kolombiya'da TİKA Latin Amerika Direktörü olarak görev yapan Doç. Dr. Mehmet Özkan Pontificia Universidad Javeriana, SETA ve Polis Akademisi dahil birçok kurumda uluslararası ilişkiler alanında dersler vermiştir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/venezuela-da-neler-oluyor/1373440 | 4,669 | 10,011 |
Venezuela'daki siyasi krizin ekonomik yansımaları
Venezuela'da siyasi krizin ekonomik yansımaları ve sosyal alanda yarattığı tahribat kısa sürede düzeltilebilecek gibi değil.
BOGOTA - MEHMET ÖZKAN
Venezuela'da siyasi krizin her geçen gün derinleştiği artık sürekli konuşulan, olağan bir gerçek. Fakat bu krizin ekonomik yansımaları ve sosyal alanda yarattığı tahribat kısa sürede düzeltilebilecek gibi değil. Her gün değişen fiyatlar, yerel para birimi Bolivar'in dolar karşısındaki değerinde resmi kur ile serbest piyasa arasında 80 kata ulaşan farklılık, eriyen maaşlar ve bir de bunun üstüne eklenen nakit para sıkıntısı, Venezuelalıların yaşamını her açıdan zorlaştırmış durumda. 1970'lerde Latin Amerika'nın en büyük ekonomilerinden biri olan ve başta Kolombiya olmak üzere diğer ülkelerden yaklaşık 5 milyon göçmen alan Venezuela'ya ne oldu da bu hale geldi?
Venezuela siyasi tarihinin en fakir dönemi
Öncelikle şunu belirtelim ki Batılıların kolayca söyleyiverdikleri gibi sorun sadece ülkedeki “sol” iktidar değil. Aksine “sol” diye ortada duran, büyük oranda insan faktöründen kaynaklanan çok ciddi bir kötü yönetimin sebep olduğu bir krizle karşı karşıyayız.
Hugo Chavez 1999 yılında iktidara geldiğinde üç şeye sahipti: Karizma, vizyon ve siyasetini şekillendirebileceği maddi kaynak. 2002 yılında girişilen başarısız askeri darbeden sonra hem karizmasını hem de vizyonunu perçinleyen Chavez, 2005 sonrasında petrol fiyatlarının aşırı yükselmesiyle kıtadaki en güçlü lider konumuna gelmişti. 2013 yılında Hugo Chavez hayatını kaybettiğinde Venezuela'da bu üçünden de eser kalmadı. Petrol fiyatları 30-40 dolarlara kadar düştü; uzun boyu dışında bir karizması olmayan Nicolas Maduro'nun iktidara gelmesiyle beraber Venezuela'da vizyon da kayboldu. Yani Venezuela kendisini güçlü kılan üç temel şeyi kaybedince siyasi çıkmaza girdi.
Bütün ekonomi politikasını petrol gelirleri üzerine kuran Venezuela muhalefeti de aynı çıkmaza girdi. Chavez karşıtlığı dışında hiçbir ortak noktası olmayan ve egosu yüksek onlarca liderin birleşmesiyle oluşan “Demokrasi İçin Birlik Masası” (MUD) 2015 yılında meclis seçimlerinde başarı sağlasa da çok kısa bir süre sonra dağıldı. Bugün için Venezuela'da hem iktidar kanadı hem de muhalefet, siyasi tarihinin en “fakir” dönemini yaşıyor.
Bu siyasi krizin ortasında kalarak ekonomik anlamda kötüye gidişten en çok zarar gören ise halk oldu. Venezuela en son 2013 yılında yüzde 2 civarında büyüdü. O tarihten beri Venezuela'nın ekonomik büyüme rakamları hep eksi oldu. 2015 yılında ekonomisi yaklaşık yüzde 7 oranında küçülen Venezuela'nın, 2018 yılının ilk çeyreğinde ekonomik küçülmesi yaklaşık yüzde 15 civarındaydı. Son dört yılda (Luftansa, Air France ve Avianca dahil) birçok havayolu şirketi Venezuela'ya uçuşlarını durdurdu. Öyle ki teknik arabası bozulanlar yetersizlik sebebiyle arabalarını tamir ettirecek parçaları dahi bulamıyorlar. Asgari ücret şu an için Venezuela'da 3 dolar civarında. Bu paranın her hafta değişen bolivar/dolar paritesine göre ayrıca değerini kaybettiğini de vurgulamak gerekiyor. 2017 yılı enflasyon oranı yaklaşık yüzde 2400'dü. Bir öğle yemeği yemek için bir poşet dolusu bolivar götürmek gerekiyor.
Ekonomik kötü gidişe dur demek için yeni 100 bin bolivar banknotunu geçen yıl piyasaya süren Maduro yönetimi, bu hamlesiyle de gidişatı durdurabilmiş değil. Bugün Karakas'ta ciddi şekilde nakit para sıkıntısı çekilmesi yüzünden herkes banka kartıyla ödeme yapıyor. Zaten nakit olsa bile güvenlik sorununun her geçen gün arttığı Venezuela'da kimse yanında bir çuval para taşımak istemiyor. Venezuela'da iş yapan firmaların çoğu, iş yaptıkları ortaklarından, paralarını yurtdışındaki hesaplarına dolar olarak transfer etmesini istiyor. Ülke içinde kazandıkları bolivarı bir an evvel dolara çevirip değer kaybının önüne geçmek istiyorlar. Resmi kura göre 1 dolar yaklaşık 3400 bolivar. Gayri resmi olarak ise seyahatlerim sırasında gözlemleyebildiğim kadarıyla üç farklı kur var. Kolombiya-Venezuela sınırından birisi olan Cucuta'da bir dolar yaklaşık 106 bin bolivar, yani resmi kurun en az 30 katı. Başka bir sınır bölgesi olan Arauca'da ise bir doların karşılığı 80 bin bolivar, yani resmi kurun 24 katı. Başkent Karakas'ta ise durum son derece değişken: Şu an için bir doların karşılığı yaklaşık 260 bin bolivar. Bu ise resmi kurun en az 80 katı demek. Özellikle Karakas'ta nakit paranın neredeyse hiç olmamasının nedeni, insanların bu kurlar üzerinden ciddi şekilde ticaret yapıyor olması. Çoğu tüccar parasını Cucuta ve Arauca gibi sınır bölgelerine götürerek orada dolara çevirip aynı doları daha yüksek fiyatla, Karakas'ta banka transferi üzerinden satıyor. Bu durum, ülkenin son derece kötüye giden ekonomisinin içinde belirli rant gruplarının oluşmasına yol açmış.
Marketlerde temel ihtiyaç maddelerini bulmak çok kolay değil; mallar gelir gelmez marketler boşalıyor. Çoğu insan işini kaybetmiş durumda. Önceden herkesin arabasının olduğu Venezuela'da artık orta sınıfların bile araba sahibi olması lüks. Çoğu insan ev, araba dahil neyi varsa satıp ülkeden gitmeye çalışıyor. Son üç yıldır hızla artan bu eğilim nedeniyle şu ana kadar yaklaşık 4 milyon insan ülkeyi terk etmiş durumda. Bunların yaklaşık 800 bini Kolombiya'da; geri kalanlar ise ABD, İspanya, Arjantin, Brezilya ve diğer Latin Amerika ülkelerine dağılmış durumda.
Maduro'nun önündeki çıkış yolları
Venezuela'da derinleşen ve yakın zamanda bir çıkışın beklenmediği siyasi kriz, artık Latin Amerika'da bir göçmen dalgası da yaratmış durumda. Bu ise mültecilerin gittiği ülkeler için ayrıca yeni bir ekonomik yük demek. Tüm Latin Amerika'da zaten ekonomi genel olarak iyiye gitmiyor. En fazla büyüyen ekonomi olan Peru'da bile büyüme oranı yüzde 3 civarında. Bu yılın Mart ayında yolsuzluk suçlamaları nedeniyle istifa eden Peru Cumhurbaşkanı Pedro Pablo Kuczynski sonrasında Peru ekonomisinin halinin ne olacağı belli değil.
Venezuela'da 20 Mayıs'ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini Nicolas Maduro'nun kazanmasına herkes kesin gözüyle bakıyor. Şu ana kadar, yaşanan sosyal sorunları her türlü insani yardımı reddederek görmezden gelen Maduro için şu üç çözüm dışında alternatif yok: Ya 2000 yılında Ekvador'un yaptığı gibi para birimini dolara geçirecek ya da insani yardımı kabul edip sosyal sorunların derinleşmesinin önüne geçecek bir politika takip edecek. Üçüncü yol ise Çin veya Rusya'ya bağımlılığını artırarak bir çözüm yolu bulmaya çalışacak.
Venezuela para birimi bolivarın artık anlamsızlaştığının farkında ve en büyük geliri ise dolar üzerinden sattığı petrol. Fakat petrolden gelen paraların çoğu yurtdışındaki borçlara gidiyor. Maduro değeri bir varil petrolün fiyatına bağlı olacak “petro” adı verilen bir sanal parayı piyasaya sürmeye çalışıyor. 2017'nin Aralık ayından beri konuşulan petro ile ilgili şu ana kadar atılmış somut bir adım yok. Venezuela'nın amacı, gelecekte çıkaracağı petrolü şimdiden petro ile satarak ülkeye yabancı para girişini sağlamak. Batılı ülkeler nezdinde halen yürürlükte olan ambargoların varlığı düşünülünce petronun büyük oranda Rusya ve Çin tarafından satın alınması beklenebilir. Bu açıdan bakılınca, Venezuela'da yaşanan ekonomik kriz, 2000'li yıllarda Zimbabwe'nin yaşadığı soruna benziyor. Zimbabwe yeraltı kaynaklarını büyük oranda Çin'e satarak ekonomik anlamda kendisini toparlamış ve Çin'in Afrika'daki uydusu haline gelmişti. Önümüzdeki dönemde Venezuela'nın Çin'e ya da Rusya'ya bağımlılığını artırcak bir çözüm yolunu tercih etmesi ise ABD'nin arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika'da Çin/Rusya-ABD rekabetinin derinleşmesi ve keskinleşmesi demek.
İşin özü, Venezuela'da siyaseten başlayan kriz ekonomik anlamda ciddi bir kötüleşmeyi getirdi. Bu ekonomik kötüye gidiş ise kıtada ciddi bir insani dram oluşturmaya devam ediyor. Bir zamanlar kıtanın en güçlü ülkesi olan, dünya petrol rezervlerin yüzde 24,8'ine sahip olan Venezuela, bugün kendi ayakları üzerinde bile durmakta zorlanan, çürümüş bir dev durumunda. Bu devin devrilmesi halinde, Venezuela'nın yeni bir Libya mı yoksa bir Suriye mi olacağını ise zaman gösterecek.
[Polis Akademisi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Mehmet Özkan Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) Kolombiya koordinatörüdür]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/venezueladaki-siyasi-krizin-ekonomik-yansimalari-/1109392 | 3,976 | 8,334 |
Zoraki ilişkilerin kavşağındaki ortaklık: Afrika Birliği-Avrupa Birliği
Avrupa'nın Afrika'ya ilgisi Fenikelilerden Romalılara, Bizanslılara uzanan onlarca asır içinde hep “almak” üzerine kuruludur ve kıtanın Mağrip olarak bilinen kuzeyi hariç tutulursa “hiç vermeme” ilkesine dayanır.
İSTANBUL - Prof. Dr. Ahmet Kavas
Akdeniz'in güneyi ile kuzeyi arasındaki tarihi bağlar kadar güncel konular, Afrika ile Avrupa'yı ister istemez birçok konuda birbirine muhtaç kılıyor. Birini diğerinden ayırmanın imkânsızlığı öncelikle coğrafyadan kaynaklanıyor. Burada anlaşılması güç olan ve sorulması gereken en hayati soru, hangisinin diğerine daha bağımlı konumda kalmadığıdır. Aslında bu sorunun cevabı meseleye ne taraftan bakıldığıyla alakalıdır: Mesleğine bakılmaksızın bir Avrupalı için yaşanan ne kadar sıkıntı varsa kaynağı bizzat güneydeki kıtadan gelmektedir. Sıradan bir Afrikalı ise içinden çıkamadıkları ne kadar mesele varsa, arkasında mutlaka Avrupa'da tezgâhlanan bir oyun olduğunu düşünür. Bilhassa Asya ülkeleri ise bu ikili arasında son iki asırdır yaşanan süreçte birisinin hep kazandığı, diğerinin de hep kaybetmeye mahkûm bırakıldığı kanaatindedir.
Afrika-Avrupa ilişkilerinde üstünlük kurma
Avrupa'nın Afrika'ya ilgisi Fenikelilerden Romalılara ve Bizanslılara uzanan onlarca asır içinde hep “almak” üzerine kuruludur ve kıtanın Mağrip olarak bilinen kuzeyi hariç tutulursa “hiç vermeme” ilkesine dayanır. Müslüman Araplar ise 8-16. yüzyıllar arasında yanlarına aldıkları Berberiler ile bu durumun istisnasını teşkil etmişlerdi. İber yarımadasından ilerleyerek Paris'e kadar yaklaşıp kurdukları idarelerle, kuzeyindeki kıtayı güneyle birçok konuda aynı kaderi paylaştırmak için birleştirmişlerdi. Avrupa'yı sadece alan değil, veren konumuna da getirmişlerdi. Türkler ise 16. yüzyılın başından 19. yüzyılın ortalarına kadar iki kıta arasına adeta bir set çekerek Afrika'nın kuzeyden gelebilecek her türlü istiladan kurtulmasına, hatta ciddi anlamda oranın imkânlarından istifade etmesine fırsat vermişlerdi.
Sömürgecilik ise Avrupalıların en ciddi hamlesi olarak kuzeyde uzak tutulduğu Afrika sınırlarını batı, güney ve doğu tarafından kuşatmaktan vazgeçmemişti. Bu durum “Afrika çekişmesi” süreciyle birlikte adeta bir talana dönüşmüştü. 20. yüzyılın ilk yıllarına gelindiğinde, 30 milyon kilometrekarelik kıta başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Portekiz, Belçika, İtalya, İspanya ve Almanya tarafından, 1885 yılındaki Berlin Konferansı ile masa başındaki paylaşıma göre adım adım istila edilmişti. Almanya bu süreçten Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sebebiyle tamamen kopsa da, diğerleri kıtadaki varlıklarını bağımsızlıkların elde edilmesine kadar bir şekilde devam ettirdiler.
Sömürgecilik: Afrika-Avrupa ilişkilerinin hafızası
Sömürgeciliğin yerele ait olan ne varsa yıkan etkisinden 1950'lerden sonra birer birer kurtulan Afrika ülkelerinin, Avrupa ile ilişkileri zaman zaman kangrene dönüşse de, kopması veya eşit şartlarda sürdürülecek seviyeye kavuşması için köklü değişiklikler gerekiyor. İki kıta arasındaki mevcut bağların kökeninde kendisini hissettirmeye devam eden sömürgeci tavrın hafızalarda canlılığını korumasının önüne geçilemeyeceği bir gerçek. Yine de 1957 yılında Avrupa ülkeleri arasında kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve 1963'te kurulan Afrika Birliği Teşkilatı Akdeniz'in güneyi ile kuzeyi arasında yeni ilişkiler ağını yeniden kurmaya başladı. Aynı yıl içinde imzalanan Yaounde Sözleşmesi, iki kıta arasındaki ilişkide ilk defa mütekabiliyet teşkil eden belge oldu. Bunu 1975 yılındaki Lome Sözleşmesi devam ettirdi. 2000 yılındaki Cotonou Anlaşması ise Afrika ile Avrupa arsasında 2020 yılına kadar geçerliliği devam edecek şekilde kalkınma ve ticaret konularına öncelik veren işbirliği sürecini başlattı.
Şimdilerde ise geçen 20 yılda yapılanlar ışığında 2063 için yeni bir yol haritası belirlenmeye çalışılıyor. Kahire'de 2000'de ilk yapılan Afrika-Avrupa Birliği devlet adamları zirvesinin beşincisi 2017 yılı Kasım ayında Fildişi Sahili'nin ekonomik başkenti Abidjan'da “Gelecek için gençliğe yatırım” teması öne çıkarılarak yapıldı. İlk defa bu zirvenin adı “Afrika-Avrupa Birliği” yerine Afrika Birliği (AfB)-Avrupa Birliği (AB) zirvesi olarak benimsendi. Zira Batı Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti'ni resmen tanıdığı için 1984 yılında askıya aldığı üyeliğine 33 yıllık aradan sonra dönen Fas, kurucu üyesi olduğu AfB'deki yerine aldı. Zirveler her ne kadar ilgi çekici başlıklara konu olsa da, perde arkasında programlanması ve özellikle finansmanı ciddi gerginliklere sebep oldu. Her toplantıda sömürgecilik konusunun mutlaka bir şekilde dile getirilmesi ise Avrupa tarafı için can sıkıcı bir hatırlatma. Geleceğin inşasında geçmişe yapılan atıfların önüne geçilmesi de en ciddi taleplerden biri.
AfB-AB'nin eşit şartlarda ortaklığı mümkün mü?
1963 yılındaki ilk teşebbüsten 2018 yılında kadar, iki kurum arasındaki en kötü dönem 2016 yılında yaşandı. Somali'deki AfB Barış Gücü askerleri için AB tarafından 2004 yılından itibaren yapılan ödeme durduruldu. Bu durum ilk defa ilişkilerin menfi anlamda derinlemesine etkilenmesine sebep oldu. Ayrıca AfB Komisyonu Başkanı Nkosazana Dlamini-Zuma'nın 2012-2017 yılları arasındaki görevi boyunca sürdürdüğü sömürgecilik karşıtı söylem Avrupalı muhataplarını rahatsız ediyordu. Devamlı surette “kazan-kazan”, “eşitler arası ortaklık” gibi kavramlar üzerine kurulan resmi söylem, AB ve AfB arasındaki yapısal dengesizlik nedeniyle uygulamaya yansımıyor. Bir tarafta 189 milyar dolarlık yıllık bütçesi olan AB, diğer tarafta 2 milyar doları bulmayan, yani neredeyse yüz katı düşük bir kaynakla ayakta durmaya çalışan bir AfB var. Dahası, 32 binden fazla personelle çalışan bir kurumun, sadece bin 600 kişi ile çalışan AfB karşısında sağlayacağı etkinlikle, her şartta eşit bir ortaklıktan bahsetmek mümkün değil. Sahip olduğu her türlü imkânla, kendisini Afrika'nın hem kıta içi meselelerinde hem de uluslararası ilişkilerinde “lala”sı (yani eğiticisi) olarak gören Avrupalılar, Afrikalı muhataplarıyla her ortamda gerginlik yaşıyorlar. Bu sebeple geçmişteki meseleler ve hatta güncel meseleler yerine, gelecek hakkındaki meselelere, hassaten gençlikle ilgili konulara ağırlık vererek tartışmalı alanlardan uzaklaşmayı tercih ediyorlar.
Çin'in Afrika'da attığı her adımı yakından takip eden AB, zaman zaman kıskançlık hissini gizleyemiyor. Kıtaya yapılan bir milyon dolarlık bir yardımın günlerce gündemde kalmasına sinirlenen Avrupalılar, kendilerinin bazen aylık 20 milyon doları bulan yardımlarının hiçbir ortamda dile getirilmemesinden şikayetçiler. “Asya'nın devi”nin kıtada yaptığı yatırımları koruma amaçlı asker yerleştirmesi ise yakın gelecekte bardağı taşıracak süreçlere sebep olabilir. Son 25 yılda neredeyse her ülkede ciddi altyapı yatırımlarına öncelik veren Çin kıta içinde dikkat çeken adımlar attıkça, Avrupa geçmişte Afrikalılardan esirgediği en ufak yatırımın şimdi başka bir ülkece yapılmasını engelleyemiyor; fakat kendisi de bu anlamda rol kapma teşebbüsünde bulunmuyor. Ebette bu süreç, önümüzdeki yıllarda Çin'in kaybettiren ortak olmasının önünde bir engel değil.
AB'nin Afrika'da öncü üye ülkeleri
İki kıta arasındaki ilişkilerde, adeta 55 üyeli AfB ile 28 üyeliği AB'nin tüm üyeleri adına kurulmuş bir ortaklıktan bahsedilir. Oysa iki kurum arasındaki ilişkilerde Fransa, İngiltere ve Almanya daima belirleyici etkinlik kuruyorlar. Avrupa'nın herhangi bir ülkesi üyesi olduğu birlik içinde bunlara rağmen öne çıkamıyor. Almanya her ne kadar sömürgecilik döneminde kıtada tutunamamışsa da son yıllarda giderek artan bir nüfuz elde etti. Ancak AB bünyesindeki komisyon, konsey, parlamento gibi farklı kurumlarda her devlet ciddi kontrol hakkını kullanırken, AfB üyesi ülkeler, genel anlamda kendi yapılarının içinde bulunmaları dışında fazla bir donanıma sahip değiller.
Kıtanın neredeyse her köşesinde sömürge kuran Fransa ve İngiltere'nin öncü rolünü yakın gelecekte alacak başka bir Avrupa ülkesi görünmüyor. Fransa'nın 2011'de Libya'ya, 2012'de Mali'ye ve 2013'de Orta Afrika Cumhuriyeti'ne yaptığı askeri müdahaleler, AB'nin değil doğrudan kendisinin kararlarıyla yapılmıştı. İngiltere'nin Brexit ile AB dışında kalma kararı, sadece kendi aralarındki bir mesele olmanın çok daha ötesine geçiyor. Birlik içinden Afrika'ya yapılan yardımlarda ciddi bir paya sahip olan İngiltere'nin katkıları artık doğrudan kendi adına olacak. Her Afrika ülkesinde diplomatik temsilcilik açmayı ciddi kaynak israfı olarak gören pek çok üye ülke, şayet daha önce girişimleri varsa bile bunları kapatıp AB Temsilciliği ile yetiniyor. 2018 yılına kadar Çad Cumhuriyeti'nde elçilik açmayan İngiltere, Brexit sonrası, bu ülke de dahil olmak üzere Afrika ülkelerinde artık kendi temsilciliklerini açmaya karar verdi.
İki zorlu konu: Göç ve terör
Avrupa ülkelerinin göç konusundaki tavırları Afrikalı muhataplarını ciddi olarak rahatsız ediyor. Sömürgecilik döneminde Afrikalıları köleleştiren bir düzen kuran Avrupalılar, kıtanın büsbütün işgali sürecinde yerel insan gücünü silahlandırarak önce kendi coğrafyalarının topyekûn sömürgeleştirilmesinde kullanmıştı. Sonra Birinci ve İkinci Dünya Savaşı cephelerine taşıyıp kendi düşmanlıklarına alet ederek çarpıştırmış, daha sonra ise yakılan ve yıkılan şehirlerinin onarımında ve fabrikalarında işgücü olarak kullanmıştı. Bağımsızlık sonrasında ise beyin göçüyle hep Afrika'nın aleyhine gelişmeler yaşanmıştı.
Bugün Akdeniz'i bir “ölüm gölü” haline getiren, 2001 sonrası tüm kıtayı saran felaket önce el-Kaide adıyla sahaya sürüldü. Ardından Mağrip el-Kaidesi, Somali'de eş-Şebab, Mali'de Ensaruddin ve MUJAO ve nihayet Çad Gölü havzasında Boko Haram ile bir anda birçok coğrafyada milyonlarca insanın yaşadıkları topraklar terörize edildi. Bu defa bunları önlemek amacıyla, AB 2004 yılında teröre karşı mücadeleyi kolaylaştırma adına aldığı kararla AfB'nin barış gücü faaliyetlerini finanse etmeye başladı. Ancak 2016'da AfB üyesi ülkelerin de barış gücüne maddi destekte bulunmasını isteyerek geri adım atınca ciddi bir tepkiyle karşılaştı. Afrika ülkeleri, Avrupa'ya gönderdikleri ürünlerin vergisinin sadece binde 2 oranında artırılması durumunda, yıllık iki milyar doları bulan barış gücü masraflarının yarısının bundan sağlanacağını ileri sürerek Somali Barış Gücü ödemesinin yapılmasında ısrar ettiler.
Mevcut AfB Komisyonu Başkanı ve eski Çad Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Moussa Faki Mahamat AB-AfB arasındaki gerginliği hafifletmede önemli bir role oynadı. Sadece ülkesinde değil, Afrika genelinde yetişmiş nadir devlet adamlarından biri olan Başkan, AfB içindeki gerginliklerin azalmasında da yaptığı ciddi hamlelerle neticeler alıyor. Fas'ın üyeliğe dönüşünün sağlanması ve AB'nin Afrika yerine 55 üyeli bu kuruluşu muhatap almasını sağlamak başlı başına bir başarıdır. Ne var ki onun önünde aşılması gereken en ciddi mesele, AB'nin sömürgecilikten bu yana alışkanlık haline getirdiği şekilde Afrika'yı uluslararası ilişkilerinde kendi arkasına aldığı bir destek olmaktan kurtarmasıdır. Yoksa AB, gücünü kullanarak AfB sayesinde Afrika ülkelerini daha rahat bir şekilde etki alanına almaktan vazgeçmeyecektir.
[Osmanlı-Afrika ilişkileri alanında eserler veren, Afrika konusunda Başbakanlık Müşavirliği ve Çad Büyükelçiliği görevlerinde bulunan Prof. Dr. Ahmet Kavas İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı ve Afrika Araştırmacıları Derneği (AFAM) kurucu başkanıdır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/zoraki-iliskilerin-kavsagindaki-ortaklik-afrika-birligi-avrupa-birligi/1259909 | 5,705 | 11,521 |
Analiz-Irak
Bizzat Iraklı makamların açıklamasına göre terör örgütü PKK artık doğrudan Irak'ın başkentinde de terör eylemleri düzenlemek için girişim içerisinde.
GÖRÜŞ - Sahadan gözlemler: Kalkınma Yolu Irak'ta istikrarı sağlayacak
GÖRÜŞ - Sahadan gözlemler: Kalkınma Yolu Irak'ta istikrarı sağlayacakGÖRÜŞ - Türkiye Irak ve Suriye'de terörü nasıl bitirecek?
Türkiye'nin Suriye ve Irak'ta terör örgütü PKK ile mücadelesinin diplomatik ayağı, askeri operasyonların başarısı, sürdürülebilirliği ve meşruiyeti açısından kritiktir.
GÖRÜŞ- Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni dönem: Ortak menfaatler
Irak tarafından gelen adımların arka planında iki ülkenin ilişkilerini orta ve uzun vadede sağlamlaştırabilecek "ortak menfaatler" yer alıyor.
GÖRÜŞ - Gelişen Türkiye-Irak ilişkileri Irak'ta nasıl yankı buluyor?
Ülkenin görünen yüzü ve nüfus olarak en kalabalık şehri olan başkent Bağdat başta olmak üzere şehirlerdeki alt yapı ve üst yapı çalışmalarının halkı heyecanlandırdığı açık.
GÖRÜŞ- KYB'nin PKK'ya verdiği desteğin faturasını Süleymaniye halkı ödüyor
KYB, Irak topraklarında PKK'ya destek vererek hem Irak merkezi hükümetinin mevcut politikaları ile hem de IKBY yönetiminin ekseriyetini elinde bulunduran Erbil merkezli KDP ile ters düşüyor. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz-irak | 656 | 1,241 |
3 SORUDA - 2022 dünya çevre gündemi
İklim krizi sonucu yaşanan sel, kasırga, kuraklık gibi aşırı hava ve iklim olaylarının beraberinde getirdiği yıkımlar ve insani boyuttaki hasarla bunların maliyeti bu yıl sorunlu alanlar kapsamında insanlığın önünde durmaya devam etti.
İstanbul
AA Çevre Editörü Hale Aydoğmuş, 2022 dünya çevre gündemini, sorunlu alanları ve beklentileri, AA Analiz için 3 soruda kaleme aldı.
1 • 2022'de dünyanın çevre gündemi neydi?
2022 yılı dünya çevre gündemi; iklim krizinin neden olduğu aşırı hava olayları, Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı enerji krizi, yenilenebilir enerji yatırımlarının kazandığı ivmeye rağmen fosil yakıt kaynaklı karbon emisyonlarındaki artışın sürmesi ve dolayısıyla 2015'te küresel ölçekte imzalanan Paris İklim Anlaşması'yla sözü verilen küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlanabilmesinin önündeki zorluklarda bir azalma olamaması şeklinde özetlenebilir.
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı (COP27) bu yıl Mısır'da toplandı. Böyle geniş katılımlı zirvelerden düşünülenin aksine büyük beklentilere girmek mümkün olmuyor ve sonuçlar da yanıltmıyor. Zirvede, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliği sonucu maruz kaldığı kayıp ve zararların tazmin edilmesi için fon kurulması kararı alındı. Bu, her ne kadar önemli sayılabilecek bir karar olsa da küresel ısınmaya yol açan petrol, doğal gaz ve kömür dahil her türlü fosil yakıt kullanımının kademeli azaltılması için bir anlaşmaya varılamamasıyla iklim değişikliğinin temel nedenleri ele alınamamış oldu. Küresel sıcaklık artışını 1,5 santigrat derecenin altında tutma hedefiyle ilgili bir strateji belirlenemedi.
Türkiye'nin 5 yıldır sürdürdüğü Sıfır Atık Hareketi ise BM Genel Kurulu kararıyla uluslararası arenada desteklenmiş oldu. 105 ülkenin görüş birliğiyle bundan böyle 30 Mart, "Uluslararası Sıfır Atık Günü" olarak kutlanacak.
2022'ye çevreci aktivistlerin iklim krizine ve iklim hedeflerine daha hızlı ulaşılmasına dikkati çekmek için müze ve sanat eserlerini hedef alan eylemleri de damga vurdu. Sanat eserlerine zarar vermedikleri iddiasıyla yola koyulan aktivistler, bu sayede dünyanın ilgisini iklim krizine çekebileceklerini düşündü ki olumlu-olumsuz eleştirilere ve tartışmalara bakılırsa ses getirmede başarılı oldukları da söylenebilir.
2 • 2022'nin sorunlu alanları nelerdi?
İklim krizi sonucu yaşanan sel, kasırga, kuraklık gibi aşırı hava ve iklim olaylarının beraberinde getirdiği yıkımlar ve insani boyuttaki hasarla bunların maliyeti bu yıl sorunlu alanlar olarak dünyanın gündemde kalmaya devam etti.
Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın beraberinde getirdiği enerji krizi ise birçok planı alt üst etti. Batılı ülkelerin yaptırımlarına yanıt olarak Rusya'nın enerji arzında kesintiye gitmesi Avrupa ülkelerini alternatif çözümlere yönlendirdi. Bunlardan biri nükleer enerji. Kapatılması planlanan reaktörlerin süreleri uzatıldı ve yeni santraller açıldı.
Şüphesiz, uzun vadede ideal olan, tüm enerjinin yenilenebilir kaynaklardan sağlanması. Ancak mevcut krizin getirdiği kısa vadeli çözümler arasında yenilenebilir enerji tesislerinin kapasitesini artırmak mümkün değil. Kısa vadeli çözümler ne yazık ki iklim hedefleriyle ters orantılı. Doğal gaz arzındaki kesintiler, sadece nükleer ile de telafi edilmedi; birçok ülke kendi imkanlarıyla üretebildiği ya da hızlıca tedarik edebildiği kömür gibi fosil yakıtlara yöneldi. Kömür tüketiminin bu yıl rekor kırması, yüksek doğal gaz fiyatlarına bağlı olarak elektrik üretiminde kömür kullanımındaki artıştan kaynaklandı. Haliyle küresel ısınmayı sınırlandırma hedefinden biraz daha uzaklaşıldı.
3 • Sorunlu alanlarda beklentiler nelerdir?
Yaşanan her yıl artık "yıkıcı". Bilimsel verilere göre son 8 yıl, en sıcak yıllar olarak kayıtlara geçti. 2022'de yaşanan felaketler 2023 için hızlıca aksiyon alınması gerektiğinin bir delili. İklim krizinde en az sorumluluğu bulunmasına rağmen bu krizden en çok etkilenen Afrika, Asya gibi bölgelerde durumun insani ve ekonomik maliyetleriyle mücadele edemeyen ülkelerden iklim göçünü daha sık konuşacağız.
COP27'de bu anlamda alınan "kayıp ve zarar tazmini" konusu ise bir muamma. Detayları 2023'teki ve yine yüksek emisyon üreten ülkelerden Birleşik Arap Emirlikleri'nde (BAE) düzenlenecek COP zirvesinde belirlenecek. Finansman konusuna odaklanan COP27'de sera gazı azaltımı konusu geri planda kaldı. Kayıp-kazanım dengesizliğiyle sona eren COP27'nin ardından COP28'de ülkelerin sera gazı salımı azaltmayla ilgili verdiği sözler konuşulabilir. Tabii, iklim krizi kaynaklı felaketlere yenileri eklenir, örneğin bu yıl Pakistan'daki sel felaketinde olduğu gibi finansman konusu yine öne çıkarsa bu yılın bir tekrarını yaşamak da mümkün.
Aslında umutsuzca değişmeyen bir beklenti küresel ısınmayı belirlenen hedef olan 1,5 derece ile sınırlandırmak için adımlar atılması. Burada kabul gören tek gerçek iklim değişikliğinin çözümünün kömür, petrol gibi yakıtların kullanımına son verilmesi olduğu. Ancak durum o kadar da kolay değil. Sera gazı emisyonları azaltılmadan bu hedef mümkün olmadığından emisyonların düşmesi beklenecek. "Temiz yol" fosil yakıtlardan uzaklaşılıp yenilenebilir enerji kapasitelerini artırmaktan geçiyor. Rusya-Ukrayna savaşının olumlu anlamda tetiklediği bu ivme hız kazanabilir. Zira enerji krizinde hızlıca açığı kapatmak için başvurulan kömür gibi alternatiflerin ayrıca geçici de olması bekleniyor.
Ülkelerin sözünü verdiği "net sıfır emisyona" ulaşmak için temiz enerji yatırımlarının 2050'ye kadar katlanması bekleniyor. Güneş ve rüzgar enerjisi, sıcaklık artışını 1,5 dereceyle sınırlandırmak için emisyonları azaltmanın en ucuz yolu. Bu kaynakların, 2030'a kadar düşürülmesi gereken emisyon miktarının 3'te 1'ini tek başına azaltması mümkün. Temiz enerji kapsamında görülen ancak süreçleri itibarıyla tartışmalı olan nükleer enerji de yine önemli başlıklar arasında olacak.
COP27'nin başlangıcında BM, iklim krizinin kronolojisiyle ilgili bir rapor yayımlamıştı. Deniz seviyelerinin yükseldiği, buzul erimelerinin arttığı belirtilen bu raporun tamamı 2023'te paylaşılacak. Yine BM bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) 7 yılda bir aşamalı paylaştığı değerlendirme raporlarından 6'ncısının nihai hali de 2023'te tamamlanacak. Bizi ne kadar karamsar bir tablonun beklediğini bu bilimsel raporlarla bir kez daha göreceğiz.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/3-soruda-2022-dunya-cevre-gundemi/2779299 | 3,238 | 6,515 |
3 SORUDA-Moskova'daki terör saldırısının arka planı
Rusya, uzun süredir bu tehdidin ve kurgunun farkında olduğu için saldırıyı her ne kadar DEAŞ üstlense de arkasındaki gücün ABD, İsrail veya Ukrayna'ya destek olan Batılı ülkeler olduğunu düşünüyor.
İstanbul
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Salih Yılmaz, Rusya'da gerçekleşen terör saldırısının arka planını AA Analiz için 3 soruda kaleme aldı.
1 • Crocus Belediye binasında ne oldu?
22 Mart 2024 Cuma günü Rusya'nın başkenti Moskova, tarihinin en büyük terör saldırılarından birini yaşadı. Çok sayıda masum insanın hayatına mal olan Crocus Belediye binasına düzenlenen terör saldırısı, Beslan trajedisinden sonra yaşanan 2'nci büyük saldırı oldu. Crocus City Holl-Belediye Kültür Merkezi konser salonunda, 4 kişi silahlı saldırıda bulundu. Binada saldırı sonrası yangın çıktı. Rus medyası, saldırganların "otomatik silahlarla ateş açtığını" ve "el bombası veya yangın bombası atarak yangına yol açtığını" bildirdi. Saldırıda şimdiye kadar 135 kişinin öldüğü açıklandı. Ayrıca olayda 100'den fazla kişi de yaralandı. Saldırıyı gerçekleştirdiğinden şüphelenilen 4 kişi, cuma gecesi Rusya'nın Ukrayna sınırı yakınında Bryansk bölgesinde gözaltına alındı. Federal Güvenlik Servisi (FSB), saldırıdan sonra suçluların "Rusya Federasyonu ve Ukrayna sınırını geçme niyetinde olduklarını ve Ukrayna tarafıyla ilgili temaslarda bulunduklarını" iddia etti. Belarus'un Rusya büyükelçisi ise Belarus özel servislerinin cuma gecesi Rusya'ya teröristlerin sınırdan kaçmasının engellemesinde yardımcı olduğunu söyledi.
Bu saldırıda planlama ve kurgu genel olarak bazı ülkelerin dış istihbaratlarının kullandığı örgütsel bir saldırı gibi duruyor.
Rus devlet medyası gözaltına alınanların tamamının yabancı uyruklu olduğunu bildirdi. Saldırgan olduğu iddia edilenlerden biri saldırıyı gerçekleştirmesi için kendisine yarım milyon ruble (yaklaşık 5 bin dolar) sözü verildiğini söyledi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, toplam 11 kişinin gözaltına alındığını duyurdu. Bu saldırıyı gerçekleştirenlerin Moskova'nın kuzeyinde bir pansiyonda buluştukları ve 4 failden en az 2'sinin yalnızca "10-12 gün önce" görüştüğü belirtildi. Crocus Belediye binasına gittikleri ve kaçmak için kullandıkları arabanın bir akraba bağlantısı aracılığıyla satın alındığı tespit edildi. Saldırının yapıldığı Picnic grubunun konseri için yaklaşık 6 bin 500 biletin satıldığı bildirildi.
2 • Terör saldırısının amacı neydi?
Terör saldırısının ardından DEAŞ'a bağlı Amaq haber ajansı Telegram'da yayınladığı kısa bir açıklamayla saldırının sorumluluğunu üstlendi. Bu noktada, DEAŞ'ın kendisinin düzenlemediği saldırıların sorumluluğunu üstlendiği bir geçmişe sahip olduğunu da belirtmekte fayda var. Saldırının sorumluluğunu üstlenen DEAŞ'ın silahlı grubuna bağlı, Afganistan ve İran'da faaliyet gösteren DEAŞ-Horasan Eyaleti (ISKP), aslında 2017 yılından beri Rusya ile savaş halinde olduğunu ilan ediyor. DEAŞ-K olarak da adlandırılan bu grup, terör örgütünün Afganistan ve çevre bölgelerde faaliyet gösteren kolu olan DEAŞ-Horasan olarak anılıyor. Bu grup 2014 sonlarında doğu Afganistan'da ortaya çıktı. DEAŞ-Horasan grubunun 2014 yılından beri Rusya'yı tehdit ettiğini biliyoruz. Hatta bir hafta önce Rus güvenlik güçleri Kaluga'da bir sinagoga yapılacak saldırıyı engellediklerini açıkladılar.
Terör saldırısının Ukrayna ile ilişkilendirilmesi Rus toplumunu duygusal ve belki de askeri açıdan Ukrayna'daki savaşa katılım ve destek açısından da etkileyebilir.
Genel olarak bakıldığında bu saldırıda amacın Rusya'yı Müslümanlarla karşı karşıya getirerek "Asıl savaşınız Ukrayna'da Hristiyanlarla, İsrail'de Yahudilerle değil Müslümanlarladır." anlayışına geri dönmesi için uyarmak olduğu düşünülebilir. Rusya, uzun süredir bu tehdidin ve kurgunun farkında olduğu için saldırıyı her ne kadar DEAŞ üstlense de arkasındaki gücün ABD, İsrail veya Ukrayna'ya destek olan Batılı ülkeler olduğunu düşünüyor. Bu militanların çoğu birbirini önceden tanımıyorlar. Çok profesyonel değiller. Teröristlerin hepsinin Rusça'yı son derece kötü konuştuğu ya da kötü konuşuyormuş gibi yaptığı ve birinin bir tercüman aracılığıyla Tacikçe iletişim kurduğu bildirildi. Terör saldırısının sanki para için gerçekleştirildiği algısı verildi. Saldırıda kullanılan kalaşnikofları Rusya'daki organizatörlerin temin ettiği anlaşılıyor. Bu silahları elde etmek Rusya'da artık hiç de zor değil. Ukrayna'daki savaş nedeniyle Rus paralı askerler kendi silahlarını kolayca ülkenin her yerinde satabiliyor.
Teröristlerin Moskova'nın kuzeyindeki bir pansiyonda buluşmaları ve birbirlerini pek tanımıyor olmaları ise profesyonelce bir kurguyu andırıyor. Bu kurgu genelde İsrail'in İkinci Dünya Savaşında görev almış ve kaçak olarak başka ülkelerde yaşayan eski Nazileri avlamakta kullandığı gönüllü birliklerin stratejisine benziyor. Mossad'ın sıkça kullandığı bu taktik sayesinde kayıp ve yakalanma olması halinde organizasyonun liderlerine ulaşılamıyor. Bu saldırıya katılan 4 militandan en az 2'sinin yalnızca "10-12 gün önce" tanışması bir örgütten çok bir devlet istihbarat organizasyonu izlenimini veriyor. Zaten militanların saldırı anında yayınlanan görüntülerinde silah kullanmalarına bakacak olursak profesyonel olmadıkları, bazılarının savaşta veya çatışmada bulunmadığı da anlaşılabilir. Genel olarak saldırı, planlanmasına ve kurgusuna bakıldığında bazı ülkelerin dış istihbaratları tarafından kullanılan örgütsel bir eylem gibi duruyor.
Teröristlerin yakalandıktan sonra canlı ifadelerine bakılacak olursa onları bu saldırıya iten ana sebebin ne olduğu belli olmuyor. Sadece para için böyle bir saldırı yapmaları ise tutarlı değil. Bu insanları tam olarak neyin birbirine bağladığı, onlara hangi güdülerin rehberlik ettiği belki ileriki zamanlarda ortaya çıkabilir. Rusya'nın Moskova saldırısı ile Suriye'de Rusya'ya karşı mücadele eden ve şu anda Ukrayna'da bulunan Abdulhakim Şişani ve ekibiyle bağlantı kurması muhtemeldir. Ancak Çeçenlerin bu tür saldırılar gerçekleştirmediği göz önüne alındığında Şişani ile bir bağlantı şüpheli olacaktır. Çünkü onlar genelde bu tür saldırılar yerine cephede savaşmayı tercih ediyorlar.
3 • Kim ne tepki verdi?
Moskova'daki terör saldırısının dünya liderleri tarafından kınanması hızlı oldu. Belarus Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı saldırıdan hemen sonra kınama mesajı yayınladılar. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Putin'i arayarak başsağlığı diledi ve terörle mücadelede destek açıklaması yaptı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Beyaz Saray sözcüsü John Kirby, saldırıyı kınadılar. Birleşik Krallık adına İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron, ülkesinin "düşüncelerinin tüm kurbanların ve yaralıların aileleriyle birlikte olduğunu" ifade etti. Almanya Başbakanı Olaf Scholz da benzer duygular dile getirdi.
Bunun dışında Çin, Polonya Fransa, Hindistan, Suudi Arabistan, Afganistan, Küba, İtalya, Venezuela, Japonya, İsrail, Filistin, Malezya, İspanya, Suriye, Norveç, İsveç, Danimarka, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Yunanistan, Güney Afrika, İzlanda, Belçika gibi ülkeler de diplomatik misyonlar üzerinden saldırıyı kınadıklarını duyurdular. Birleşimiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi bunu "iğrenç ve korkakça" bir saldırı olarak nitelendirirken, Genel Sekreter Antonio Guterres olayı "mümkün olan en güçlü ifadelerle" diyerek kınadı. NATO Sözcüsü Farah Dakhlallah, askeri ittifakın saldırıyı "kesinlikle" kınadığını söyledi. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de saldırıyı kınayanlar arasındaydı. Hamas da Moskova'daki terör saldırısını kınadı ve Rusya halkına başsağlığı diledi.
Putin, televizyondan ulusa hitaben yaptığı konuşmada, Pazar günü ulusal yas ilan ederek saldırıyı "barbarca bir terör eylemi" olarak nitelendirdi. Putin, teröristlerin ön verilere göre sınırı geçmeleri için bir "pencere/kaçış kapısı" hazırlanmış olan Ukrayna'ya doğru hareket ederek kaçmaya çalıştıklarını açıklayarak Ukrayna'yı teröristlere yardım etmekle suçladı. Putin, Rusya'nın en zor zamanlarda her zaman daha da güçlü olduğunu, şimdi de öyle olacağını ilan etti. Rus İç Güvenlik Servisi FSB, saldırının dikkatlice planlandığını ifade ederek saldırganların Ukrayna tarafında bağlantılarının olduğunu öne sürdü.
Ukrayna ise Rusya'nın saldırıyı Ukrayna ile bağdaştırmaya yönelik açıklamalarını reddetti. Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Mykhailo Podolyak cuma günü yaptığı açıklamada, Kiev'in saldırıyla hiçbir ilgisi olmadığını ifade etti. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı iddianın Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik saldırganlığını körüklemek için kullanılabileceğini öne sürdü. Rusya'nın bu saldırıyı her ne şartta olursa olsun Ukrayna ile ilişkilendirmesi mümkündür. Hatta saldırganların Ukrayna'ya kaçma girişimleri daha çok geri teslim edilmeyecekleri düşüncesi veya onları bu saldırıya itenlerin yönlendirmesiyle de olabilir. Terör saldırısının Ukrayna ile ilişkilendirilmesi Rus toplumunu duygusal ve belki de askeri açıdan Ukrayna'daki savaşa katılım ve destek açısından da etkileyebilir.
[Prof. Dr. Salih Yılmaz: Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesidir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/3-soruda-moskovadaki-teror-saldirisinin-arka-plani/3173296 | 4,604 | 9,345 |
ABD-İran gerilimi ve muhtemel senaryolar
ABD'nin bölgeye 120 bin kişilik güç gönderme planları yaptığına ilişkin haber yalanlansa da, Trump'ın gerekirse bundan daha büyük bir güç göndermekte tereddüt etmeyeceklerini açıklaması, askeri çatışma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor.
İstanbul
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu İran'ın önemli petrol müşterilerine ABD tarafından tanınan muafiyetler 2 Mayıs'ta sona erdi. Bu tarihin hemen ardından, Trump'ın anlaşmadan çıkmasının yıl dönümünde, İran cumhurbaşkanının Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) kapsamında ülkesinin gönüllü olarak yerine getirdiği iki işlemi sonlandırdığını açıklaması, iki aylık süre içinde ekonomik talepleri karşılanmazsa (anlaşmadan tamamen çıkma anlamına gelecek) uranyum zenginleştirme faaliyetlerine yeniden başlayacaklarını ilan etmesi, İran ile ABD arasında yaşanan gerginliği artırdı.
Ancak gelişmeler bu noktayla da sınırlı kalmadı: İran'a bağlı milis güçlerin sahadaki silah sevkiyat ve hareketliliği ABD dışişleri bakanının Avrupa gezisini yarıda kestirecek kadar endişeye yol açtı; Mike Pompeo Irak'a gitti ve Iraklı yetkilileri uyardı. Gerginliğin üçüncü adımında, İranlı yetkililerin sürekli olarak vurguladıkları “kendilerinin satış yapamamaları durumunda kimsenin satış yapamayacağı” tehdidini hatırlatacak şekilde, Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) Fuceyre limanındaki petrol tankerlerine sabotaj saldırıları düzenlendi. Sabah saatlerinde İran'a yakın haber kaynaklarının duyurduğu saldırılar ilk aşamada BAE tarafından yalanlansa da haberler akşama doğru teyit edildi. Keyhan gazetesi gibi İran muhafazakâr basınının saldırıları sahiplenen bir dil kullanması dikkat çekiciydi. Henüz bu saldırı üzerindeki tartışmalar devam ederken, bu sefer Suudi Arabistan'ın batısında, Kızıldeniz sahilindeki petrol tesislerinin ve boru hatlarının İran yanlısı Ensarullah Hareketi'nin silahlı insansız hava araçlarının saldırısına uğradığı haberi geldi.
Özetlemesi bile uzun süren bu bir haftalık gerginlik esasında son bir yılda kademeli şekilde arttı. Trump yönetiminin Mayıs 2018'de nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilmesi ve İran dosyasını Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton'a bırakmasıyla birlikte, iki ülke arasındaki gerginliğin diplomatik ve ekonomik boyuttan öteye geçmesi çok da şaşırtıcı olmadı. Trump'ın Bolton ile ilgili yaptığı “iyi adam ama bazen dizginlenmesi gerekiyor” açıklaması, kendi kurduğu ekibin İran ile ilgili niyetlerinden haberdar olduğunu gösteriyor. Zaten basında, Trump'ın Bolton'ı “İran ile savaş çıkarmamak” şartıyla Beyaz Saray'a aldığı ileri sürülmüştü. İran kesiminde de Bolton'ın krizdeki rolü iyi bilindiğinden, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin Başdanışmanı Hüsamedddin Aşina Trump'a yönelik olarak sosyal medya üzerinden “Yeni bir nükleer anlaşma istiyordun ama bıyıklıyı dinlediğin için alacağın şey yalnızca yeni bir savaş olacak; 2020 için iyi şanslar” şeklinde İngilizce bir mesaj attı.
İran içi tartışmalar
ABD ve bölgesel partnerleriyle hızla artan bu gerginlikle ilgili İran içinden de farklı tepkiler geliyor. Örneğin Hamaney'in sürekli olarak “savaş olmayacak” açıklamalarına rağmen “savaş-barış arasında yol ayrımı” manşetini kullanan bir dergi kapatıldı. Ruhani hükümeti Trump'ın özel numarasını iletmesinden ya da “tek istediğim nükleer silahlarının olmaması, fazla bir şey değil” diyerek kamuya açık şekilde Bolton'ı yeren açıklamasından umutlanmış görünüyor. Nitekim Hamaney'in “hiçbir onurlu ve şuurlu İranlı yetkili ABD ile bu şartlar altında müzakere etmek istemiyor” açıklamasına rağmen, Cumhurbaşkanı Ruhani'nin Obama döneminde 19 kez görüşme teklifi aldığını, ancak bunlara cevap vermeye dahi yetkisinin olmadığını söylemesi, muhtemelen şu anki durumla ilgili.
Ruhani ve ekibi aslında İran'ın son bir yıldır izlediği stratejik sabır politikasını sürdürmek ve gerginliği artırmadan açılan küçük fırsat pencerelerini kullanmak istiyor. Ancak kendisinin de vurguladığı gibi, çoğunlukla bu tür temel meselelerde eli kolu bağlı durumda. Bu yüzdendir ki Said Haccariyan gibi reformcu kesimlerin fikir babası olarak kabul edilen isimler kendisine istifa etmesini öneriyorlar. Gerçekten de İran'ın doğrudan bir çatışmaya girme ihtimalinin kaçınılmaz duruma gelmesi halinde, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere birçok üst düzey bürokrat, olası büyük yıkımın sorumluluğundan kaçmak için istifa edebilir ki bu ihtimalin zemininin bulunduğu, Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'in geçtiğimiz aylardaki kabul edilmeyen istifasıyla görülmüştü.
Anlaşılan, yaptırımların ağırlaştığı yeni dönemde, birçok konuda olduğu gibi ABD'ye verilecek cevap hususunda da İranlı yönetici elitler iki gruba bölünmüş durumdalar. Hamaney liderliğindeki şahin grup ABD'nin “anladığı dilden” etkili bir cevap almaması durumunda geri adım atmayacağını düşünüyor ve geçen her günün İran'ın aleyhine işlediğini görüyor. Dolayısıyla bu bakış açısına göre, ABD'li yetkililerin İran ile savaş istemediklerini söylemeleri yalnızca zaman kazanmaya yönelik bir taktik: En fazla iki yıl sürecek mevcut yaptırımlar sonrasında İran'ın savaşma gücü büyük oranda azalacak ve derin ekonomik kriz toplumsal meşruiyeti büyük oranda ortadan kaldıracak. Bu nedenle, sahada ABD birliklerini kuşatarak ve sınırlı saldırılar yaparak, ABD'yi kapsamlı bir savaşla anlaşma arasında seçim yapmaya zorlamak istiyor. Yine bu gruba göre, ABD'deki 2020 seçimlerine avantajlı şekilde giden ve sürekli olarak bölgeden asker çekmekten bahseden Trump yönetimi, yeni ve geniş çaplı bir savaşa girmemek için, İran'a taviz vermeyi kabul edecektir. Bu bakış açısı, İran'ın 2005-2007 yılları arasında maruz kaldığı askeri operasyon tehditlerine Irak sahasında verilen karşılığın ABD'yi geri adım atmaya ittiğini savunuyor. Nitekim Hamaney ile Ruhani arasındaki temel görüş ayrılıklarından birini de bu husus oluşturuyor. Ruhani, Ahmedinejad hükümetinin başlattığı ve kendi hükümetinin sonuçlandırdığı nükleer anlaşmanın İran'ı savaş tehlikesinden kurtardığını açıkladığında Hamaney'den çok sert tepki görmüş ve yalan söylemekle suçlanmıştı. Zira bu gruba göre, Irak'ta sayısı binlere varan ABD kayıpları ve İsrail'in 2006 yılında Hizbullah'ı etkisiz hale getirmekte başarısızlığa uğraması, İran'ın işgalinin neo-conların gündeminden tamamen çıkmasına neden olmuştu.
Stratejik sabır gösterilmesini ve gerekirse büyük tavizler vererek savaş seçeneğinden uzaklaşılmasını düşünen kesimlere göre ise şahin kanadın bu planı çok büyük riskler içeriyor. Ruhani ve önde gelen ılımlı isimlere göre, Trump'ın şahsen savaş istemediği görüşü doğru olsa bile, (damadı dahil) etrafını kuşatmış olan İran karşıtı ideolojik ekip, İran'ın “kontrollü gerginliği artırma” politikalarına çok sert yanıt verebilir ve durum kontrolden çıkarak tam boyutlu bir savaşa evrilebilir. Nitekim Dışişleri Bakanı Zarif ve diğer üst düzey diplomatların Ensarullah'ın üstlendiği, İranlı muhafazakâr basının kutladığı saldırıları kuşkulu ya da sinsi olarak nitelemesi, hatta İsrail'i suçlamaları muhtemelen bu düşünceden kaynaklanıyor.
ABD ile doğrudan masaya oturma önerilerinin eskisi gibi yalnızca ılımlı-reformcu çevrelerden değil, güvenlik bürokrasisinin sözcüsü durumundaki Haşmetullah Felahatpişe gibi milletvekillerinden gelmesi de ilginç bir durum. Muhafazakâr milletvekilinin, ABD ile görüşmeme tabusunun, İran'ın çıkarlarının Avrupa ülkeleri gibi zayıf ülkelerin elinde heder olmasına neden olduğunu savunması, ülke içindeki siyasi dengeler açısından dikkat çekiciydi. Buna göre, Avrupa ülkeleriyle müzakereler yapmak ya da ekonomik getiriler için mühlet tanımak beyhude bir çabaydı ve İran'ın belirli şartlar altında ABD ile görüşmesi gerekiyor. Aslında daha önce, 2009 seçimleri esnasında da görüldüğü üzere, derin krizler karşısında ülke elitlerinin verdikleri tepkiler genellikle hizipsel aidiyetlerin dışında daha “hasbî” nitelikler taşıyor.
Muhtemel senaryolar
Bolton'ın bölgeye 120 bin kişilik güç gönderme planları yaptığına ilişkin ABD basınına yansıyan haber yalanlansa da hem Trump'ın hem de Pompeo'nun gerekirse bölgeye bundan daha büyük bir güç göndermekte tereddüt etmeyeceklerini açıklaması, yine Trump'ın askeri kıyafetle poz vermesi, ABD'nin Irak'ta zaruri olanlar dışındaki diplomatik misyonlarını boşaltması gibi göstergeler, İran Lideri Hamaney'in “savaş olmayacak zira ne biz ne de onlar savaş istiyor” açıklamasına rağmen, askeri çatışma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Suudi Arabistan ve BAE varlığını hedef alan ve petrol fiyatlarının artmasına yönelik saldırıların sürmesi durumunda, ABD'nin net bir kararlılık mesajı vermesi gerekecektir.
Bu noktada, Arap bir gözlemcinin ifade ettiği gibi, İran'ın doğrudan ya da vekil güçleri aracılığıyla düzenlediği saldırılar genellikle uluslararası bir hukukçunun elinden çıkmış gibi ince düşünülmüş ve kanıt bırakmayacak tarzda gerçekleşmesine rağmen, Zarif'in “B Takımı” olarak adlandırdığı grubun İran'a karşı harekete geçmesi için hukuki bir kanıta ihtiyacı bulunmuyor. Nitekim Suudi yönetimine yakın kimi isimlerin tanker saldırılarından sonra “dişe diş” şeklinde mesajlar vermeleri, ABD-İran çatışmasından nemalanmayı planlayan kesimlerin de bir şekilde sıcak çatışmayı başlatma olasılıklarının yüksek olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, iki taraf içinde de silahlı çatışma seçeneğini tercih edenlerin etkin varlığı, tüm bölgeyi yeni ve çok ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya bırakacak gibi görünüyor.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) başkan yardımcısıdır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abd-iran-gerilimi-ve-muhtemel-senaryolar/1479730 | 4,770 | 9,570 |
ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi bölge ülkeleri için ne anlama geliyor?
Afganistan'da ABD ve NATO'nun çekilmesiyle ortaya çıkacak olan güç boşluğu birçok bölgesel aktörün hem iştahını kabartıyor hem de güvenlik kaygılarını artırıyor.
İstanbul
ABD'nin Afganistan'daki 20 yıllık misyonunun son bulacağı tarih olan 31 Ağustos yaklaşırken, ülke büyük bir belirsizliğe doğru ilerliyor.
ABD güçlerinin ülkeyi resmen terk etmeye başladığı Mayıs ayından bu yana 200'den fazla ilçe ve beş il merkezi Taliban'ın kontrolüne geçti. Merkezi hükümet güçleri ile Taliban arasındaki çatışmalar yoğun bir şekilde devam ediyor. Öte yandan Kabil yönetimi ile Taliban arasında Katar'ın başkenti Doha'da devam eden barış görüşmeleri de durmuş durumda. ABD ve NATO güçlerinin ülkeden çekilmesiyle birlikte Taliban'ın saldırılarını daha da artırması bekleniyor.
Afganistan sorununa müdahil olan aktörlerin hedefi nüfuz alanlarını güvenceye almak ve Afganistan krizinin sınırların ötesine taşmasını engellemek.
Taliban'ın hızlı ilerleyişi Sovyetler Birliği'nin çekilmesinin ardından patlak veren iç savaşa benzer bir senaryonun gerçekleşme ihtimalini artırıyor. Tüm bölgeyi etkileyecek böyle bir senaryo karşısında hazırlıksız yakalanmak istemeyen bölge ülkeleri diplomatik girişimlerini yoğunlaştırdı. Birçok bölge ülkesi “imparatorlukların mezarlığı” şeklinde nam salan Afganistan'da en azından kendi güvenlik endişelerini giderecek adımlar atmak istiyor. Geride bıraktığımız haftalarda Tahran, Moskova ve Pekin'de, Afganistan'daki son gelişmelerle ilgili endişeleri paylaşmak üzere Taliban heyetleri ağırlandı. Bu ülkelerin bazıları bölgesel ticaretin gelişmesi, insan ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele, düzensiz göçlerin önlenmesi gibi nedenlerle Afganistan'da istikrardan yanayken, bazıları da mevcut istikrarsızlığı kendi nüfuz alanlarını genişletmek için bir fırsat olarak görüyor.
İran
Afganistan'la yaklaşık 900 km'lik sınır paylaşan İran, ABD'nin çekilmesinin ardından Afganistan'da daha büyük bir rol oynamak istiyor. 1998 yılında Taliban ile savaşın eşiğine gelen ve 2001'de Taliban'ın devrilmesi için ABD ile işbirliği yapan Tahran, 2000'li yıllardan sonra değişen konjonktürle birlikte ABD'nin Afganistan'daki varlığına karşı bu örgütle işbirliği yaptı. Özellikle ABD'nin Afganistan'dan çekilmek için Taliban'la müzakereleri yoğunlaştırdığı 2019'dan itibaren Tahran'ın Taliban'a yönelik yaklaşımında belirgin bir değişim gözlendi. İran bu sürede, biri Kasım 2019'da diğeri de ABD'nin Taliban'la anlaşmaya varmasından hemen sonra Şubat 2020'de olmak üzere Taliban heyetini iki kez ağırladı.
Türkiye başta Kabil Havalimanı olmak üzere Afganistan'la ilgili planlarında bu çok aktörlü alandaki farklı çıkar kümelerini ve kaygan ittifakları göz önünde bulundurmalı.
İranlı yetkililer ideolojik farklılıklara rağmen Afganistan siyasetinde belirleyici aktörlerden birine dönüşen Taliban'la işbirliğini devam ettirmek gerektiğinin farkındalar. Bu amaçla İran Taliban için kullandığı dili de değiştirdi. Örneğin ülke basınında yalnızca Taliban için değil, İran'ın çıkarlarını tehdit eden birçok grup için yoğun şekilde kullanılan, hatta Karabağ savaşında dahi önemli bir argüman olarak başvurulan “tekfirci-cihatçı” gibi sıfatlar ortadan kalkmış durumda.
Bununla birlikte Taliban'ın Afganistan'da iktidarı tek başına ele geçirmesi İran açısından kırmızı çizgi olmaya devam ediyor. Nitekim Taliban'ın son aylarda merkezi hükümetin varlığını tehlikeye atacak derecede hızlı ilerleyişi üzerine Tahran sürpriz bir toplantıya ev sahipliği yaptı. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif 7 Temmuz'da başkentte Taliban heyeti ile Kabil yönetim heyetini ağırladı. Oturumda söz alan Zarif, her iki tarafı yeniden müzakere masasına dönmeye çağırdı. “Afgan liderler olarak zor kararları almalısınız,” diyen Zarif, ülkesinin Afganistan'da çatışan tarafları müzakere masasına getirmeye yardım etmeye hazır olduğunu açıkladı.
Her ne kadar sınır kapıları dahil İran sınırına yakın bölgeleri ele geçiren Taliban ile şu ana kadar pek bir sürtüşme yaşanmadıysa da Tahran'da hâkim olan görüş, Afganistan'da Taliban liderliğindeki bir hükümetin orta ve uzun vadede İran'ın ulusal çıkarları için tehdit olacağı yönünde. Bu amaçla İran farklı münasebetlerle Suriye'de kullandığı Afgan Fatımiyyun Tugaylarını ülke içinde kullanma arzusunu dile getirmiş durumda. Geleneksel kültürel kodların her iki yönetimde de baskın olması ve dini ağırlıklı yönetimlerin kendi içlerindeki azınlık mensubu mezheplere davranış biçimi, Taliban'ın ülkeye bütünüyle hâkim olması durumunda İran'la ilişkilerde kalıcı bir istikrarın çok mümkün olmadığını düşündürüyor.
Rusya
Afganistan'da siyasi çözüme yönelik girişimlerini sürdüren diğer bir önemli aktör olan Rusya hem Taliban hem de merkezi hükümetle iletişim halinde. Moskova yakın zamanda bir dizi Afganlar arası barış görüşmelerine ev sahipliği yaptı. Rusya, ABD'nin çekilmesini Sovyet sonrası dönemde Moskova'nın etkisini yeniden kurgulamak için önemli bir fırsat olarak görüyor. Fakat diğer taraftan bu çekilmenin yaratacağı boşluğun yakın çevresi açısından bir güvenlik riski doğurmasını da istemiyor.
Moskova'nın, Afganistan'ın Rusya'yı hedef alan veya Kafkasya bölgesindeki ayrılıkçı grupları destekleyen radikal unsurların toplandığı bir bölge haline gelmesi ihtimaline yönelik endişeleri de var. Bu nedenle Rus yetkililer Afganistan'daki gelişmeleri yakından takip ediyorlar. Taliban'ın hızlı ilerleyişi üzerine Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani'nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Hamdullah Muhip liderliğindeki Kabil heyeti Temmuz ayında Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev'in davetlisi olarak Moskova'ya gitti. Görüşmede Afganistan'ın kuzeyindeki istikrarsızlığın Rusya ve Orta Asya'yı tehdit ettiğine dikkat çekildiği ve tarafların güvenlik, terör ve uyuşturucu kaçakçılığıyla ortak mücadele konularını ele aldıkları belirtildi. Bu görüşmenin akabinde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Rusya'nın gerekli olduğu takdirde Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) içindeki müttefiklerini korumak için Tacikistan'daki üssü kullanmaya hazır olduğunu açıkladı.
Rus ordusu ayrıca 6 Ağustos'ta Afganistan sınırında Tacikistan ve Özbekistan silahlı kuvvetleriyle ortak tatbikat gerçekleştirerek sınır bölgelerini ele geçirmiş olan Taliban'a gözdağı verdi. Orta Asya'yı ve eski Sovyetler Birliği üyesi devletleri kendi doğal nüfuz alanı olarak gören Rusya bu ülkelerin güvenlik garantörü gibi hareket ediyor. Bu anlamda Afganistan krizi Rusya'nın bu rolü için önemli bir meydan okumayı temsil ediyor. Fakat Sovyetler Birliği'nin Afganistan'daki kötü tecrübesi nedeniyle Afgan halkı nezdinde hayli olumsuz bir imaja sahip olan Rusya'nın tek taraflı bir silahlı müdahalede bulunması muhtemel değil.
Çin
Çin de yeni dönemde Afganistan'da etkin olması beklenen ülkelerden biri. Pekin'in Afganistan'la ilgili temel kaygısı, ABD'nin çekilmesinin ardından yeniden hortlayacak muhtemel istikrarsızlığın bölgeyi Pekin açısından bir güvenlik kâbusuna dönüştürme olasılığı. Çin Afganistan'da yeniden canlanacak DEAŞ ve benzeri oluşumların, Sincan Uygur Özerk bölgesinde faaliyet gösteren Türkistan İslami Hareketi'ni besleyeceğinden endişe ediyor. Bu bağlamda Taliban-Türkistan İslami Hareketi işbirliği olasılığı da Pekin'i rahatsız eden ihtimallerden biri. Geçtiğimiz yıllarda Türkistan İslami Hareketi üyelerinin Taliban tarafından eğitilerek Çin'e gönderildiği iddialarının ardından Pekin'in Afganistan'la ortak sınır bölgesi Vahan'da bir askeri üs kurmak istediği gündeme gelmişti. Fakat İslamabad ile yakınlığı sayesinde Taliban'la iyi ilişkiler geliştiren Pekin, şu ana kadar böyle bir işbirliğinin önüne geçmeyi başardı.
Pekin Afganistan'da sorun yaşamamak için Taliban'la belli bir dereceye kadar işbirliği yapması gerektiğini kabul etmiş durumda. Pekin'in bu sıcak tavrına Taliban'dan da olumlu yanıt geldi. Geçtiğimiz günlerde Çinli yöneticilerin daveti üzerine Pekin'e giden Taliban heyeti “Çin'in içişlerine karışmama ve Afganistan topraklarını Çin'in ulusal güvenliğini tehdit edecek gruplar tarafından kullanılmasına izin vermeme” sözü verdi. Buna ek olarak Afganistan, Çin'in Kuşak ve Yol projesinin güzergahında bulunması nedeniyle de Pekin açısından önemli bir ülke. Pekin gerek Afganistan'daki kargaşanın Sincan bölgesini etkilememesi için gerekse Kuşak-Yol projesinin güvenliği açısından istikrarlı bir Afganistan'ı tercih ediyor. Çin askeri müdahalede bulunmak istemediği Afganistan'da ekonomik alanda aktif rol oynamak istiyor.
Hindistan
Bölgenin diğer önemli güçlerinden Hindistan'ın Afganistan politikası geleneksel rakibi Pakistan'ın nüfuzuna karşı koymak ve Afganistan'ın Hindistan karşıtı aşırılıkçı gruplar için bir üs haline gelmesine engel olmak şeklinde özetlenebilir. Pakistan'ın güdümünde hareket ettiği gerekçesiyle Taliban'la uzun zamandır temas kurmayan Yeni Delhi yönetimi bu politikasını değiştirdi. Taliban'ın kontrol ettiği alanı hızla genişletmeye başlamasıyla birlikte Hint yetkililer Taliban ile doğrudan görüşmelerde bulundular. Ayrıca Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar Afganistan'daki gelişmeleri ele almak üzere İran ve Rusya'ya diplomatik ziyaretlerde bulundu. Başbakan Narendra Modi liderliğinde uluslararası arenada daha aktif bir rol oynamaya çalışan Hindistan, Afganistan'da daha etkin olmak isteyecektir.
Sonuç olarak, Afganistan'da ABD ve NATO'nun çekilmesiyle ortaya çıkacak olan güç boşluğu birçok bölgesel aktörün hem iştahını kabartıyor hem de güvenlik kaygılarını artırıyor. Pakistan ve İran gibi ülkeler Afganistan'daki istikrarsızlığı ve Taliban üzerindeki nüfuzlarını kullanarak ya da yeni milis grupları kurarak etki alanlarını genişletmeyi hedeflerken Çin ve Rusya Afganistan'daki istikrarsızlığın kendi sınır ve nüfuz alanlarına sirayet etmesinden korkuyor. Bu ülkeler iki taraf arasında bir güç paylaşımı beklentisiyle hem Taliban hem Kabil hükümetiyle temas halinde.
Nihayetinde Afganistan sorununa müdahil olan aktörlerin hedefi nüfuz alanlarını güvenceye almak ve Afganistan krizinin sınırların ötesine taşmasını engellemek. Türkiye başta Kabil Havalimanı olmak üzere Afganistan'la ilgili planlarında bu çok aktörlü alandaki farklı çıkar kümelerini ve kaygan ittifakları göz önünde bulundurmalı. Özellikle “B Planı” olarak nitelendirilebilecek Kuzey Cephesinin hızlı bir şekilde çözülmesi, Pakistan'ın Türk önerisi konusunda sessizliğini koruması, merkezi hükümetin Taliban saldırıları karşısında şüphe çekecek ölçüde etkisiz kalması evdeki hesabın çok dikkatli yapılması gerektiğini gösteriyor.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) başkan vekilidir]
[İran ve Ortadoğu'da devlet dışı aktörler üzerine çalışmalarını sürdüren Rahimullah Farzam İRAM Dış Politika Koordinatörlüğü'nde görev yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abd-nin-afganistan-dan-cekilmesi-bolge-ulkeleri-icin-ne-anlama-geliyor/2329768 | 5,210 | 10,850 |
ABD'nin Afganistan'ın ardından Irak'tan da çekilmesi IKBY'ye nasıl yansır?
ABD'nin Irak'tan çekilmesi kararından ülkedeki birçok ABD müttefiki ve yanlısı aktör, grup ve aktivistin olumsuz etkilenebileceği konuşuluyor.
İstanbul
ABD, Afganistan'daki askerlerini çekmesinin ardından yıl sonunda da Irak'taki muharip güçlerini çekme kararını uygulamaya koyacak. Bu durumun, ekonomik ve siyasi krizin yanı sıra terör örgütleri, devlet dışı milis grupları ve ABD-İran çatışmasının istikrarsızlaştırdığı ülkede ABD'nin varlığını devam ettirmesini arzulayan Irak Kürtlerini nasıl etkileyeceği merak konusu.
ABD ile İran arasında çatışma sahasına dönen Irak'ta İran yanlısı milislerin ABD askeri üsleri ve Bağdat Büyükelçiliğini hedef alan saldırıları sonrası artan gerilim, Ocak 2020'de ABD'nin Bağdat'ta İranlı General Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis'i öldürmesinin ardından zirve yapmıştı. Buna tepki olarak toplanan İran etkisi altındaki Irak meclisi de Kürt ve Sünni vekillerin katılmadığı oturumda Şii siyasilerin oy çokluğuyla ABD ve diğer yabancı güçlerin ülkeden çıkarılması konusunda bağlayıcı olmayan bir karar almıştı. İran'ın Irak'taki ABD üslerine intikam saldırıları gerçekleştirmesi ve İran destekli milislerin de ABD ve uluslararası koalisyon güçlerine saldırılarının dozunu artırması ise ABD'nin zamanla ülkedeki birçok üsten çekilmesi ve asker sayısında azaltmaya gitmesini beraberinde getirdi. Son olarak ABD ve Irak'ın 4. Stratejik Diyalog görüşmelerinde ABD'nin 2021 sonuna kadar ülkedeki eğitim ve danışmanlık hizmeti verenler hariç muharip askerlerini çekeceği duyuruldu.
Haşdi Şabi gerilimi
ABD'nin Irak'tan çekilmesi kararından ülkedeki birçok ABD müttefiki ve yanlısı aktör, grup ve aktivistin olumsuz etkilenebileceği konuşulurken, birçok kazanımını ABD'nin katkısına borçlu olan ve ülkedeki ABD askerlerinin çekilmesinden endişe duyan Irak Kürtlerinin de bu gruplar arasında yer alması bekleniyor. ABD'nin 1991'de ülkenin kuzeyinde uçuşa yasak bölge ilan etmesiyle kazandıkları de facto özerkliği ABD'nin 2003 Irak işgaliyle anayasal statüye kavuşturan Irak Kürtleri, terör örgütleri PKK ve DEAŞ'ın artan tehditleri, Şii milislerle bağımsızlık referandumu ve Kerkük'ün kaybında zirve yaparak devam eden gerilimler ve İran'ın baskıcı politikaları nedeniyle yeni dönemde belirli risklerle karşı karşıya kalabilir. Zira eski Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı ve Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri Mesut Barzani'nin, Afganistan ile IKBY arasında kıyaslama yapılmasının doğru olmadığı yönünde halkı teskin edici açıklama yapma ihtiyacı hissetmesi, ABD'nin Afganistan sonrası Irak'tan da çekilmesinin Irak Kürtlerini nasıl etkileyeceğinin önemsendiğini ortaya koydu.
ABD'nin Afganistan benzeri bir çekilmeyle Irak'tan ayrılması muhtemel görünmese de yukarıda belirtilen tüm risklere karşı Irak Kürtlerinin ne ölçüde hazırlıklı olduğu tartışmalı. Nitekim yıllardır Barzani ve Talabani ailelerinin kontrolündeki KDP ve KYB arasında iki şehir devleti gibi yönetilen, güvenlik ve istihbarat birimleri ayrı olan bölgede yolsuzluk, ekonomik ve siyasi istikrarsızlık gibi ağır sorunlar mevcut.
2003 yılında işgal ettiği Irak'tan 2011'de askerlerini çeken ancak 2014'te DEAŞ ile mücadele için ülkeye yeniden asker gönderen ABD'nin, çekilme kararına rağmen eğitim ve danışmanlık hizmeti veren askerlerinin Irak'ta kalacak olması, ülkedeki İran destekli Şii milis ve siyasi grupları ikna etmedi ve ABD üslerine yönelik füze ve drone saldırılarına devam edildi. ABD ve öncülük ettiği DEAŞ ile mücadele koalisyonunun uçak ve drone gibi hava unsurları ve hava savunma sistemlerinin çekilmeye ne kadar dahil olacağı da ABD'nin Irak'tan çekilmesi tartışmasında etkili bir faktör olacak. Ayrıca, ABD'nin Irak'taki muharip güçlerini çekmesinin ardından NATO üzerinden Irak'taki askeri varlığını korumaya yönelik olası hamleleri de bu grupların saldırılarını sürdürmesinde itekleyici bir başka unsur olarak öne çıkabilir. İran destekli Şii milis gruplarının, ABD'nin sadece askeri değil, tıpkı Afganistan'daki ya da ideolojik olarak beslendikleri İran'daki gibi ülkeden diplomatik olarak da ayrılmasını arzulayabileceği dikkate alındığında, bu gruplar ABD askeri üslerinin yanı sıra ülkedeki diplomatik misyonları da çeşitli bahanelerle hedef almaya devam edebilir. Yıl sonunda muharip güçlerini çekeceğini duyuran ABD, Irak'ta askeri ve diplomatik varlığını korumaya devam edecek. Dolayısıyla ABD'nin Irak'taki çekilme kararı Afganistan'dan askeri ve diplomatik çekilmeyle benzerlik taşımıyor ve muhtemel sonuçları da farklılık arz ediyor.
Geçmişte Irak Kürtlerinin ABD'nin Irak'tan çekilmesi durumunda güçlerini IKBY'ye konuşlandırabileceği söylemine karşı, Şii milisler de IKBY'nin Irak'ın parçası olduğunu ve burada da ABD varlığını istemediklerini belirtmiş, çok defa ABD askerlerinin bulunduğu Erbil'deki Uluslararası Havalimanı ve Harir Askeri Üssüne füze ve drone saldırıları gerçekleştirilmişti. Afganistan'da prestij kaybı yaşayan ABD'nin Irak'tan da tamamen çekilmesi için baskı kurmaya devam etmesi muhtemel olan milislerin, IKBY'deki ABD askeri üslerinin tamamen boşaltılması halinde de ABD'nin Erbil'deki başkonsolosluk binalarını hedef alarak Amerikan karşıtı propaganda faaliyetlerini sürdüreceği tahmin edilebilir.
Sincar'daki yerel unsurları Haşdi Şabi bünyesinde maaşa bağlayan PKK'nın Şii milislerle kurduğu ilişki dikkate alındığında ise PKK ve milis gruplarının ayrı ayrı saldırılarına maruz kalan IKBY'nin beklenenin aksine Sincar'a yönelik askeri bir operasyona dahil olması durumunda, PKK ve milis grupları birlikte Erbil yönetimine karşı komplike saldırılar gerçekleştirebilir.
Öte yandan, ABD'nin çekilmesinin yaratacağı nispi güç boşluğunu fırsata çevirmek isteyecek milis gruplarının, IKBY'deki saldırılarını motivasyon açısından çeşitlendirerek bunları Erbil ve Bağdat arasındaki tartışmalı konularda Irak Kürtlerine karşı bir kart olarak kullanması da olası. Zira Şii milisleri kontrol edemeyen Bağdat yönetiminin hesabını soramadığı bu saldırılara nadiren karşılık veren ABD'nin de çekilme pozisyonunda olması nedeniyle cesaretlenen söz konusu grupların saldırı tarzlarını çeşitlendirmesi beklenebilir.
Hatırlanırsa IKBY, Irak merkezi yönetiminin karşı çıktığı 25 Eylül 2017'deki bağımsızlık referandumunun ardından 16 Ekim 2017'de Kerkük dahil tartışmalı bölgelerin tamamına yakınından çekilerek buraları Irak ordusuyla birlikte Şii milislere bırakmak zorunda kalmıştı. Böylesi bir saldırıda ABD'nin kendilerini koruyacağı yanılgısının yanı sıra peşmergenin Kerkük'ten beklenmeyen çekilmesiyle iç karışıklık ve partiler arası ihanet suçlamalarına düşen Irak Kürtleri için Şii milislerin 16 Ekim'deki saldırısı, Bağdat'la yaşanacak kriz anlarında mevcut kazanımlarına karşı tekrar edebilecek potansiyel bir tehdit olarak hafızalardaki tazeliğini koruyor.
PKK ve DEAŞ tehdidi
Irak hükümeti ile IKBY arasında 9 Ekim 2020'de imzalanan ve Musul'un Sincar ilçesindeki PKK ve Haşdi Şabi varlığını sonlandırması öngörülen anlaşmadan rahatsız olan terör örgütü PKK'nın da anlaşma sonrası IKBY'de peşmerge, polis, memur ve sivillere yönelik saldırılarını artırdığı görülüyor. Ayrıca, Erbil merkezli KDP'yi Türkiye'nin IKBY'deki PKK karşıtı operasyonlarına yardım etmekle suçlayan örgütün, Türkiye'nin bölgedeki harekât hızı ve kapsamı artan operasyonlarını takiben IKBY'ye yönelik saldırılarında da artış yaşanması muhtemel. Sincar'daki yerel unsurları Haşdi Şabi bünyesinde maaşa bağlayan PKK'nın Şii milislerle kurduğu ilişki dikkate alındığında ise PKK ve milis gruplarının ayrı ayrı saldırılarına maruz kalan IKBY'nin beklenenin aksine Sincar'a yönelik askeri bir operasyona dahil olması durumunda, PKK ve milis grupları birlikte Erbil yönetimine karşı komplike saldırılar gerçekleştirebilir.
Diğer taraftan, 9 Aralık 2017'de yenilgiye uğratıldığı duyurulan ancak son dönemde Erbil ve Bağdat arasındaki tartışmalı bölgelerde saldırıları artan DEAŞ da IKBY için potansiyel bir risk oluşturuyor. Nitekim, Ezidilerin çoğunlukta yaşadığı Sincar'a 3 Ağustos 2014'te saldırı düzenleyen DEAŞ karşısında savunma kurulamamış ve binlerce Ezidi DEAŞ'ın zulmüne maruz kalmıştı. Bu dönemde, DEAŞ Erbil'e 30-40 kilometre yaklaştığında Irak Kürtlerinin bir kısmı telaşla havalimanı ve otogarlara doluşarak ya da araçlarıyla kuzeye doğru yol alarak şehri tahliye etmeye kalkmış, gıda ve petrol stoku yapmaya başlamıştı. Buna karşın çok sayıda kişi de peşmergenin DEAŞ'a karşı mücadelesine gönüllü olarak katılmaya hazırlanmıştı. Peşmerge güçleri her ne kadar DEAŞ'la mücadelede deneyim kazanmış ve koalisyon güçlerinin askeri yardımlarıyla donanımlarını artırmışsa da son dönemde saldırılarında artış trendi görülen DEAŞ'ın, halihazırda Erbil ve Bağdat arasındaki tartışmalı bölgelerdeki güç boşluğundan yararlandığı ve ABD'nin çekilmesinin oluşturacağı olası bir istikrarsızlığı da fırsata çevireceği söylenebilir.
ABD'nin Irak'tan çekilmesi kararından ülkedeki birçok ABD müttefiki ve yanlısı aktör, grup ve aktivistin olumsuz etkilenebileceği konuşulurken, birçok kazanımını ABD'nin katkısına borçlu olan ve ülkedeki ABD askerlerinin çekilmesinden endişe duyan Irak Kürtlerinin de bu gruplar arasında yer alması bekleniyor.
İran'ın İ-KDP üzerinden baskı politikası
Irak'taki güçlü nüfuzunu IKBY'de de oluşturmak isteyen ve Süleymaniye'deki etkisine nazaran Erbil'in Türkiye ve ABD ile yakın ilişkilerinden rahatsızlık duyan İran da bu dönemde IKBY üzerindeki baskısını artırabilir. İran'ın Şii milisler, Bağdat yönetimi ve Suriye savaşında ilişkisini geliştirdiği PKK üzerinden IKBY ve özellikle KDP'ye baskı yapabileceği birçok aracı mevcutken, bu dönemde özellikle IKBY'de konuşlu bulunan ve İran tarafından terör örgütü olarak kabul edilen İran-Kürdistan Demokrat Partisinin (İ-KDP) kampları ve üyelerine yönelik saldırılarla daha fazla baskı kurulabilir. Zira geçmişte IKBY'deki İ-KDP kamplarına çok sayıda top atışı yapan, lider ve üyelerine Avrupa ve Erbil'de suikast düzenlemekle suçlanan ve yakın zamanda İ-KDP'nin Erbil'de öldürülen üyesi nedeniyle de işaret oklarının yöneldiği İran, Irak yönetiminden İran muhalifi yapıları ülkeden çıkarması için resmi olarak talepte de bulundu.
ABD'nin Afganistan benzeri bir çekilmeyle Irak'tan ayrılması muhtemel görünmese de yukarıda belirtilen tüm risklere karşı Irak Kürtlerinin ne ölçüde hazırlıklı olduğu tartışmalı. Nitekim yıllardır Barzani ve Talabani ailelerinin kontrolündeki KDP ve KYB arasında iki şehir devleti gibi yönetilen, güvenlik ve istihbarat birimleri ayrı olan bölgede yolsuzluk, ekonomik ve siyasi istikrarsızlık gibi ağır sorunlar mevcut. 2017'deki referandumun ardından Kerkük'ün kaybedilmesinde KDP'nin KYB Eş Başkanları Bafel ve Lahur Talabani'yi peşmergeyi buradan çekmek ve ihanetle suçladığı hatırlandığında, Irak Kürtlerinin dışarıdan gelebilecek potansiyel tehditlerle mücadele edebilmesi için, içeride Erbil ve Süleymaniye merkezli KDP ve KYB kontrolündeki peşmergelerin birleştirilmesi çabalarını hızlandırması ve siyasi partiler arasındaki anlaşmazlık alanlarını onarması öncelikli gündem. Ayrıca yolsuzluk ve işsizlik gibi konuların üzerine giderek Bağdat'tan gelen memur maaşlarının kesintisi durumunda doğabilecek kitle hareketlerine engel olabilmek için alternatif gelir kaynaklarını çeşitlendirmesi de gerekiyor. Öte yandan, ABD'nin çekilmesinden sonra oluşacak güç boşluğunu İran'ın baskılayıcı ve hegemonik politikalarıyla domine etmemesi için Türkiye ile ilişkileri geliştirmesi ve PKK-DEAŞ ile mücadelede daha fazla işbirliğine yönelmesi elzem.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abdnin-afganistanin-ardindan-irak-tan-da-cekilmesi-ikbyye-nasil-yansir/2344356 | 5,678 | 11,664 |
ANALİZ - ABD terörü hem raporluyor hem destekliyor
ABD, bir yandan Suriye'de askeri, siyasi ve ekonomik destek sağladığı terör örgütü PKK/YPG'nin aparatı SDG'yi kullanırken, diğer yandan da SDG'nin işlediği savaş suçlarını ve insan hakları ihlallerini raporluyor.
İstanbul
SETA Dış Politika Direktörlüğü'nden Kutluhan Görücü, BM tarafından yayınlanan rapora göre, terör örgütü PKK/YPG'nin çocukları zorla kadrosuna katmasını ve ABD'nin bu konudaki iki yüzlü politikasını AA Analiz için kaleme aldı.
***
Anadolu Ajansı'nın (AA) Birleşmiş Milletler'in (BM) "Çocuklar ve Silahlı Çatışmalar Raporu"na ulaşarak terör örgütü PKK/YPG'nin 2023 yılı içerisinde 231 çocuğu zorla silahaltına almasını haberleştirmesi sonrasında, kamuoyunda PKK/YPG'nin çocukları zorla örgüte alması yeniden gündem oldu. Yine aynı raporda terör örgütü PKK/YPG ve diğer yapılanmalarının 2023'te 8 çocuğu öldürdüğü ya da sakat bıraktığı, 31 okul ve hastaneyi silahlı faaliyetleri için kullandığı ifade edildi.
ABD kendi raportörlerinin veya sivil toplum kuruluşlarının insan hakları ihlalleri raporlarını ve çocukların savaşçı olarak kullanıldığını gösteren raporları görmezden gelmekte ısrar ediyor
Örgüte insan kaynağı temininde yüzlerce çocuk kaçırılıyor
PKK'nın Suriye kolu olan YPG'nin, terör örgütüne eleman teminindeki anlayışını Suriye'ye taşıdığını açıkça ifade edebiliriz. Terör örgütü PKK'nın başta Türkiye olmak üzere Irak, Suriye ve İran'dan çocukları zorla alıkoyarak örgütün dağ kadrolarına kattığı biliniyor. Bu stratejinin PKK açısından geçmişi oldukça uzundur. Terör örgütü bu sayede ideolojik endoktrinasyonu da erken yaşta sağlamayı amaçlıyor. Bu nedenle uzun yıllardır terörist temininde çocukların kullanılması örgütün stratejisinin bir parçasıdır. Terör örgütünün tarihindeki binlerce örneğin yanı sıra 2019 yılından beri eylemlerini sürdüren "Diyarbakır Anneleri" bu hususun kamuoyuna açık bir şekilde yansıması bakımından büyük bir örneklik teşkil ediyor.
Her ne kadar YPG, 2014 yılında "Geneva Call" adlı sivil toplum kuruluşuyla “Çocukların Silahlı Çatışmalardan Korunmasına Dair Taahhütname” imzalasa da çok sayıda rapor, YPG'nin bu taahhüdüne uymadığını ortaya koydu. Haziran 2019'da Suriye Demokratik Güçleri (SDG) sözde Genel Komutanı Mazlum Abdi de BM Çocuklar ve Silahlı Çatışma Özel Temsilcisi Virginia Gamba ile çocukları kullanmayacağına yönelik bir anlaşma imzaladı. Söz konusu anlaşma sonrasında dahi terör örgütü PKK/YPG, çocukları kaçırmaya ve savaş sahasında kullanmaya devam etti. Keza yalnızca Amnesty ya da Syrian Network Human Rights gibi sivil toplum kuruluşlarında değil, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanlığı'nın her yıl yayınladığı İnsan Kaçakçılığı raporunda, 2016 yılından bugüne kadar terör örgütü PKK/YPG'nin çocukları silah altına aldığı ifade edildi.
ABD, bir yandan Suriye'de askeri, siyasi ve ekonomik destek sağladığı terör örgütü PKK/YPG'nin aparatı SDG'yi kullanırken, diğer yandan da SDG'nin işlediği savaş suçlarını ve insan hakları ihlallerini raporluyor. Bununla beraber ABD, PKK/YPG'yi başta zorla örgüte kattığı çocuklar olmak üzere insan hakları ihlalleri konusunda geri adım attıracak hiçbir politika da izlemiyor. Yıllardır sürdürülen askeri yardımlar ve kalkınma yardımları ise kesintisiz bir şekilde devam ediyor.
ABD'nin iki yüzlü siyaseti
Açık bir ifadeyle ABD, kendi rapor ve belgelerine rağmen iki yüzlü bir siyaset izliyor. Türkiye, bu iki yüzlü siyaseti YPG/SDG'nin PKK'dan ayrı bir örgütlenme olarak lanse edilmesinde de tecrübe etti. Yine ABD'nin resmi raporlarında terör örgütü YPG/SDG, PKK'nın Suriye kolu olarak ifade edilse de ABD yetkilileri bu durumu inkar etme yolunu tercih ettiler. Bu inkar süreci de yine birbirinden çelişkili ifadeleri barındırdı. Keza dönemin ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Senatör Lindsey Graham'ın soruları karşısında terör örgütü PKK ile PYD/YPG arasında ilişki olduğunu kabul etti.
ABD, kendi kurumlarının raporlarına, sahadan elde ettiği istihbarata ve Türkiye'nin itirazlarına rağmen terör örgütü PKK/YPG'yi, Suriye sahasındaki partneri olarak korumaya devam ediyor. Hatta DEAŞ ile savaş döneminde ABD'nin piyade unsuru görevi gören başta YPJ unsurları olmak üzere tüm terör örgütü PKK unsurları "özgürlük savaşçıları" olarak lanse edildi. ABD medyası başta olmak üzere Batı medyası kendilerinin yarattığı bu hikayeye önce kendilerini ardından da halklarını inandırmaya çalıştı. Bu hususta kitaplar yazıldı, konferanslar düzenlendi ve hatta dizi ve filmler çekilerek PKK terörünün propagandası işlendi. DEAŞ ile savaşın sona ermesiyle de söz konusu propaganda yavaş yavaş etkisini yitirdi. Ancak başta ABD olmak üzere Batı dünyası terör örgütü PKK/YPG'yi desteklemeyi hala sürdürüyor.
Türk kamuoyunun da yakından takip ettiği İsveç'in NATO'ya üyelik sürecinde de terör örgütü PKK/YPG'nin "akıldışı" bir destek aldığı görüldü. Hatırlanacağı üzere İsveç, NATO'ya üyelik süreci öncesinde terör örgütü PKK/YPG'ye 376 milyon dolar yardım taahhüdünde bulunurken Rusya'nın açtığı savaşa karşı direnen Ukrayna'ya 5 milyon dolar yardımda bulundu. Üstelik bu yardım, Rusya'nın bu saldırgan siyaseti direkt olarak İsveç'i tehdit ederken yapıldı. Bunun yanı sıra ABD öncülüğünde oluşturulan Uluslararası Koalisyon'da yer alan üye ülkeler PKK/YPG'yi desteklemeyi sürdürdü. Bu noktada İngiltere ve Fransa öne çıkan ülkeler arasında yer aldı.
Özetlemek gerekirse, Batı dünyasının gördüğü ve bildiği PKK/YPG ile görmek istediği PKK/YPG arasında oldukça büyük bir makas bulunuyor. Batı, zorla örgüte alınan çocuklara, insan hakları ihlallerine, inşa edilmek istenen diktatöryel rejime ve 50 yıllık terör geçmişine rağmen PKK'yı "Orta Doğu bataklığında" açmış Avrupai bir yapılanma olarak görmek istiyor. Bu nedenle, kendi raportörlerinin veya sivil toplum kuruluşlarının söz konusu insan hakları ihlalleri raporlarını ve çocukların savaşta kullanıldığını gösteren raporları görmezden gelmekte ısrar ediyor.
[Kutluhan Görücü, SETA Dış Politika Direktörlüğü'nde araştırmacı olarak çalışmaktadır. Ayrıca Suriye Gündemi internet sitesinde baş editörlük yapmaktadır. Çalışma alanları Suriye savaşı, devlet dışı silahlı aktörler, terörizm, Türkmenler ve DEAŞ'tır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/analiz-abd-teroru-hem-raporluyor-hem-destekliyor/3273305 | 3,189 | 6,410 |
ANALİZ - İran cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tur: Küskünlerin ikna edilmesi gerekiyor
Hiçbir adayın toplam kullanılan oyların yüzde 50'sinden fazlasını alamadığı seçimde en fazla oy alan 2 aday, 5 Temmuz 2024 Cuma günü yapılacak olan ikinci tur seçimlerine girmeye hak kazandı
İstanbul
İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkan Vekili Doç. Dr. Turgay Şafak, ikinci tura kalan İran Cumhurbaşkanlığı seçiminin hassas dengelerini AA Analiz için kaleme aldı.
***
19 Mayıs 2024'te meydana gelen helikopter kazasında Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin hayatını kaybetmesinin ardından İran anayasasına uygun olarak seçimlerin 40 gün sonra yapılmasına karar verildi ve 28 Haziran tarihinde İran halkı sandık başına gitti. 40 gün gibi kısa bir sürede adaylık başvuru süreci, Anayasa Koruyucular Konseyi'nin (AKK) inceleme süreci ve son olarak adaylığı onaylanan adayların kampanya süreci gerçekleşti. AKK bu seçimde 1'i reformist, 5'i muhafazakar 6 adayın başvurusunu onayladı.
61 Milyon 452 bin 321 seçmenin bulunduğu İran'da 28 Haziran'da yapılan seçimlerde toplam 24 milyon 535 bin 185 kişi sandığa gitti. Yaklaşık yüzde 40'a tekabül eden bu oran meşruiyetini halktan aldığını iddia eden bir sistem için oldukça düşük bir orandır.
İlk turun kazananları ve kaybedenleri
Reformist aday Mesud Pezeşkiyan, eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi döneminde Sağlık Bakanlığı, Üniversite Rektörlüğü ve Meclis Başkanlığı yapan, mütevazi yaşamı ile dikkatleri çeken Tebrizli bir siyasetçidir. Pezeşkiyan, ilk turda en çok oyu alarak ikinci tura geçmeye hak kazanan isim oldu.
Muhafazakar adaylar arasındaki iddialı isimlerden Muhammed Bakır Kalibaf, Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Polis Teşkilatı Komutanlığı ve Tahran Belediye Başkanlığı yaptı ve halen Meclis Başkanlığı görevini sürdürüyor. Seçimi kazanması veya en azından ikinci tura çıkması beklenen Kalibaf, beklenenin çok altında oy alarak seçimi 3'üncü sırada tamamladı.
Said Celili diğer Muhafazakar aday Kalibaf'a verilen oyun tamamını veya büyük bir çoğunluğunu alırsa 5 Temmuz'da yapılacak seçimin galibi olabilir.
Muhafazakarların diğer iddialı ismi olan Said Celili, İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreterliği ve Nükleer Müzakereci gibi görevlerde bulundu. Halen Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi ve Düzenin Yararını Teşhis Konseyi üyesidir. Said Celili, kendisinden beklenen oy oranının üzerinde oy alarak ikinci tura girmeye hak kazandı.
Muhafazakar cenahın diğer 2 adayı Kadızade Haşimi ve Ali Rıza Zakani seçime 2 gün kala Kalibaf ve Celili'nin temsil ettiği devrimci cepheye birlik çağrısı yaparak seçimden çekildiler. Muhafazakar kanadın diğer adayı Mustafa Purmuhammedi seçim sürecinde televizyon programlarında başarılı bir performans sergilese de bu performans seçim sonuçlarına yansımadı.
Seçimlerde ne oldu?
Seçime katılım konusunda son yıllarda ciddi düşüşler yaşayan İran'da, katılımın çok önemli olduğu başta Ayetullah Ali Hameney olmak üzere herkes tarafından yoğun bir şekilde vurgulandı. 28 Haziran'da yapılacak seçimlerde kamuoyu araştırmaları katılım oranın yüzde 52-60 bandında göstermesi İran elitlerini memnun etse de beklenen olmadı.
61 Milyon 452 bin 321 seçmenin bulunduğu İran'da 28 Haziran'da yapılan seçimlerde toplam 24 milyon 535 bin 185 kişi sandığa gitti. Yaklaşık yüzde 40'a tekabül eden bu oran meşruiyetini halktan aldığını iddia eden bir sistem için oldukça düşük bir orandır. Adayların oy oranlarına bakacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Reformist aday Mesud Pezeşkiyan 10 milyon 473 bin 991 oy ile yüzde 42,5, radikal Muhafazakar cenahın adayı Said Celili 9 milyon 473 bin 298 oy ile yüzde 38,6, Muhammed Bakır Kalibaf 3 milyon 383 bin 340 oy ile yüzde 13,8 ve son olarak Mustafa Purmuhammedi 206 bin 397 oy ile yüzde 8 oy aldı. Ayrıca 1 milyon 56 bin 159 oy ise geçersiz sayıldı.
Hiçbir adayın toplam kullanılan oyların yüzde 50'sinden fazlasını alamadığı seçimde en fazla oy alan 2 aday, 5 Temmuz 2024 Cuma günü yapılacak ikinci tur seçimlerine girmeye hak kazandı.
İkinci turda kimler yarışacak ve şansları nedir?
İkinci turda yarışmaya hak kazanan isimler oyların yüzde 42,5'ini alan reformist aday Mesud Pezeşkiyan ve yüzde 38,6 oy oranı ile ikinci olan radikal Muhafazakar aday Said Celili oldu.
69 yaşındaki Mesud Pezeşkiyan 5 kez Tebriz milletvekili seçildi. Mart 2024'teki meclis seçimlerinde 95 bin oyla Tebriz'den birinci sırada meclise girdi. 2021 yılında da Cumhurbaşkanı Adayı oldu ancak adaylığı AKK tarafından reddedildi.
Pezeşkiyan bu seçimde AKK'den onay alan tek reformcu aday oldu. Eski Cumhurbaşkanları Muhammed Hatemi, Hasan Ruhani ve eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif gibi isimlerin desteğini alan Pezeşkiyan, seçim kampanyalarında, ülkedeki etnik ve mezhebi ayrımcılık ile zorunlu başörtüsü, internete erişim gibi sorunlara vurgu yaptı.
Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda şeffaf olacağı, rantçılık ve adam kayırmacılığıyla mücadele edeceği sözünü veren Pezişkiyan nükleer meselenin çözümü ve yaptırımların kaldırılması için başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere Batılı ülkelerle müzakere yolunu seçeceğini belirtti. Hasan Ruhani ve Cevad Zarif'in Pezeşkiyan'ı yoğun bir şekilde desteklemesi, muhafazakar cenahta "3'üncü Ruhani hükümetine hayır" şeklinde karşı propaganda yapılmasına sebep oldu.
Kendisi partili bir reformist olmayan Pezeşkiyan tartışma programlarında somut projelerden bahsetmedi, genelde Devrim Rehberi Ali Hameney'in çizmiş olduğu çerçeveyi merkeze alarak bir yönetim sergileyeceğini dile getirdi. Ekonomi ve toplumsal meseleler hakkında sorulan sorulara uzmanlarına soracağız şeklinde cevaplar verdi. Sık sık dini metinlere referans vermesi de oldukça dikkat çekti. Kampanya boyunca eski Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'in meydanlarda olması Pezeşkiyan'ın kazanması durumunda dış politikayı Zarif'e teslim edeceği yorumlarını da beraberinde getirdi. Ayrıca katıldığı bir tartışma programına Zarif ile birlikte çıkması da bu iddiayı doğrular nitelikteydi.
5 Temmuz 2024 tarihinde gerçekleşecek ikinci tur seçimlerde muhafazakar cenahın adayı Said Celili'nin profiline baktığımızda, uzlaşmaz sert tutumu ile ön plana çıkan, devrim ilkelerine bağlı, dış politikada batı karşıtı bir profil görüyoruz.
1980'lerden beri kritik görevlerde bulunan 59 yaşında olan Celili, İran-Irak Savaşı gazisidir. Celili, İlk kez Cumhurbaşkanı adayı olarak girdiği 2013 seçimlerinde yaklaşık yüzde 11 oy aldı. 2021 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylığından ise İbrahim Reisi'nin lehine çekildi. Celili, Nükleer Anlaşma'ya muhalif olmasıyla ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerle müzakereye yönelik mesafeli tutumuyla biliniyor.
İran siyaset yelpazesinde muhafazakarların içindeki radikal tabanı temsil eden Celili'nin ikinci tura kalma şansı olmadığı düşünülüyordu. Bu nedenle muhafazakar cenahın önemli isimleri ve basın yayın organları Kalibaf lehine çekilmesi yönünde son güne kadar kendisine baskı yaptı ancak Celili bu baskılara boyun eğmeyerek seçimden çekilmedi ve beklenenin üzerinde bir oy alarak seçimlerin ikinci turuna katılmaya hak kazandı.
Gelinen bu noktada Said Celili diğer Muhafazakar aday Kalibaf'a verilen 3 milyon 383 bin 340 oyun tamamını veya büyük bir çoğunluğunu alırsa 5 Temmuz'da yapılacak seçimin galibi olabilir. Her ne kadar Kalibaf ve diğer Muhafazakar adaylar ikinci turda Said Celili'yi destekleyeceklerine dair açıklama yapsalar da bütün oyları fire vermeden taşımaları mümkün görünmüyor.
Öte yandan 2021 yılında yapılan seçimlerde İbrahim Reisi 19 milyona yakın bir oy ile Cumhurbaşkanlığını kazanmıştı. Bu seçimde muhafazakar 2 adayın aldığı oy toplam 13 milyon civarındadır. Bu oran muhafazakar kanatta sandığa gitmeyen büyük bir kitlenin olduğunu da gösteriyor. Celili ve muhafazakar kanat sandığa gitmeyen bu kitleyi sandığa çekebilirse kazanma şansı yükselir. Aynı şekilde Mesud Pezeşkiyan ve reformcu cenahın da 1 hafta içinde küskün seçmeni ikna edip oy vermesini sağlaması gerekir.
[Doç. Dr. Turgay Şafak, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkan Vekilidir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/analiz-iran-cumhurbaskanligi-seciminde-ikinci-tur-kuskunlerin-ikna-edilmesi-gerekiyor/3261977 | 3,837 | 8,050 |
ANALİZ- Terör örgütü PKK'nın Irak'taki kundaklama eylemleri: Irak'ta denklem değişir mi?
Bizzat Iraklı makamların açıklamasına göre terör örgütü PKK artık doğrudan Irak'ın başkentinde de terör eylemleri düzenlemek için girişim içerisinde.
İstanbul
ORSAM Irak Çalışmaları Araştırmacısı Sercan Çalışkan, son dönemde terör örgütü PKK'nın Irak'ta artan saldırılarının ne anlama geldiğini AA Analiz için kaleme aldı.
***
Türkiye'nin operasyonları neticesinde Irak'ın kuzeyindeki alan hakimiyetini önemli ölçüde kaybeden terör örgütü PKK, hareket alanı kısıtlandıkça Irak'ın içinde yeni yaşam alanları arıyor. Terör örgütü PKK Irak'ın farklı şehirlerinde tehditler yaratıyor.
Aynı zamanda Türkiye ve Irak, Kalkınma Yolu Projesi gibi adımlarla ilişkilerini farklı boyutlarla güçlendirdikçe örgüt daha fazla köşeye sıkışıyor. Örgüt bu durumdan kurtulmak için yeni tehditler yaratarak Türkiye ve Irak arasındaki ilişkilerin olumlu seyrini akamete uğratmaya çalışıyor. İkili ilişkilerdeki olumlu seyir sonucunda Irak merkezi hükümetinin PKK'yı "yasaklı örgüt" olarak nitelendirmesi gibi gelişmeler örgütün telaşa kapılmasına neden oldu. Tüm bunların üzerine Pençe Harekatları ile verilen kayıpların getirdiği telaş ve agresifleşme de terör örgütü PKK'nın Irak'ın farklı şehirlerinde orman yangınları ve kundaklama gibi terör saldırılarına girişmesine neden oldu. Dahası, Irak İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada PKK'nın Bağdat'ta terör eylemleri planladığı belirtildi.
Terör örgütü PKK'nın Irak'ta artan saldırıları
Son aylarda Erbil, Duhok ve Kerkük'teki çarşı ve pazar yerlerinde çıkan yangınlarda çok sayıda maddi zarar meydana gelirken aynı zamanda şehrin tarihsel mirası olan yapılar da önemli ölçüde zarar gördü. Kerkük'ün tarihi Kayseri Çarşısı'ndaki yangında 100'den fazla dükkan yanarak kullanılamaz hale geldi, onlarca dükkanda hasar oluştu. Erbil'de yer alan diğer bir tarihi çarşı olan aynı isimdeki Kayseri Çarşısı'nda çıkan yangında ise 200'ü aşkın dükkan zarar gördü. Kerkük ve Erbil'de olduğu gibi Duhok il merkezinde yer alan Çele Pazarı'nda çıkan yangın neticesinde de 300'den fazla dükkan yandı. Irak İçişleri Bakanlığının açıkladığı bilgilerde bu yangınlardaki kayıpların milyonlarca dolar olduğu paylaşıldı.
Irak merkezi hükümetiyle Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) güvenlik güçlerinin ortak yürüttüğü operasyonlar neticesinde, meydana gelen yangınların birer kundaklama olduğu ve terör örgütü PKK militanları tarafından gerçekleştirildiği açıklandı. Irak İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Mikdad Miri el-Musevi ve IKBY İçişleri Bakanlığının Bağdat'ta düzenlediği ortak basın toplantısında terör eylemlerini gerçekleştiren 3 teröristten 2'sinin Kerkük'te, birinin ise Diyala'da yakalandığı bildirildi. Yakalanan şahısların ifadelerinde başka bölgelerde de yangın çıkarmayı planladıklarını itiraf ettikleri vurgulandı. Musevi, PKK'lı teröristlerin bu eylemlerin ardından Irak topraklarındaki Kerkük-Ceyhan petrol boru hattına da sabotaj yapmayı planladıklarının altını çizdi. Musevi ayrıca PKK'nın başkent Bağdat'taki bazı bölgelerde de terör eylemleri gerçekleştirmeyi planladığını duyurdu.
Yapılan basın toplantısında paylaşılan bilgiler, terör örgütü PKK'nın Irak'ta yarattığı tehdidin boyutunu ve aynı zamanda örgütün yaşadığı "kaybetme telaşını" açıkça gösteriyor. Terör örgütü PKK Irak'ın güvenlik atmosferi bakımından yeni bir tehdit boyutu oluşturuyor. Bizzat Iraklı makamların açıklamasına göre terör örgütü PKK artık doğrudan Irak'ın başkentinde de terör eylemleri düzenlemek için girişim içerisinde. Örgüt, Erbil ve Kerkük gibi şehirlerdeki saldırılarının yanı sıra bu şehirlere Bağdat'ı da ekleyerek Irak'ın karar alma mekanizmaları üstündeki baskısını artırmak istiyor. Bunun bir neticesi olarak, Irak merkezi hükümetinin de toprakları içerisinde barınan terör örgütünün yalnızca ülkenin kuzey şehirlerinde değil; doğrudan başkentinde kendisine tehditler oluşturduğunu daha net şekilde görmesi beklenmelidir.
Terör örgütü PKK köşeye sıkıştı
Terör örgütü PKK Irak'ta köşeye sıkıştı. Örgüt bu sıkışmışlık içerisinde Türkiye ve Irak ilişkilerini hedef alıyor. İki ülke arasındaki somut adımlar neticesinde ortaya çıkan tablo, ilişkilerin yalnızca güvenlik anlamında değil her alanda ileriye taşınmak istendiğini ancak PKK'nın Ankara ve Bağdat arasında bir sorun kaynağı olarak yer aldığını gösteriyor. Hem Türkiye-Irak sınırının güvenliği hem Kalkınma Yolu gibi projelerin sunduğu fırsatlar güvenlik ilişkilerinden ekonomik ilişkilere iki ülke arasında bir yeni dönem inşasının kararlılığına işaret ediyor. Dolayısıyla, Türkiye ve Irak'ın güvenliğini tehdit eden bir terör örgütünün en hızlı şekilde Irak topraklarından temizlenmesi, ikili ilişkilerin gidişatı için son derece önemlidir.
Pençe harekatlarıyla birlikte sahada alan kaybeden örgüt, ikili ilişkilerde atılan adımlarla ortaya çıkan yeni tabloda Irak'ta kendisine yaşam alanları bulamayacağının da farkındadır. Bu farkındalık neticesinde örgüt, Irak'ta telaşa kapılmış şekilde kundaklama ve orman yakma eylemlerine girişiyor. Örgüt ayrıca şehirlerin elektrik ve boru hatları gibi stratejik noktalarına saldırılar düzenleme girişimlerinde de bulunuyor.
Terör örgütü PKK, Irak'ın kuzeyinde Türkiye'nin askeri operasyonlarına karşı yaşadığı çaresizlik sonucu da aynı telaşı yaşıyor. Bu kapsamda Milli Savunma Bakanlığı 27 Haziran'da yaptığı bir açıklamada, Dergele köyündeki sivilleri kalkan yaparak birliklere havan atışı yapan teröristlerin, yerlerinin tespit edilememesi için ormanları ateşe vermeye başladığını paylaştığı görüntülerle birlikte duyurdu.
KYB'nin terör örgütü PKK'ya desteği ayyuka çıktı
Terör örgütü PKK tehdidi başkent Bağdat'a kadar ulaşırken Türkiye birçok kez Irak tarafını IKBY'nin Süleymaniye merkezli ikinci büyük partisi Bafel Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) konusunda uyardı ve KYB'nin PKK'ya destek verdiğini belirtti. Yaşanan son gelişmeler, Türkiye'nin ikazlarının haklılığını da ortaya çıkardı.
IKBY İçişleri Bakanlığı Divanı Genel Müdürü Hemin Mirani, Kerkük, Erbil ve Duhok'ta meydana gelen yangınların faillerinin KYB'ye bağlı Anti Terör Birimi ile Peşmerge askeri birliğinde görevli kişiler olduklarını ve bu kişilerin Süleymaniye'de terör örgütü PKK'dan eğitim aldıklarını açıkladı. Terör eylemlerini gerçekleştirenlerle KYB'nin bağlantıları, Irak'ta saldırılarını sürdürebilmesi için örgüte destek veren bir siyasi oluşumun varlığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla KYB, hem Irak'ın güvenlik istikrarını bozan hem de Irak'ın komşularıyla ilişkilerini baltalamak isteyen bir terör örgütüne destek veren bir pozisyonda bulunuyor. Bu nedenle, Iraklı makamların KYB'nin terör örgütü PKK'yla ilişkilerini görmezden gelmesinin sürdürülebilir olması da beklenemez. Irak hükümetinin başkent Bağdat dahil olmak üzere ülkenin farklı şehirlerinde terör örgütü PKK'nın eylemlerinin önüne geçmek ve Türkiye ile oluşturulan yeni zemini korumak için PKK-KYB ilişkilerine dair somut adımlar atması gerektiği son olaylarla birlikte bir kez daha ortaya çıktı.
[Sercan Çalışkan, ORSAM Irak Çalışmaları Araştırmacısı. Polis Akademisinde doktora eğitimine tez yazım aşamasında devam etmektedir. Irak'ın birçok vilayetinde 2020'den bu yana saha çalışmaları gerçekleştiren Çalışkan; 2021 Irak Parlamento Seçimleri ile 2023 Yerel Seçimlerinde uluslararası gözlemci olarak görev yapmıştır. Çalışkan ayrıca Çin'in Orta Doğu politikası üzerine de akademik çalışmalar yürütmektedir.]
• Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/analiz-teror-orgutu-pkknin-iraktaki-kundaklama-eylemleri-irakta-denklem-degisir-mi/3270904 | 3,860 | 7,672 |
Arap dünyası Filistin Devleti'nden vaz mı geçiyor?
Netanyahu'nun sıraladığı, Gazzede sivilleri öldürmediklerine dair yalanların 79 defa ABD'li senatörler ve Temsilciler Meclisi üyeleri tarafından alkışlanması, ABD siyasetinin İsrail'in belirlediği bir sürecin peşinde sürüklendiğini ispatlıyor.
İstanbul
Gazeteci Mehmet A. Kancı, Filistin devletine giden sürecin uluslararası güçler ve bölgedeki Arap ülkeleri tarafından nasıl baltalandığını AA Analiz için kaleme aldı.
***
2011 yılındaki Suriye iç savaşı, 2014'te Rusya'nın Kırım'ı ilhakı, 2022 yılı itibarıyla yeniden alevlenen Rusya-Ukrayna savaşı, 2023 Nisan ayında Sudan'da başlayan iç savaş ve 2023 yılının ekim ayında İsrail'in Gazze'ye başlattığı saldırı. Bu olaylar zinciri yalnızca Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere uluslararası kuruluşların iflasının belgesi olmakla kalmıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) başını çektiği G-7 ülkeleri ile İsrail'in, Soğuk Savaş döneminde ve bu dönemin sona ermesinin ardından imzalanan, uluslararası konjonktürde dengeyi sağlayan anlaşmaları da ortadan kaldırma yolunda sistematik ve örtülü bir çaba içerisinde oldukları da artık ortada. Görünen o ki bu ülkeler, uluslararası topluma haber verme gereği duymadan Filistin'de iki devletli çözümü ortadan kaldıracak adımları çoktan kararlaştırdılar.
Bugün Gazze Şeridi ve Batı Şeria'da Filistin toplumunu yerinden ederek parçalayan gelişmeler yalnızca BM'nin bölgeyle ilgili aldığı tüm kararları yıllardır alışılageldiği şekilde çiğnemekle kalmıyor. Bizzat ABD'nin arabulucusu olduğu 1978 Camp David ve 1992-1995 yıllarında imzalanan Oslo Anlaşmaları'nın da artık bir hükmü kalmadı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun 24 Temmuz Perşembe günü ABD Kongresi'nde yaptığı konuşma sırasında ortaya çıkan manzara, Camp David Anlaşması'nın mimarı Jimmy Carter ile Oslo Anlaşmaları'nın mimarı Bill Clinton'ın mirasları ile bu anlaşmalar vesilesiyle Filistinli ve İsrailli liderlerin aldığı Nobel Barış Ödülleri'nin de çöpe gittiğini ortaya koydu.
Netanyahu'nun fütursuzca sıraladığı, Gazze'de sivilleri öldürmediklerine dair yalanların 79 defa ABD'li senatörler ve Temsilciler Meclisi üyeleri tarafından alkışlanması, ABD siyasetinin ve diplomasisinin İsrail'in belirlediği bir sürecin peşinde sürüklendiğini ispatlıyor. Bir de buna İsrail'in başkentini Kudüs olarak tanıyan ve Golan Tepeleri'nin ilhakını kabul eden Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray'a seçilme ihtimalini ekleyecek olursak, Filistin'de iki devletli çözümün bir daha geri gelmemek üzere 2025 yılından itibaren gündemden çıkacağını ifade edebiliriz.
İran ve vekillerine karşı İsrail-CENTCOM liderliğinde kurulan konsensüs
İsrail medyasını geriye doğru taradığımızda 2019 yılı itibarıyla yine o dönemin Başbakanı olan Netanyahu'nun Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün ile Yemen'deki İran destekli Husilerin yarattığı tehditle mücadele etmek için bir konsensüs oluşturduğu anlaşılıyor. Bu konsensüs günümüzde Amerika Birleşik Devletleri Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) koordinasyonunda bir askeri müdahale yapısı haline dönüşmüş vaziyette. İsrail'e yeşil ışık yakan bölge ülkeleri, doğrudan İran topraklarını hedef almaması kaydıyla İsrail'in, İran'ın tüm vekil örgütlerini vurması için hava sahalarını açıyor, istihbarat ve lojistik destek sağlıyor. Buna karşılık İsrail'e yönelik bir saldırı söz konusu olduğunda ise aynı ülkeler hava sahalarından geçen füze ve kamikaze dronları imha etmek için topraklarında bulunan ABD-İngiltere-Fransa üçlüsünün tüm imkanlarının devreye girmesine razı oluyorlar. Bu denklem neticesinde İran'ın vekil örgütlerinin yarattığı tehditten kurtulmak uğruna, Arap dünyasının Filistin davasından ya da en azından Gazze halkından vazgeçtiği sonucu çıkıyor.
Arap dünyasındaki kırılma 1975'te başladı
Arap dünyasındaki bu kırılmanın kökenlerini anlamak için 1975 yılına dönmek gerekiyor. 1964-1975 yılları arasında Suudi Arabistan'ı yöneten Kral Faysal bin Abdülaziz Al Suud Filistin davasının gerçek bir hamisiydi ve Filistin özgürlük hareketine destek verme meselesini Sovyetler Birliği tarafından desteklenen milliyetçi Baas partisinin tekeline bırakmamıştı. 1973 Arap-İsrail Savaşı'nın ardından, Arap ordularının İsrail'e ve onun destekçisi ABD'ye vuramadıkları darbeyi, Kral Faysal öncülüğündeki Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC vurdu. Batı dünyasına uygulanan petrol ambargosu ile ham petrolün varil fiyatının 3 dolardan 12 dolara yükselmesi, savaş alanındaki en güçlü silahlardan daha fazla etki yaptı. Günümüzde Veliaht Prens Selman'ın Suudi Arabistan'ın sosyal ve ekonomik hayatında gerçekleştirdiği reformların öncülerini gündeme getiren Kral Faysal, petrol ambargosu ve İsrail'e uygulanan baskıdaki lider pozisyonunun bedelini 25 Mart 1975'te üvey kardeşinin oğlu Faysal bin Müsaid tarafından öldürülerek ödedi. Faysal bin Müsaid, 1966-1971 yılları arasında ABD'de eğitim görmüş ve bu esnada uyuşturucu kullanma suçlamasıyla tutuklanmıştı. Bin Müsaid eğitimini tamamladıktan sonra önce Lübnan'a ardından Demokratik Almanya'ya gitti. Ülkesine dönüşünde ise karmaşık ilişkileri nedeniyle pasaportuna el konuldu ancak Riyad Üniversitesi'nde akademisyen olarak çalışmasına izin verildi. Faysal bin Müsaid'in ailesi aynı zamanda Suudi Arabistan'da televizyon yayınlarının başlaması dahil reform hareketlerine karşı çıkan kesimlerin önderliğini yapmaktaydı. Kral Faysal'ı öldüren Faysal bin Müsaid'in eyleminin planlı olduğu tespit edilse de gerçek amacı net olarak ortaya konmadı. Ancak o tarihten sonra Filistin lideri Yaser Arafat'ın karargahındaki kuşatmanın ardından Fransa'daki bir askeri hastanede, zehirlenme iddiaları reddedilmiş olmakla beraber, şüpheli şekilde ölümüne, Filistin davasının savunucuları Muammer Kaddafi, Enver Sedat ve Saddam Hüseyin'in akıbetlerine bakacak olursak, iki devletli çözüm girişiminin ve Birleşmiş Milletler'in bu yöndeki kararlarının uygulanamayacak hale getirilmesi için 49 yıldır yürüyen bir planın son safhalarına ulaştığımızı söyleyebiliriz.
Filistin'de iki devletli çözümü yok etmenin eşiğindeler
Peki ABD'nin iki devletli çözümü tamamen devreden çıkaracak İsrail politikalarına destek vermesi, Batı Şeria'yı da kapsayacak bir çatışmanın başlangıcı olabilir mi? Bu sorunun yanıtını ararken, İsrail'in Gazze'deki 2 milyon insan üzerinde 9 aydır devam ettirdiği sınırsız şiddeti durduracak bir uluslararası inisiyatifin ortaya çıkmadığını unutmamak gerekir. Halihazırda rahatça yutulmak üzere parçalara ayrılmış Batı Şeria'da yaşayan 3 milyondan fazla Filistinliye karşı İsrail'in benzer bir katliam ve zorunlu göç planını yürürlüğe koymasını kim engelleyebilir? Bu tür bir planın Netanyahu'nun masasının üzerinde olduğundan şüphe duymak için de artık çok geç. Türkiye'nin 9 aydır sürdürdüğü çabalara rağmen Arap ve İslam dünyasının İsrail üzerinde gerçekçi bir baskı oluşturacak yol ve yöntemleri geliştirememesi gidişatı belirleyici unsurlardan. Nisan ayında İran ve vekil örgütlerinin İsrail'i hedef alan füze ve kamikaze dron saldırıları ile 20 Temmuz'da İsrail'in Yemen'in Hudeyde limanına düzenlediği saldırı sırasında ortaya çıkan tablodan alınması gereken bir ders var.
[Gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/arap-dunyasi-filistin-devletinden-vaz-mi-geciyor/3290747 | 3,593 | 7,432 |
Aşı savaşlarında son perde: Küresel ve yükselen güç stratejileri
Günümüzde küresel aşı pazarındaki tüm başat oyuncular, biyomedikal üretim kapasitelerini en etkin biçimde kullanıp çok uluslu ilaç devleri arasında işbirliklerini teşvik ederek kitlesel aşılama programlarını hızlandırma peşindeler.
İstanbul
Geçtiğimiz yıl Ağustos ayında Anadolu Ajansı için kaleme aldığımız “Post-Hegemonik Dünya ve Aşı Savaşları” [1] başlıklı yazıda yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisinin çok kutuplu küresel sistemdeki istikrarsızlık dinamiklerini nasıl derinleştirdiğini örnekleriyle ortaya koymuştuk. Uluslararası koordinasyon atmosferinin ve çok taraflı kurumsal yapıların zayıfladığı bir dönemde beliren bu kamu sağlığı tehdidinin ülke yönetimleri tarafından seferberlik mantığıyla ele alındığını; pandemiye karşı kilit önemdeki aşılara ulaşmak için de savaş işaretlerinin ufukta göründüğünü belirtmiştik. Kovid-19 ve farklı varyantlarına karşı geliştirilecek aşılar milyarlarca dozluk küresel biyoteknoloji pazarında üstünlük sağladığı ve özellikle yükselen güçlere siyasi prestij unsuru olduğu için aşı geliştirme süreçlerinde kıyasıya bir küresel rekabet yaşandığını ifade etmiştik. Küresel ve yükselen güçler arasında kur ve ticaret savaşlarından uzay ve teknoloji savaşlarına uzanan hegemonya mücadelesinin yeni cephesinin aşı üretim ve paylaşım savaşları olacağını ortaya koymuştuk.
Ancak pandemi etkilerini hafifletmek için bu zamana karşı yarış devam ederken belli ülkelerin ve bölgesel blokların coğrafi sınırlarındaki aşı üretim potansiyelini öncelikli olarak kendi nüfuslarına yöneltmeleri, giderek güçlenen bir eğilim halini aldı.
Bu yazıyı kaleme aldığımız tarihten bugüne kadar geçen altı aylık dönemde çok uluslu ilaç devlerinin, kamu otoritelerinin ve araştırma kurumlarının ortak çalışmaları sonucu aşı geliştirme çalışmalarında belki de tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar hızlı mesafe alındı. Çeşitli firmalar tarafından üretilen farklı aşı türleri, geliştirme ve kitlesel test aşamalarını geçerek hızlandırılmış biçimde lisanslandırılıp ticari piyasalara ve kamusal kullanıma sunuldu. Fakat bu ortamda aşı savaşları, ancak belli bir hızla ilerleyebilen küresel aşı üretim ve dağıtım mekanizmalarının nasıl kontrol edileceği ve aşılamada hangi ülkelerle toplum kesimlerine öncelik verileceği konularına gelip dayandı. Günümüzde küresel aşı pazarındaki tüm başat oyuncular, biyomedikal üretim kapasitelerini en etkin biçimde kullanıp çok uluslu ilaç devleri arasında işbirliklerini teşvik ederek kitlesel aşılama programlarını hızlandırma peşindeler. Ancak pandemi etkilerini hafifletmek için bu zamana karşı yarış devam ederken belli ülkelerin ve bölgesel blokların coğrafi sınırlarındaki aşı üretim potansiyelini öncelikli olarak kendi nüfuslarına yöneltmeleri, giderek güçlenen bir eğilim halini aldı.
Aşı savaşları küresel gelir dağılımı patikasını izliyor
Üretim tesislerinin bulunduğu ülkeler üzerindeki küresel talep baskıları taşınamayacak hale geldiğinde aşağıdaki senaryolarla karşılaşmamız kuvvetle muhtemel: Aşılara yönelik uluslararası ihracat kısıtlamaları, hatta yasakları getirilerek aşı tedarikinde ülke nüfuslarına öncelik verme eğilimi güçlenebilir. Küresel aşı endüstrisinin biyomedikal tesislerin yoğunlaştığı belli ülkelerde konsantre olması ve dünya ekonomisindeki post-Fordizm eğilimleriyle uyumlu bir coğrafi yayılım göstermemesi, bu tür korumacı refleksler için uygun bir zemin oluşturuyor. Üretici şirketlerin tesislerinin bulunduğu ülkelerin ya da Avrupa Birliği (AB) gibi bölgesel blokların ihracat yasakları getirmesi, küresel aşı tedarikinde ciddi problemler yaşanmasına neden olabilir. Ayrıca aşılarla ilgili bir küresel ticaret savaşı hız kazanacak olursa, aşı üretiminde yoğun olarak kullanılan ve ancak belli ülkelerde bulunan aşı hammaddelerinin ticareti konusunda da uluslararası kısıtlamalar gündeme gelebilir. Bu bağlamda yaşanabilecek sıkıntıların niteliği hususunda pandeminin ilk dalgasında maskeler, koruyucu giysiler ve vantilatörler gibi tıbbi cihazlara ulaşmak için ulusal hükümetler arasında yaşanan sert rekabet fikir verici olabilir. Aşı savaşları gündemini kısa vadede tetikleyebilecek temel yapısal problem, dünyadaki toplam aşı üretim kapasitesinin küresel nüfusun 2021 hatta 2022 yılında ancak yarısını aşılayabilmek için yeterli olmasında yatıyor. Ayrıca aşıya erişim imkânlarının ağırlıklı olarak sanayileşmiş Kuzey ülkelerinde ve az sayıdaki yükselen güçte yoğunlaşmış olması, aşı savaşlarının küresel gelir dağılımıyla paralel bir patika izlemesine yol açıyor. Küresel aşı pazarında hem üretim hem de tedarik açısından aslan payını alan yüksek gelirli ülkeler üretim kapasitesinin çoğunu önceden satın alarak tüm nüfuslarını aşılamaya hatta yedek stok biriktirmeye çalışırken, yeni korumacılık dalgalarının da fitilini ateşlemiş oluyorlar.
Kalabalık nüfusa sahip gelişmekte olan ülkeler arasında Rusya, Çin ve Hindistan gibi yükselen güçler dışında aşı geliştirme ve kitlesel üretim potansiyeline sahip aktörlerin olmadığı biliniyor. Bu durumda birçok gelişmekte olan ülke, aşı tedarik edebilmek için Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) Kovid-19 Aşıları Küresel Erişim Programı (COVAX) üzerinden uluslararası insani yardım kuruluşlarının devreye girmesini beklemek durumunda. 2021 içinde gelişmekte olan ülkelere gerek satın almalar gerekse hibeler üzerinden 2 milyar doz aşı ulaştırmayı hedefleyen COVAX ise, jeopolitik hesaplar ve politik rekabetin gölgesinde kaldığı için epey yavaş ilerliyor. ABD ve Avrupa'da kurulu çok-uluslu firmalar tarafından üretilen aşıların Rusya ve Çin ile bunların etkisindeki ulusal pazarlara girmesi, aynı şekilde Rus ve Çin menşeli aşıların da Batılı pazarlara erişmeleri pek mümkün değil. Dolayısıyla arz-talep dengesizliklerinin yanında ciddi jeopolitik endişeler de küresel aşı pazarının hayli çarpık bir yapı taşımasına yol açıyor. Bu çarpık piyasa yapısı içinde küresel üreticilerin üretim potansiyelleri üzerinde kurulmak istenen kontrol ve tekelleşme girişimlerinin de sanayileşmiş ülkeler arasında ciddi anlaşmazlıkları tetiklediği görülüyor. Geçtiğimiz haftalarda AB ile AstraZeneca arasında yaşanan aşı tedarik anlaşmazlığının tırmanarak Avrupa'da üretilen aşıların bölge dışına ihracatını yasaklama tehditlerine kadar uzanması, bunun en güncel örneği.
Aşıya erişim imkânlarının ağırlıklı olarak sanayileşmiş Kuzey ülkelerinde ve az sayıdaki yükselen güçte yoğunlaşmış olması, aşı savaşlarının küresel gelir dağılımıyla paralel bir patika izlemesine yol açıyor.
“Aşı diplomasisinden aşı haydutluğuna”
Avrupa Komisyonu'nun aşı savaşları gündemini tetikleyen korumacı çıkışları, Pfizer-BioNTech aşısının geliştirildiği Almanya da dâhil olmak üzere, Avrupa ülkelerinin küresel aşılama yarışında bariz biçimde geride kalmalarından kaynaklanıyor. Avrupa Komisyonu, pandemi ortamında oluşan korumacılık reflekslerini dikkate almayan bir bölgesel dayanışma ve finansal rasyonalite yaklaşımı içinde AB üyelerinin aşı satın alma süreçlerini tek elden yönetme kararı aldı. Ülke yönetimlerinin aşı üreticileriyle muhatap olarak tek başlarına anlaşma yapmalarını önleyen bu yaklaşım, yaklaşık 450 milyon nüfusluk AB pazarının sağladığı pazarlık avantajlarıyla daha iyi fiyatlar alınabileceği anlayışına dayandırıldı. Aynı zamanda AB'nin güçlü merkez ülkeleriyle düşük-gelirli çevre ülkeleri arasında sembolik bir dayanışma mesajı verilmesi umularak, bu ülkelerin aşıları aynı anda alacakları ve nüfuslarına uygulamaya başlayacakları bir sistem kurulmaya çalışıldı. Ancak daha birçok ticari aşının piyasaya çıkacağını ve küresel arz problemi yaşanmayacağını uman AB'nin hantal bürokrasisi, ortak kararlar alıp küresel ilaç şirketleriyle anlaşmalar yapmakta çok geç kalınca işler karıştı.
Moderna firmasının neredeyse tüm aşı üretim kapasitesini kendi nüfusuna yönlendiren ABD yönetimi, ayrıca geçen yıl Temmuz ayında 600 milyon doz aşı için Pfizer-BioNTech ile anlaşma yaparken; bu aşının üretiminde sıkıntı yaşanmayacağını öngören AB yönetimi Kasım'a kadar bekleyip 300 milyon doz sipariş verdi. Fakat AstraZeneca ve Pfizer-BioNTech aşılarının da üretildiği Belçika'daki tesislerde yaşanan tedarik sıkıntıları, aşılama programında ciddi gecikmelere neden olup siyasi baskıları artırınca AB'nin bölgesel dayanışma planının da sonu geldi. Pfizer-BioNTech aşısının geliştirildiği ülke olmasına rağmen yeterli aşı bulmakta zorlanan ve aşılamada geride kalan Almanya ile Fransa, Danimarka, Macaristan gibi ülkeler AB'yi devre dışı bırakarak aşı satın alma girişimleri başlattılar. AB ortakları arasında tansiyonun yükselmesine ve “aşı diplomasisinden aşı haydutluğuna geçiş” gibi sert siyasi söylemlerin kullanılmasına uzanan süreç, Pfizer ve AstraZeneca'nın Belçika'daki tesislerinde yaşanan tedarik problemleri nedeniyle teslimat kesintileri yapmalarıyla tetiklendi.
İngiltere'nin ana aşı tedarikçisi olan AstraZeneca, satın alma anlaşmasını üç ay önce yapan İngiliz hükümetinin teslimat önceliği olduğunu belirtse de AB'li liderler firmanın İngiltere'deki tesislerinde yapılan üretimi Avrupa'ya yönlendirerek kesintileri gidermesini istediler. Brexit sonrası dönemin özgüveniyle davranan İngiliz hükümeti ise, kendi vatandaşlarının aşıya erişimde öncelik sahibi olduğunu belirterek böyle bir değişikliğe izin vermedi. Nihayet Avrupa'da üretilen tüm aşılar için ihracat kısıtlaması tehdidini masaya koyan Avrupa Komisyonu, İngiliz hükümetini Belçika'da üretilen Pfizer aşılarını alabilme karşılığında AstraZeneca kotasının bir kısmından vazgeçirmeye çalıştı. AB-İngiltere ilişkilerinde gerginliğe yol açan bu tehditten geri adım atılsa da aşı diplomasisinin rafine metotlar yerine karşılıklı tehditler ve kaba korumacılık taktikleriyle yürütülmesi, küresel sistemde Pandora'nın Kutusu'nu açıp aşı savaşlarını yaygınlaştırma potansiyeli taşıyor.
Küresel aşı pazarında hem üretim hem de tedarik açısından aslan payını alan yüksek gelirli ülkeler üretim kapasitesinin çoğunu önceden satın alarak tüm nüfuslarını aşılamaya hatta yedek stok biriktirmeye çalışırken, yeni korumacılık dalgalarının da fitilini ateşlemiş oluyorlar.
Küresel adaletsizlikler derinleşiyor
Diğer yandan devlet kapitalizminin farklı biçimlerini uygulayan Çin, Rusya ve Hindistan gibi yükselen güçler de küresel aşı savaşları gündemini uluslararası sistemde siyasi ve diplomatik etkinliklerini arttırmak için önemli bir fırsat olarak gördüler. Batı dünyasında aşı savaşlarının temel aktörleri çok uluslu ilaç şirketleri ve onlarla anlaşma yolu arayan kamu aktörleri olurken, yükselen güçler tarafında siyasi liderlikler daha aktif yönlendirme rolleri oynadılar. Bu bağlamda Rusya'da Devlet Başkanı Vladimir Putin'in oldukça erken bir dönemde ve gerekli klinik ve lisanslandırma çalışmaları tamamlanmadan açıkladığı aşıya Sputnik adının verilmesi, bu konuya aynen uzay savaşları gibi bir ulusal onur meselesi olarak bakıldığını ortaya koyuyordu. Sputnik aşısı, küresel endüstrideki standart klinik prosedürler atlanıp insan denemeleri hızlandırılarak üretilmiş olsa da son dönemde yapılan akademik çalışmalarda etkinliği yüksek bulundu. Bu bağlamda gerek aşı üzerinden güç gösterisi yapan Putin, gerekse Rusya ile yakın ilişkileri ışığında bu aşının etkinliği henüz kanıtlanmadan uygulanmasına izin veren İran, Arjantin gibi ülke yönetimleri epey rahatladılar. Özellikle Pfizer-BioNTech aşısının klinik deneylerine de katılan Arjantin'in Sputnik aşısını tercih ederek pandemiyle başarılı mücadele göstermesi, Rusya'nın kamu diplomasisi hanesine yazıldı. Diğer yandan, Çin'le yakın siyasi ve ekonomik ilişkilere sahip olan, “Bir Kuşak Bir Yol” girişimi kapsamında önemli doğrudan yabancı sermaye yatırımları çeken birçok ülke yönetimi, Sinopharm ve Sinovac aşılarını tercih etti.
Özellikle Güney Asya'daki birçok ülke küresel aşı savaşlarında önemli bir aktör olarak öne çıkan Hindistan'la işbirliği yapma yoluna gittiler. Siyasi ve ekonomik olarak Çin'le birçok alanda rekabet etmeye çalışan Hindistan, pandemi ortamında ciddi biyomedikal endüstri altyapısıyla dünyadaki aşı üretiminin neredeyse yarısını gerçekleştiren ciddi bir oyuncu olarak öne çıktı. Bir yandan AstraZeneca aşısının lisanslı üretimini gerçekleştirirken, diğer yandan kendisine ait Covaxin aşısını -tıpkı Rus Sputnik gibi hızlandırılmış süreçlerle- küresel piyasalara sürerek bir zamanlama avantajı kazandı. Ayrıca Modi yönetiminin Bangladeş, Myanmar, Nepal, Bhutan gibi çevre ülkelere milyonlarca doz Covaxin aşısı hibe ederek yürüttüğü kamu diplomasisi, bölgesel jeopolitik etkinliği arttırma ve uluslararası itibar kazanma hedefleri açısından önemliydi. Aşı savaşları, sürekli gerginlik yaşadıkları Çin'e karşı ülkelerinin uluslararası itibarını güçlendirmek isteyen Modi yönetimi tarafından bir fırsat olarak değerlendirildi.
Küresel aşı savaşları, aşı üreten ülkelerle üretmeyen ülkeler; tüm nüfusları için aşı satın alma imkânlarına sahip olan ülkelerle olmayan ülkeler; çok uluslu şirketler üzerinde etki kurabilen ülkelerle kuramayan ülkeler; jeopolitik bağlantıları sayesinde aşı tedarikine ulaşan ve ulaşamayan ülkeler arasında bir uçurum oluşturmaya çoktan başladı. Küresel aşı endüstrisinin üretim potansiyelinin yeni-korumacılık dalgaları ışığında Kuzey ülkelerine yönlendirilmesi hem küresel adaletsizlikleri derinleştiren, hem de pandeminin süresini uzatarak insani ve ekonomik zararlarını artırabilecek bir risk unsuru olarak önümüzde duruyor.
[Prof. Dr. Sadık Ünay İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/asi-savaslarinda-son-perde-kuresel-ve-yukselen-guc-stratejileri/2147716 | 6,724 | 13,542 |
Bağdat saldırısı: Kontrollü gerginlikten doğrudan çatışmaya
ABD'nin İran'ın bölgesel yayılma stratejisinin merkezindeki isim Kasım Süleymani ile Haşdi Şabi liderlerini hedef alan saldırısı, oyunun kuralarını tamamen değiştirecek bir adım.
Istanbul
Ortadoğu bugün günün erken saatlerinde, sonuçları itibariyle ABD-İran ilişkilerinde büyük bir siyasi ve askeri dönüşüme neden olabilecek bir saldırıya tanıklık etti. ABD Hava Kuvvetleri Bağdat havaalanından dönen ve içinde İran Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri Komutanı Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi Konseyi Başkan Yardımcısı (ya da de facto lideri) Mehdi el-Mühendis'in de içinde bulunduğu konvoyu hedef aldı ve saldırı sonucunda Süleymani ve el-Mühendis'in de aralarında bulunduğu sekiz kişi hayatını kaybetti.
Hatırlanacağı üzere önce geçen hafta, 27 Aralık Cuma günü ABD'nin K1 üssüne Haşdi Şabi unsurlarından Ketaib Hizbullah saldırı düzenlemiş ve bu saldırıda ABD'li bir sözleşmeli personel yaşamını yitirmişti. Bu saldırı tam olarak, Irak'ta yaklaşık üç aydır devam eden sokak gösterileri sonucunda, İran'ın ve Iraklı müttefiklerinin ülke ölçeğinde popülaritelerinin hızla çöküş yaşadığı bir anda gelmişti. ABD beklenmedik bir şekilde, bu olayın hemen ertesinde Irak el-Kaim'de Ketaib Hizbullah karargahını hedef almış ve saldırı esnasında 25 Ketaib Hizbullah milisi hayatını yitirmişti.
Açıkçası bu hadise, Washington'un “kontrollü gerginlik”ten ziyade İran ve vekillerine karşı artık doğrudan ve misliyle rövanşist yaklaşacağını gösterir nitelikteydi. Bu olayın yanıtı ise salı günü ABD Bağdat Büyükelçiliğinin Haşdi Şabi milis komutanları eşliğinde basılması şeklinde gerçekleşti. Fakat ABD'nin bugün erken saatlerde elçilik baskınına verdiği cevap oyunun kurallarını toptan değiştirecek türdendi. 1980 Tahran Elçiliği ve 2011 Bingazi Konsolosluğu travmalarını yeniden deneyimlemek istemeyen ABD'nin düzenlediği saldırıda, İran'ın son on yılda bölgede geliştirdiği vekiller aracılığıyla nüfuz kurma stratejisinin sembol ismi haline gelen Kasım Süleymani ve 1983 Kuveyt'te yabancı misyonlara ve petrol tesislerine düzenlenen saldırıların mimarı olduğu iddia edilen Ebu Mehdi el-Mühendis öldü. Bu durum, aynı zamanda İran'ın son on yılda bölgede “Komutan Süleymani” ve askerleri aracılığıyla sahada yaratmış olduğu psikolojik propaganda anlatılarının da bir anlamda sona erdiğini gösteriyordu.
Süleymani'nin ölümü ve psikolojik yenilgi
Kasım Süleymani İran'ın özellikle 2010'lı yıllardan itibaren Ortadoğu'da devlet-dışı aktörlerle girdiği ittifaklarla oluşturduğu stratejik nüfuzun başlıca aktörü olmasının yanı sıra, aynı zamanda bu stratejik kazanımların sahada görünen yüzü oldu. “Hacı Kasım” lakabıyla Beyrut, Şam, Bağdat ve Sanaa'daki fotoğraf ve videolarıyla sahadaki varlığını taraftarlarına aksettiren Süleymani, iki yıl önce reformist Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin dahi “Bölgedeki birçok Arap ülkesinde İran'ın rızası dışında karar alınamaz” diyerek övünmesinin gerçek mimarı olarak sunuluyordu. Bunun yanında General “Hacı Kasım”ın Hasan Nasrallah ve Ebu Mehdi el-Mühendis gibi devlet-dışı grup liderlerinin “gönüllerin serdarı” adı altında övgülerine mazhar olması, birçok kez Süleymani'nin insani ilişkilerinin liderlik yetenekleri kadar güçlü olması şeklinde işleniyordu. Başka bir deyişle, sahada “yenilmez komutan” olarak gösterilen Kasım Süleymani, İran ve müttefikleri tarafından, birçok Arap ülkesinde “gönül köprüleri kuran bir serdar” olarak da tanımlandı. Kısacası Kasım Süleymani'nin bugünkü ölüm haberi, İran için sahada bir kayıp olmasının yanı sıra, daha çok hem ABD'ye hem de bölgedeki hasımlarına karşılık psikolojik propaganda savaşında da ciddi bir yenilgi anlamına geldi. Mehdi el-Mühendis gibi (on yıllardır İran Devrim Muhafızları bünyesinde faaliyet gösteren) İran'ın eski bir müttefikinin ölümü, ayrıca Hadi Amiri ve Kays el-Hazali gibi İran destekli milis liderlerin tutuklanması da İran'ın Irak'ta hem ciddi siyasi-askeri bir dayanağının elden gidişini hem de itibar kaybı yaşamasını beraberinde getirdi.
Mevcut durum nereye evirilir?
Bundan sonra akıllara gelen ilk soru, kontrol taktiklerini bir kenara bırakan yeni savaş düsturunun nasıl bir hale evirileceğidir. Diğer bir deyişle, öncelikle karşılık silsilesi içinde İran ve vekillerinin nasıl yanıt vereceği önem taşıyor. Tahran tarafında, özellikle ABD'ye karşı (son yılda yaptırımlar nedeniyle yaşadıkları ciddi materyal ve psikolojik kayıpların sonucu) gündeme düşen tehdit içeren demeçler, Bağdat saldırısı sonrası oldukça yüksek sesten ve “intikam” kavramı üzerinden dile getiriliyor. Bu bakımdan İran ile alakalı senaryoların büyük kısmı ABD'ye ciddi bir karşılık vereceği yönünde. Karşılık senaryoları arasında ise bölgedeki ABD üslerinin yanı sıra, dünya ölçeğinde ABD ve İsrail diplomatik misyonlarının ve sivillerin dahi hedef alınabileceği geçiyor. Aksi takdirde, Washington'ın ortaya koyduğu yeni kurallar karşısında, Tahran'ın ve müttefiklerinin pes edeceği anlamı çıkacaktır ki bu durum özellikle son iki yıldır protesto silsileleriyle karşı karşıya kalan İran'ın iç politikada da yaptırım gücünü aşındıracak bir aşamaya evirilebilir.
Peki, ya Washington? Öncelikle yüzleşme arenasını İran'ın yanı başı Irak olarak seçti ve meydan okudu. Buna ek olarak, Beyaz Saray erkanının demeçleri ve pratikteki eylemleri, karşılığın misliyle verileceğini de şimdiden gösterdi. Kısacası Kasım Süleymani'nin konvoyuna yapılan beklenmeyen ABD saldırısı, Washington-Tahran geriliminin bundan sonra yüksek perdeden süreceğini ve bölgenin önümüzdeki günlerde daha da istikrarsızlaşabileceğini gösterdi.
[Orta Doğu'nun toplumsal ve siyasal dönüşümü ve modern Şii topluluklarda din-siyaset ilişkisi konularında çalışan Taylan Çökenoğlu İRAM dış politika uzman yardımcısıdır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/bagdat-saldirisi-kontrollu-gerginlikten-dogrudan-catismaya/1691287 | 2,919 | 5,884 |
Biden'ın adaylıktan çekilme kararı ve Amerikan seçimlerinin geleceği
Kamala Harris'in, aday olması durumunda seçimleri kazanması için özellikle siyahi seçmenin sandığa gitmesi önem teşkil ediyor.
İstanbul
University of Cincinnati'den Bekir İlhan, ABD Başkanı Joe Biden'ın adaylıktan çekilmesini AA Analiz için kaleme aldı.
***
Biden, X sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada adaylıktan çekildiğini ilan etti. Ardından Demokratların başkan adayı olarak mevcut başkan yardımcısı Kamala Harris'i desteklediğini duyurarak destek çağrısında bulundu. Birçok Demokrat isim de bu çağrıya katılarak Harris'i destekleme kararı aldı ancak, Harris'in adaylığı güçlü bir ihtimal olsa da henüz kesinleşmiş değil.
Öncelikle Demokrat Parti'nin 2024 adayı önümüzdeki ağustos ayında Chicago'daki kongrede ilan edilecek. Görevdeki Amerikan başkanları da yeniden aday olmak için kendi partilerinde ön seçim sürecine giriyorlar. Tabii bu süreç genel olarak bir formaliteden ibaret kabul edilirdi. Biden da böyle bir sembolik süreç sonucunda adaylık için delegelerini toplamıştı. Normal şartlarda da adaylığı söz konusu kongrede ilan edilecekti.
Fakat adaylıktan çekilme kararı sürpriz olmasa da Demokrat Parti'de taşları yerinden oynattı.
Ön seçim süreci geride kaldığı için parti üyesi kayıtlı seçmenler değil Demokrat Parti delegeleri yeni adayı belirleyecek. Diğer bir ifadeyle 4 binden fazla delegenin kararı hükmü verecek. Kongre öncesi bir adayda uzlaşı sağlanmazsa kongre sırasında bir yarış olacak.
Bu noktada parti bağışçılarının ve elitlerinin ağırlıklarını hissettireceği bir aday belirleme süreci olması bekleniyor. Bu da yeni adayın tabandaki meşruiyetiyle ilgili tartışmaları beraberinde getirecektir. Benzeri bir durum 2016 seçimlerinde yine Demokrat Parti başkanlık adaylığı sürecinde yaşanmıştı. Bernie Sanders ve Hillary Clinton'ın yarıştığı ön seçimlerde Clinton'ın süper delegelerin itmesiyle adaylığı elde etmesi çok tartışılmıştı.
Harris dışında Gavin Newsom, Josh Shapiro, Pete Buttigieg gibi isimler de adaylık için konuşuluyordu. Ancak bu isimler son yaptıkları açıklamayla Harris'i desteklediklerini açıkladı. Yine ismi geçen Michigan valisi Gretchen Whitmer da adaylığa niyetinin olmadığını belirtti. Mevcut durum itibarıyla alternatifler arasında Illinois valisi J.B. Pritzker ve West Virginia senatörü Joe Manchin'in isimleri ön plana çıkıyor.
Zaten söz konusu isimlerin kendi eyaletleri dışında genel seçmen tarafından bilindikleri pek söylenemez. Yine bu aşamada alternatif bir ismi geniş kitlelere tanıtacak etkili bir kampanya için de süre azalmış durumda. Ancak yine de delegelerin seçimi yapacağı bir bağlamda lobi ve çıkar gruplarının etkisine her zaman yer olduğu akılda tutulmalı.
Biden'ın çekilme kararının zamanlaması
Uzun süredir sağlık sorunları konuşulan Biden'ın hafta sonu adaylıktan çekileceği bazı mecralarda güçlü bir şekilde dile getirilmeye başlanmıştı. Biden'in özellikle geçtiğimiz haziran ayında Donald Trump'la yaptığı televizyon münazarası sonrası sağlık durumu gözle görülür biçimde belirginleşmişti. New York Times gazetesinden bazı Demokrat kongre üyelerine kadar birçok aktör Biden'a yarıştan çekilme çağrısı yapmıştı.
Bu durum da Biden'ın adaylıktan çekilme zamanlaması hakkında tartışmaları beraberinde getiriyor. Ön seçimlerin geçirilmiş olması ve partinin adayını ilan edeceği kongreye kısa bir süre kala çekilme kararı eleştiriyle karşılanıyor. Bu durum sadece parti içinden değil Cumhuriyetçi isimlerden de tepki topladı. Biden en başta aday olmadığını açıklasaydı belki de geniş kitlelerin katıldığı ön seçim sürecinde Demokrat Parti tabanının süzgecinden geçen bir isim ortaya çıkabilirdi.
Olası bir Kamala Harris adaylığı ve kampanya stratejileri
Bu noktada Biden'ın çekilme kararı sonrası işaret edilen "Kamala Harris normal şartlarda ön seçimlerden kazanarak çıkabilir miydi?" sorusu önem kazanıyor. Demokrat Parti uzun bir süredir tüm toplumsal kesimlere hitap edebilecek “merkezi” bir aday çıkarma konusunda sıkıntı yaşıyor. Zaten bu nedenle Biden mevcut sağlık sorunlarına rağmen bu noktaya kadar hala aday olarak kalabilmişti.
Harris'in, aday olması durumunda, seçimleri kazanması için özellikle siyahi seçmenin sandığa gitmesi önem teşkil ediyor. Siyahi oylar özellikle Barack Obama adaylıklarında oldukça etkili olmuş ve onu Beyaz Saray'a taşımıştı. Yine 2020 yılındaki seçimlerde de George Floyd protestoları sonucu siyahi seçmen yüksek oranda sandığa katılım göstermiş ve Biden'ın kazanmasında önemli rol oynamıştı.
Aday olması halinde siyahi kimliğinden dolayı Harris'in de bu seçmen grubunu mobilize etmekten başka çok az çaresi var. Bu noktada özellikle son dönemdeki Amerikan seçimlerinde kazandıran önemli bir stratejinin olduğunu belirtmekte fayda var: Kendi tabanını sandığa götürmek. Bu anlamda mevcut politik atmosferde siyahi seçmenin katılım oranı sonuca büyük oranda etkide bulunacaktır.
Diğer taraftan Trump cephesine bakıldığında, kendisinin yarışta ciddi bir ivme kazandığı söylenebilir.
Son aylarda anketlerin çoğunda zaten önde görünüyordu. Biden'la yaptığı televizyon münazarası ve atlattığı suikast girişimi sonrasında ise artık adeta yarışı kazanmış havasına girmiş durumda. Ancak bu durum halihazırda oldukça iddialı ve avantajlı konumda bulunan Trump'ın aleyhine işleyebilir. Trump'ın seçimi kazanacağına ikna olan başta siyahi ve Demokrat seçmen kitleleri bunu engellemek için sandıklara daha yoğun ilgi gösterebilir. Zaten adaylık sürecinde Biden'ın söylemi Trump'ın demokrasiye tehdit olduğu iddiası üzerinden şekilleniyordu. Bu söylemin yeni adayın da kampanya stratejisinde yer alması beklenebilir.
Trump ise aday olması durumunda Kamala Harris'in geçmişte yaptığı ve ortalama Amerikalı seçmen için “radikal” sayılabilecek açıklamalarını gündeme getirme stratejisine başvurabilir. Hatta bununla ilgili söylemler şimdiden dolaşıma sokuldu. Bunlar özellikle seçim sonucunu tayin edeceği ortada olan eyaletlerde propaganda malzemesi olarak kullanılabilir.
Sonuç olarak son bir haftada Trump'a yönelik suikast girişimi ve Biden'ın adaylıktan çekilmesi düşünüldüğünde ABD iç siyaseti oldukça çalkantılı seyrediyor. Mevcut durumda Trump avantajlı görünüyor. Demokratların ise adaylık meselesini bir an önce çözüp çok gecikmeden dağınık görüntüden kurtulup kampanya sürecine odaklanmaları gerekiyor.
[Bekir İlhan, University of Cincinnati, School of Public and International Affairs'te Siyaset Bilimi alanında doktora adayıdır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/biden-in-adayliktan-cekilme-karari-ve-amerikan-secimlerinin-gelecegi/3282029 | 3,011 | 6,510 |
Boris Johnson'ın siyasi mirası
Doç. Dr. Ozan Örmeci, Birleşik Krallık'ta Boris Johnson'ı istifaya götüren süreci AA Analiz için kaleme aldı.
İstanbul
Birleşik Krallık'ta son dönemde yaşanan siyasi gelişmeler neticesinde, Aralık 2019'da Muhafazakar Parti'ye 1987'den beri en büyük seçim zaferlerinden birini yaşatan Başbakan Boris Johnson istifa etmek zorunda kaldı. 7 Temmuz'da istifasını açıklayan ve böylelikle 24 Temmuz 2019'da girdiği Downing Sokağı 10 numaradaki başbakanlık konutunda yaklaşık 3 yıl kalabilen Johnson, partisinin yeni lideri ve başbakan seçilene kadar görevde kalmaya devam edecek.
Brexit sürecini Johnson liderliğinde nispeten iyi atlatan Birleşik Krallık'ta birçok ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalandı, ABD ve AB ile ilişkiler geliştirildi.
Johnson'ın başbakanlığa yükselişi
2016-2019 arasında Başbakan Theresa May'in Brexit sürecini nihayetlendirememesi nedeniyle belirsiz günler geçiren Birleşik Krallık'ta, bu konudaki sert ve kararlı duruşuyla dikkat çeken Boris Johnson, açık farkla partisinin yeni genel başkanı ve yeni başbakan seçilmişti.
Dünya genelinde yükselişe geçen popülist sağ akımların Britanya temsilcisi addedilen Johnson, buna karşın kendisini Muhafazakar Parti geleneğiyle özdeşleştirmeye gayret etti. Johnson'ı başbakanlığa taşıyan süreç, hiç şüphesiz, Brexit konusundaki kararlı duruşu ve sert sayılabilecek fikirlerinin bile renkli/eğlenceli kişiliği nedeniyle mutedil algılanması oldu.
Öte yandan salgının etkisi ve korumacı eğilimlerin artması sonucunda Britanya'da enflasyon son 40 yılın en yüksek düzeyine ulaştı.
Gerekirse “anlaşmasız Brexit” yapabilecekleri önerisiyle dikkat çeken Johnson, parti içindeki kendisine muhalif isimleri tasfiye etmiş ve sonraki seçimde Avam Kamarası'nda çoğunluğu sağlamayı amaçlamıştı. Nitekim Johnson'ın “Get Brexit Done” (Brexit'i Hallet) stratejisi başarılı oldu. Belirsizlikten rahatsız olan Britanya halkı, 2019'daki genel seçimlerde Johnson liderliğindeki Muhafazakar Parti'ye büyük bir çoğunluk sağlayarak Brexit sürecinin sonlandırılmasını talep etti.
Yüzde 43,6 oy oranıyla 368 milletvekili kazanan Johnson, tartışmalı liderliği hakkındaki eleştirileri noktaladı ve Jeremy Corbyn karşısındaki İşçi Partisi'ne açık fark atarak, tek parti iktidarını kurdu. 2020 başlarında da Brexit sürecini nihayetlendirmeyi başardı.
Johnson'ın geçemediği sınavlar
Brexit'in ardından Birleşik Krallık iç ve dış politikasında değişim/dönüşümlere odaklanmayı düşünen Johnson hükümeti, Mart 2020'den itibaren ise Kovid-19 gündemiyle baş etmek zorunda kaldı. Salgın nedeniyle tüm dünya gibi zor günlerden geçen Britanya'da Başbakan Johnson, başlarda hafife aldığı bu hastalığa yakalanarak adeta ölümden döndü ve bu süreçte sokağa çıkma yasakları ve hızlı aşılama politikasıyla ülkesini krizden çıkarmaya çalıştı.
Özellikle aşılama konusundaki başarısına karşın Johnson hükümeti, yüksek ölüm oranları ve halka uygulanan yasakları çiğneyen Başbakanlık Ofisi partileri nedeniyle zaman içerisinde eleştiriler almaya başladı. Johnson'ın halkın gözünden düşmesine neden olan ilk ciddi kriz de işte bu partiler oldu. “Partygate” adı verilen bu skandal, Johnson'ın polis tarafından para cezası almasına ve daha önemlisi halk nezdinde “yalancı” durumuna düşmesine neden oldu.[1]
Johnson'ın halkın gözünden düşmesine ve dürüst imajının bozulmasına neden olan diğer bir önemli olay, daha önce de hakkında taciz suçlamaları olan Muhafazakar Parti'nin Parlamento'daki Grup Yönetici Yardımcısı Chris Pincher'ın görevine devam etmesine izin vermesi oldu. Johnson Pincher hakkındaki bu suçlamaları önce bilmediğini iddia etti ancak daha sonra bu kararını yanlış bulduğunu ifade ederek halktan özür diledi.
İki kez halka yalan söylediği ortaya çıkan Johnson bir anda partisi içerisinde sert eleştirilere maruz kaldı ve kısa sürede istifa çağrıları baş gösterdi. Görevde kalmak için direnen Johnson, parti içerisinde yapılan güvensizlik oylamasını başarıyla atlattı. Ancak birçok bakan ve bakan yardımcısının istifa etmesi ve son olarak partinin ağır toplarından Maliye Bakanı Rishi Sunak ile Sağlık Bakanı Sajid Javid'in de eşzamanlı istifa mektuplarıyla kabinedeki görevlerinden ayrıldıklarını açıklaması sonucunda adeta istifa etmek zorunda bırakıldı.
Johnson'ın siyasi mirası
Boris Johnson, istifa konuşmasında "Westminster'daki sürü içgüdüsü", "siyasette kimsenin vazgeçilmez olmadığı" ve "Britanya'nın muhteşem ve Darwinist sistemi" gibi ilginç ifadeler kullanmış ve istemeye istemeye görevi bıraktığını ima etmiştir.[2]
Johnson'ın tartışmalı mirasına dair yorumlar, onun döneminde salgının etkisi ve korumacı eğilimlerin artması neticesinde, Britanya'da enflasyonun son 40 yılın en yüksek düzeyine ulaştığı yönünde.[3] Öte yandan büyük kayıpların beklendiği Brexit sürecini Johnson liderliğinde nispeten iyi atlatan Birleşik Krallık'ta birçok ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalandı, ABD ve AB ile ilişkiler de geliştirildi.
Dış politika
Boris Johnson hükümeti, Brexit sonrasında büyük bir belirsizlik ortamının gün yüzüne çıktığı ve bu süreçte ABD ile Birleşik Krallık arasındaki "özel ilişkilerin" hatırlandığı bir dönem oldu. Nitekim daha birkaç yıl öncesine kadar, David Cameron'ın başbakanlığı döneminde Çin'le ilişkilerinde “altın çağ” dönemini yaşayan Britanya, Johnson yönetiminde AUKUS paktına katılarak ABD ve Avustralya ile Çin karşıtı bir yapılanmaya yöneldi. Ayrıca Fransa'ya da bir çalım atarak, Avustralya'nın yeni denizaltılarını ABD ile birlikte üretme hakkı kazandı.
Johnson ayrıca birçok ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalayarak ticareti hızlandırmayı amaçladı ancak salgın ve korumacı eğilimlerin artmaya başlaması istenen sonuçları elde etmelerini engelledi. Bunların yanı sıra Birleşik Krallık eski İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) geleneğini canlandırmak yönünde de bazı adımlar atıldı. Buna örnek olarak eski Fransız sömürgeleri Gabon ve Togo'nun Commonwealth'e katılımları verilebilir.[4]
Johnson'ın ardından
Boris Johnson'ın ardından Muhafazakar Parti liderliği ve başbakanlık için öne çıkan isimler şu şekilde sıralanabilir: Johnson'ı istifaya götüren sürecin mimarlarından Maliye Bakanı Rishi Sunak, Sağlık Bakanı Sajid Javid ve Bölgelerarası Kalkınma Bakanı Michael Gove'un yanı sıra Johnson'a sadık kalan Dışişleri Bakanı Liz Truss, İngiltere ve Galler Başsavcısı Suella Braverman, yeni Maliye Bakanı Iraklı Kürt asıllı siyasetçi Nadhim Zahawi ile daha önce parti liderliğini Johnson'a kaybeden eski Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, ilk kadın Savunma Bakanı olarak adını duyuran Penny Mordaunt, Brexit karşıtlarından Tom Tugendhat, Savunma Bakanı Ben Wallace ve Brexit sürecinin önemli isimlerinden Steve Baker.
Sonuç olarak, ikinci bir Margaret Thatcher olması ve uzun süre görevde kalması beklenen Johnson, Theresa May gibi 3 yıllık bir başbakanlık süreciyle yetinmek zorunda kaldı. BBC'nin de bir haberinde yer aldığı gibi Johnson, "ülkesine yön vermiş bir başbakan" olarak hatırlanacak. Ancak Johnson'ın istifası Britanya'da siyasetçilerin etik ve profesyonellik içermeyen tutumlarının halk tarafından kabul edilmediğini göstermesi bakımından da önem arz ediyor.
[1] http://politikaakademisi.org/2022/07/09/ingilterede-sular-durulmuyor-boris-johnsonun-istifasi/.
[2] https://www.youtube.com/watch?v=SeLlT8Vt7RA.
[3] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-61893862#:~:text=%C4%B0ngiltere'de%20y%C4%B1ll%C4%B1k%20enflasyon%20y%C3%BCzde,ve%20et%20fiyatlar%C4%B1n%C4%B1n%20artt%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1%20a%C3%A7%C4%B1klad%C4%B1.
[4] https://thecommonwealth.org/news/gabon-and-togo-join-commonwealth.
***
[Doç. Dr. Ozan Örmeci, İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/boris-johnsonin-siyasi-mirasi/2635231 | 3,736 | 7,904 |
Demir Işın ve yönlendirilmiş enerji silah sistemleri
Arda Mevlütoğlu, İsrail'in hayata geçirmeyi planladığı "lazer duvarı" olarak tanıtılan yeni füze savunma teknolojisini AA Analiz Masasına değerlendirdi.
İstanbul
İsrail Başbakanı Naftali Bennett Şubat başında yaptığı bir konuşmada, "Iron Dome" (Demir Kubbe) füze savunma sisteminin çok maliyetli olduğunu, roket ve füze saldırılarına karşı İsrail'in savunmasını güçlendirmek için lazer teknolojisi alanında yapılan çalışmalara hız verileceğini açıkladı. Bennett, bir "lazer duvarı" olarak tanımladığı yeni füze savunma teknolojisinin bir yıl içinde ortaya çıkarılacağını ve ilk etapta ülkenin güney kesiminde konuşlandırılacağını söyledi.
Demir Işın'ın iki önemli avantajı var: Hedef başına ateşleme sayısı sınırsız ve hedefi ıskalama ya da arıza durumunda sivil yerleşim birimlerine düşme riski yok.
Bennett konuşmasında ayrıntı paylaşmamış olsa da pek çok gözlemci tarafından işaret ettiği sistemin "Iron Beam" (Demir Işın) adlı sistem olduğu değerlendiriliyor. Demir Işın, literatürde yönlendirilmiş enerji silah (YES) sistemi başlığı altında incelenen silah sistemlerinden biri. İlk kez 2014 yılında kamuoyuna tanıtılan sistem, İsrail'in topçu roketi ve havanlardan balistik füzelere kadar geniş bir yelpazedeki hava tehditlerine karşı kurmuş olduğu çok katmanlı hava ve füze savunma şemsiyesinin en son bileşeni. Bu şemsiyenin en alt katmanında Demir Kubbe bulunurken en üst katmanında ise en son Ocak'ta deneme atışı gerçekleştirilen Arrow 3 bulunuyor.
YES sistemleri, genel olarak elektromanyetik spektrumun belli bir kesiminde çalışan, yoğunlaştırılmış ya da odaklanmış enerjinin tahrip kabiliyetini kullanan silah olarak tanımlanabilir. Teknolojideki gelişmelerin sonucunda özellikle son on yılda artan bir ivmeyle çok farklı kabiliyetlerde YES sistemleri ortaya çıktı. Bu sistemlerin geliştirilmesinde insansız hava araçları (İHA), yüksek süratli seyir füzeleri ve küçük çaplı roketlerin teşkil ettiği tehdidin katlanarak artması etkili oldu. Nitekim İsrail'in özellikle 2000'lerin ortalarından itibaren yoğun maruz kaldığı roket saldırıları, Demir Işın'ın geliştirilmesinde ana etken oldu.
Yönlendirilmiş enerji silah sistemleri özellikle terör örgütlerinden kaynaklanan İHA, roket ve EYP tehditlerini bertaraf etmede önemli.
Demir Işın ve YES sistemlerinin ayrıntılarına geçmeden önce, Bennett'in yüksek maliyetine vurgu yaptığı Demir Kubbe sistemine göz atmakta fayda var.
Demir Kubbe
Demir Kubbe füze savunma sisteminin geliştirilmesine, 2006 Lübnan Savaşı'nda İsrail'e Hizbullah tarafından 4 binden fazla roketin ateşlenmesinden sonra başlandı. Rafael firması tarafından, ABD'nin finansal desteğiyle geliştirilen sistem 2011 yılında hizmete girdi. Sistemin ABD'de de üretilmesi için Raytheon firmasıyla bir ortak girişim şirketi kuruldu.
Bu, hedef tespit ve takip radarı, komuta kontrol merkezi ve füze fırlatma sisteminden oluşan bir sistem. Sistemin radarı, aynı anda bin 100 hava hedefini tespit ve takip edebiliyor. Radarın bir diğer işlemi de ateşlenen füzenin hedefe kadar uçuşu sırasında füzeye kumanda sinyallerinin iletilmesi. Radar, İsrail'in geliştirdiği "David's Sling" (Davud'un Sapanı) ve Barak hava savunma sistemlerinde de kullanılıyor. Demir Kubbe'de kullanılan Tamir füzesi ise kendi radar arayıcı başlığına sahip; hedefe son yaklaşma anında bu radarı kullanarak hassas rota düzeltmesi yapıyor.
Demir Kubbe sisteminin ana hedefi, Hamas ve Hizbullah tarafından kullanılan ve genellikle "Katyuşa" olarak adlandırılan roketler.
Demir Kubbe'nin merkezi sinir sistemi olarak nitelendirilebilecek komuta kontrol sistemi ise radarın elde ettiği hedef bilgilerini işleyen, yapay zeka tabanlı bir yazılım tarafından idare ediliyor. Sistem, tespit edilen hedeflerin rota ve süratlerine göre tehdit niteliklerini analiz ediyor, muhtemel çarpma noktalarını hesaplayıp önceliklendiriyor. Bu sistemin yaptığı tehdit analizine göre Tamir füzesinin ateşlenip ateşlenmeyeceğine karar veriliyor. Tüm süreç insan müdahalesi olmadan otomatik şekilde işleyebiliyor.
Demir Kubbe sisteminin ana hedefi, Hamas ve Hizbullah tarafından kullanılan ve genellikle "Katyuşa" olarak adlandırılan roketler. Bunların büyük kısmı basit atölyelerde üretilen, maliyeti düşük silahlar. Bir kamyon ya da seyyar bir fırlatma rampasından, çok hızlı şekilde salvo halinde ateşlenip can ve mal kaybına ya da en azından psikolojik baskıya neden olabiliyor. Bu tip roketlere karşı etkili bir savunma teşkil edebilmek ise teknik olarak kolay değil. Zira büyük kısmı çok küçük boyutlu olan bu roketleri ateşlenmelerinden sonra radar ve elektro-optik sistemlerle tespit, teşhis ve takip etmek çok zor. Çoğunun en fazla 10-20 kilometre civarında olan menzili, savunan tarafın reaksiyonu için çok kısa bir süre anlamına geliyor.
İsrail kaynaklarına göre Demir Kubbe ile yapılan her bir başarılı önlemenin maliyeti 100-150 bin dolar arasında.
Standart bir Demir Kubbe bataryasında üç ila dört füze fırlatma sistemi bulunuyor. Her bir füze fırlatma sistemi, 20 Tamir füzesine sahip, dolayısıyla bir bataryada atışa hazır füze sayısı 60 ila 80 arasında. Açık kaynaklara göre bir Tamir füzesinin maliyeti 20 ila 50 bin dolar arasında; bir Demir Kubbe bataryasının maliyeti ise 40-50 milyon dolar olarak geçiyor. Ancak Demir Kubbe'nin önleyeceği roketlerin birim maliyeti ise tipine göre birkaç yüz dolar ile birkaç bin dolar arasında. İsrail kaynaklarına göre Demir Kubbe ile yapılan her bir başarılı önlemenin maliyeti 100-150 bin dolar arasında.
En son geçtiğimiz sene Mayıs ayında Gazze Şeridi'nden ateşlenen çok sayıda roket ve bunları önlemek için Demir Kubbe bataryalarından ateşlenen füzelerde, bu asimetri çok çarpıcı bir şekilde göz önüne serilmişti: Tek bir roketin önlenmesi için bazı durumlarda iki, üç Tamir füzesinin ateşlendiği görülmüştü. Dolayısıyla savunan ve saldıran taraf arasındaki fark yalnızca teknoloji alanında değil aynı zamanda maliyet alanında da geçerli. İsrail Başbakanı Bennett'in Demir Işın YES sistemini öne çıkarmak için vurgu yaptığı maliyetin sebebi de bu asimetri.
Demir Işın
İlk kez 2014 Singapur havacılık fuarında tanıtılan Demir Işın da Demir Kubbe gibi Rafael firmasının ürünü. Açık kaynaklara göre 7 kilometre civarında menzile sahip olan sistem, İHA, roket, top ve havan mermilerini havada imha etmek için fiber lazer kullanıyor. İsrail'in mevcut hava savunma ağına entegre olacak şekilde geliştirilmiş sistemin her bir ateşlemesinin maliyetinin 2 bin dolar civarında olduğu kaydediliyor.
Ateşleme başına düşük maliyetin yanı sıra Demir Işın'ın İsrail açısından diğer füze savunma sistemlerine kıyasla iki önemli avantajı daha bulunuyor. Bunlardan birincisi, hedef başına yapılabilecek ateşleme sayısının sınırsız olması. Bir Demir Kubbe bataryasında ateşe hazır füze sayısı, dolayısıyla önleme yapılabilecek roket sayısı sınırlı iken, Demir Işın'da böyle bir kısıt bulunmuyor. İkinci olarak ise önleme için bir füze ateşlenmediği için, hedefi ıskalama ya da arıza durumunda sivil yerleşim birimlerine düşme gibi bir riskin bulunmaması. Zira Demir Kubbe bataryalarının neredeyse tamamı yerleşim birimlerinin içi ya da çok yakınlarında bulunuyor.
Yönlendirilmiş Enerji Sistemleri
Yönlendirilmiş enerjiyi, yoğunlaştırılmış elektromanyetik enerji, atomik ve atom altı parçacık olarak tanımlamak mümkün. Bu enerjiyi silah olarak kullanan YES sistemlerinin geliştirilme amacı ise düşmanın mühimmat, platform veya sistemlerini tamamen imha etmek ya da işlevsiz hale kılmaktır.
Milli bir katmanlı hava savunma şemsiyesi kurmakta olan Türkiye'de, YES alanında son yıllarda kayda değer gelişmeler sağlandı.
Kullanılan teknolojinin tipine bağlı olarak YES sistemlerini, lazerler, mikrodalga silahlar, parçacık ışınlı (particle beam) silahlar ve yüksek güçlü sonik silahlar olarak dört ana kategoride toplamak mümkün.
İngilizce “Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation” (Uyarılmış Işımanın Yayımı İle Işığın Güçlendirilmesi) teriminden türetilmiş lazer, kimyasal tepkime, elektrik akımı ya da yoğun ışık aracılığıyla oluşturulmuş doğrusal ve odaklanmış bir hüzmedir. İlk kez 1960 yılında ABD'de geliştirilen lazer sistemleri günümüzde pek çok endüstriyel uygulamada kullanılmakta. Halen geliştirme ve kullanım aşamasındaki lazer silah sistemlerinin güç aralığı 10 kW civarlarından başlayıp 100-150 kW'a kadar çıkıyor.
YES sistemlerinin geliştirilmesinde ilk olarak öne çıkan alan, düşman balistik füzelerinin uzak mesafelerden tahribiydi. Uçuşlarının büyük kısmını uzay ortamında gerçekleştiren kıtalararası balistik füzeleri, çok uzak mesafelerden vurabilmek için yörüngeye konuşlu lazer silah sistemleri, ABD'nin 1980'lerde üzerinde çalıştığı ve "Yıldız Savaşları" olarak bilinen Stratejik Savunma Girişimi (Strategic Defense Initiative; SDI) projesinin temel bileşeniydi. İlerleyen süreçte farklı tür füzeler ve İHA'lara karşı lazer sistemlerinin geliştirilmesine yönelik çalışmalar hız kazandı. Bu süreçte yalnızca tahribat yani fiziksel imha değil, işlevsel imha maksatlı olarak da lazerler ortaya çıktı. Bu tip sistemlerin geliştirilme amacı ise düşman füze veya platformlarını, üzerlerinde bulunan sensör, arayıcı başlık ya da muhabere sistemlerini bozmak ya da karıştırmak suretiyle etkisiz hale getirmektir.
YES Kullanımının Avantajları
Başta lazerler olmak üzere YES sistemlerinin klasik mühimmatlara göre bazı önemli avantajları bulunuyor. Birincisi, YES sistemlerinde kullanılan enerji, ışık hızında hareket ettiği için ateşleme ile hedefe varış arasında geçen süre klasik mühimmat ve füzelerle kıyaslanamayacak kadar düşüktür. Bu da anlık vuruş ve çok kısa bir reaksiyon süresi anlamına gelmektedir.
İkincisi, YES sistemlerinde mühimmat sayısı gibi bir kısıtlama yoktur. Yapılacak ateşleme sayısı, sisteme sağlanan elektrik enerjisine bağlıdır. Dolayısıyla özellikle çoklu hava hedeflerine karşı ardı ardına çok sayıda ateşleme yapılması mümkündür.
Üçüncüsü, yüksek geliştirme maliyetlerine karşın YES sistemlerinin atış başına maliyetleri son derece düşüktür. Demir Işın için telaffuz edilen ateşleme başına 2 bin dolar maliyetin Demir Kubbe'nin her bir füzesinin 20-50 bin dolar arasındaki maliyetle karşılaştırılması, bu farka örnek olarak gösterilebilir.
Dördüncüsü, YES sistemlerinde menzil ve tahribat etkisi ayarlanabilmekte, sistemin nokta atış kabiliyetiyle birleştirildiğinde işlevse ya da fiziksel imha sağlanabilmektedir. Bu avantajlarına karşın, YES sistemlerinin klasik mühimmat ve füzelere karşı bazı dezavantajları da bulunuyor.
Öncelikle lazerin bir YES sistemi olarak etkinliği, oluşturulan hüzmenin odağının ne kadar uzun mesafede korunabileceğine bağlıdır. Söz gelimi sistemden çıkış anında 1 santimetre olan hüzme çapı birkaç kilometre içinde birkaç metreye ulaşıyorsa, bu mesafedeki tahrip etkisi neredeyse sıfıra iner. Bu durumda da hüzmenin mümkün olduğunca uzun bir menzilde odaklanabilmesini sağlayacak çıkış gücü ve hüzme oluşturma teknolojisi önem kazanmakta. Tahrip gücü ve menzili değerine göre çıkış gücü ihtiyacı misliyle artıyor.
Ayrıca YES sistemleri, hedef üzerinde kinetik bir etki yaratmamaktadır. Noktasal etki söz konusu olduğu için, özellikle büyük boyutlu hedeflerde kritik bir bölgenin tahrip olması sağlanamazsa, hedefin başarılı şekilde önlenmesi mümkün olmayabilir. Örneğin gelen bir füzenin motor ya da harp başlığı gibi kritik bir bileşeni tahrip edilemezse, füze bir şekilde uçuşuna devam edip dost unsurları yine de vurabilir ya da çevresel hasara neden olabilir.
Son olarak teknolojideki gelişmelere karşın YES sistemlerinin güç tüketimi hala son derece yüksektir. Enerji verimliliğine ilaveten bu tip sistemlerin soğutma ve bakım-idame gereksinimleri maliyetli ve karmaşıktır.
Türkiye'de YES sistemleri
Milli bir katmanlı hava savunma şemsiyesi kurmakta olan Türkiye'de, YES alanında son yıllarda kayda değer gelişmeler sağlandı. Bunlar arasında ROKETSAN tarafından geliştirilen Alka ve TÜBİTAK BİLGEM tarafından geliştirilen ARMOL örnek olarak verilebilir.
Alka YES sistemi, özellikle İHA'lara karşı geliştirilmiş ve üzerinde hem lazer silahı hem de elektromanyetik karıştırma sistemi bulunan entegre bir sistem. Alka'nın bir diğer kullanım alanı, el yapımı patlayıcıların (EYP) imhası. 750m etkili tahrip menziline sahip Alka, kendi bünyesindeki hassas elektro-optik hedef takip sistemi ile hedefin vurulacak bölgesini seçebiliyor. Araca monteli ya da sabit olarak konuşlandırılabilen Alka'nın bu yıl içinde Emniyet Genel Müdürlüğü hizmetine girmesi planlanıyor.
TÜBİTAK BİLGEM tarafından geliştirilen ARMOL, yüksek güçlü lazer sistemi ile birlikte açık alanda yüksek çözünürlüklü görüntü alabilme yeteneğine sahip bir sistem. Bu özelliği ile istihbarat amaçlı bilgi toplama, tehdidi önceden tespit edip etkisizleştirme süreci için gerekli planlamaları önceden yapabilme imkanı sağlamakta. ARMOL'un önemli bir diğer işlevi, tel kesme, demir, çelik gibi materyalleri tahrip edebilme yeteneği ile teröristler tarafından hazırlanmış tuzakları uzaktan etkisiz hale getirmek. Farklı tiplerde kara araçlarına monte edilebilen ARMOL, 2019 yılında gerçekleştirilen kabul testlerini tamamlayarak Türk Silahlı Kuvvetleri envanterine girmişti.
Sonuç olarak YES sistemlerinin, teknolojideki gelişmeler doğrultusunda özellikle terör örgütlerinden kaynaklanan İHA, roket ve EYP tehditlerini bertaraf etmede büyük imkanlar sağladığını söylemek mümkün. Buna karşın YES sistemlerinin kabiliyetlerinin artması, enerji verimliliği ve geliştirme maliyetlerine doğrudan bağlı. Her halükarda, hava tehditlerinin son derece hızlı bir şekilde nitelik değiştirdiği modern muharebe sahasında, YES sistemleri hava savunma şemsiyesinin temel unsurlarından olmaya aday.
[Savunma ve havacılık teknolojileri, sanayi politikaları ve ulusal güvenlik alanları üzerine çalışan Arda Mevlütoğlu'nun Air International, Air Forces Monthly, Aviation News, Savunma ve Havacılık, Marine & Commerce, Savunma Sanayii Müsteşarlığı Savunma Sanayi Gündemi gibi dergilerde yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/demir-isin-ve-yonlendirilmis-enerji-silah-sistemleri-/2499879 | 6,694 | 14,077 |
Fransa Cumhurbaşkanı Macron'a mutlak çoğunluk lazım
Gazeteci Belkıs Kılıçkaya, 19 Haziran 2022 Pazar günü gerçekleşecek milletvekili seçiminin ikinci turunu AA Analiz için kaleme aldı.
İstanbul
Fransız seçmenlerin yüzde 70'i, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un mecliste mutlak çoğunluk elde etmesini istemiyor. Odaxa Backbone Consulting'in Le Figaro gazetesi için yaptığı en son ankete göre, 19 Haziran'da ikinci turu yapılacak seçimlerde Macron'un Ensemble ittifakının mutlak çoğunluğa erişmesi zayıf bir ihtimal.
Elysee Sarayı için aşırı sağcı parti lideri Marine Le Pen ile yarışan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un milletvekili seçimlerindeki rakibi, aşırı solcu parti lideri Jean Luc Melenchon.
Sol blok Nupes'in (Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği) mutlak çoğunluğu alması yani "küreselci" diye tavsif edilen Macron'un cumhurbaşkanlığı ve bazılarının "Galyalı Chavez" diye nitelendirdiği Jean Luc Melenchon'un başbakanlığında bir kohabitasyon ihtimali de medyada yazılıp çizilenlere göre çok zayıf ama tamamen yok sayılamaz. Zira birinci turun ardından sol basında "Solun muhteşem dönüşü" manşetleri göze çarparken, sağ basında Melenchon, bir gün Spielberg'in 1975'teki "Javs" filmindeki köpek balığı, bir başka gün canavar ve bir başka sefer öcü suretinde gösterilirken, "Yoksa bu yaz ülkeye komünizm mi gelecek?" iması etrafında pek çok görüşe yer verildi.
Aşırı sağ partiler birleşemedi
Üst üste iki seçimdir Elysee Sarayı için aşırı sağcı parti lideri Marine Le Pen ile yarışan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un milletvekili seçimlerindeki rakibi, aşırı solcu parti lideri Jean Luc Melenchon. Buradan, 2 ay içinde ülkedeki ikinci büyük siyasi gücün aşırı sağdan aşırı sola kaydığı ve Fransa'da seçmenlerin çok oynak bir zeminde hareket ettiği sonucu çıkarılmamalı. 2017 seçimlerinde Macron ile ikinci turu 32 puan geride bırakan Le Pen, 2022'de 17 puan geride bitirmişti. Aynı seçimin ilk turunda Macron ve Marine Le Pen'in oyu arasındaki fark sadece 4,69'du. Bu sefer soldaki bütün partiler seçimler için birleşti, buna karşılık aşırı sağ partiler birleşemedi. Marine Le Pen, seçimlere müstakil girmeyi tercih eden Zemmour'u ikna edip partisinin şemsiyesi altında sokabilseydi, zaten Ensemble ve Nupes ile aynı hizada boy gösterebilirdi. Müslüman ve göçmen düşmanlığı ve bazı antisemitik söylemleriyle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en çok konuşulan ismi Yahudi asıllı aşırı sağcı Eric Zemmour, yüzde 4,25 ile aşırı sağın oyunu bölmek haricinde varlık gösteremedi. Ancak Le Pen, muhalefet gücü olma statüsünü korumakla kalmadı, dolayısıyla yüzde 18,66 oyuyla, babası tarafından 50 yıl önce kurulan partisinin milletvekili sayısını 2, hatta 3'e katlayabilir. Nitekim Le Pen, RN 577 seçim bölgesinden 208'inde yarışacak ve bu 5 yıl önceki son seçimden 88 bölge daha fazla.
Oy kullanmayan seçmenlerin oranı yüzde 52,49'u bulurken, seçimlerin sonucu ne olursa olsun Macron için ülkeyi yönetmek pek kolay görünmüyor.
"Geri dönen sol"un Melenchon'un başını çektiği Nupes ittifakında, Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Yeşiller Partisi var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir zamanların en güçlü partisi Sosyalist Parti adayı ve Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo yüzde 1,7, Yeşiller Partisi Lideri Yannick Jadot ise yüzde 4,6 almıştı. Bu sonuç her iki partiyi de Soğuk Savaş'tan kalma tipik bir antiemperyalist olan Melenchon ile ittifaka mecbur etti. "Bizim DNA'larımızda Avrupa var." diyen Sosyalist Parti ve Yeşiller, Avrupa Birliği'nin direktiflerini hiçe saymak ve aslında örtülü biçimde Avrupa Birliği'nden çıkma yanlısı olan Melenchon'un Boyun Eğmeyen Fransa Partisine boyun eğmek zorunda kaldı.
Melenchon mecliste çoğunluğu yakalarsa?
Bugünkü Avrupa'nın mimarı Jacques Delors'un kızı Sosyalist Partinin Lille Belediye Başkanı Martine Aubry, partisinin DNA'sı nedeniyle Avrupa Birliği'nin sözleşme ve direktiflerini yok farz etmenin ittifak için seçenek olmadığını söylese de "esneklik" gösterilmesi gerektiği görüşünde.
Yeşiller de tıpkı Aubry gibi düşünüyor. Ama hangi siyasi formasyonun nereye kadar esneyeceği ayrıca tartışma konusu: Haftalık yayın yapan L'express dergisindeki eleştirel bir analize göre "Her iki siyasi parti de 16'ncı yüzyılda 'Paris bir ayine değer.' diyerek kral olmak için Protestan mezhebinden Katolik mezhebine geçen IV. Henry gibi mecliste alacakları koltuklar için DNA'larıyla bir miktar oynanmasına itiraz etmediler." Ama bu iki parti için sorun, DNA'larının türünden ibaret değil. Melenchon, Avrupa Birliği karşıtlığından başka Rusya'nın Ukrayna işgalini kınasa da neticede Rusya sempatizanı, NATO'dan çıkmayı, Batı bloku yerine alternatif aramayı teklif ve talep eden bir lider. Neoliberal siyaset ve ekonominin her aracına kesinlikle düşman, milliyetçi ve korumacı bir ekonomiden yana. Diğer taraftan Nupes'in manifestosunda asgari ücretin 1300'den 1500 avroya yükseltilmesi, emeklilik yaşının 62'den 60'a düşürülmesi, benzin fiyatlarının, kiraların, temel ihtiyaç madde fiyatlarının dondurulması ve servet vergisinin yeniden getirilmesini içeren 600'den fazla önerisi var. Macron'a yakın siyasiler ve ekonomistler de Melenchon'un mecliste çoğunluğu yakalaması halinde ülkeden sermaye kaçışının an meselesi olacağı yönünde kara propaganda yapıyor.
Fransızlar seçimlere ilgisiz
Genel seçimlerdeki bir diğer önemli sonuç ise Fransızların seçimlere ilgisizliği oldu. Oy kullanmayan seçmenlerin oranı yüzde 52,49'u buldu ve böylece Beşinci Cumhuriyet tarihinde yeni bir rekor kırıldı. Aynı nedenle seçimlerin ilk turunda 577 sandalyeli mecliste 4'ü Melenchon'un önderliğindeki (Nupes) sol bloktan, 1'i Macron'u destekleyen (Ensemble) bloktan olmak üzere sadece 5 milletvekili seçilebildi. Zira iki turlu dar bölge seçim sistemine göre, ikinci tura kalmak için kayıtlı seçmen sayısının yüzde 12,5'ini, ilk turda seçilmek için ise en az yüzde 25'ini alarak yüzde 50'yi aşmak gerekiyor.
Solcu Melenchon nasıl güçlendi?
Seçim sonuçlarında, Macron'un geçen 5 yıldaki performansı kadar koronavirüs salgını ve ardından Rusya'nın Ukrayna işgali etkili oldu. Ancak Cumhurbaşkanı Macron'un ve hükümetinin zenginler ve dar gelirliler arasındaki makası daha da açan ekonomi politikaları ve ülkedeki Müslüman azınlığa yönelik Avrupa'da eşi benzeri olmayan İslamofobik söylem ve yasal düzenlemeleri, önceki seçimde olduğu gibi bu seçimi de etkiledi. Aşırı sağ siyaset meşru bir zemine taşınırken, bir tarafta Le Pen ve benzerleri, diğer tarafta ise bu siyasetin tam karşısında ona düşman bir pozisyon alan aşırı solcu Melenchon, Müslümanların yüzde 70'inin oyunu alarak güçlendi.
Macron'un destekçilerinin oluşturduğu Ensemble adlı blok içinde, yakın zamanda adını Rönesans ile değiştiren Macron'un partisi LREM, merkezdeki Hristiyan François Bayrou'nun Modem'i olmak üzere irili ufaklı 7 parti var. Macron, Romanya ve Moldava ziyaret öncesi 14 Haziran'da Orly'de konuştu: "Fransa'nın yüksek çıkarlarından" ve "tarihi anlardan" söz etti. Ayrıca "dünyada halihazırdaki kaosa bir de kaos içinde Fransa eklememek" için kendisine sağlam bir meclis çoğunluğu istedi. Muhtemelen Ensemble ittifakını kastederek şunları da ekledi: "Cumhuriyet bir tek oydan dahi mahrum kalmamalı."
İkinci turda seçmen çağrısına cevap vermezse Macron, bir yüzü merkeze diğer yüzü aşırı sağa bakan Cumhuriyetçiler ile yahut azınlık hükümeti kurarak yoluna devam edebilir. Ama artık Macron'un gerçekleştirmek istediği ekonomik ve sosyal politikaların tam karşısında hatta Fransa'nın dünyadaki resmi pozisyonunu tartışmaya açan aşırı sağ ve aşırı solda yer alan iki parti var. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Macron için ülkeyi yönetmek pek kolay görünmüyor.
[Belkıs Kılıçkaya, Gazeteci]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/fransa-cumhurbaskani-macrona-mutlak-cogunluk-lazim/2616813 | 3,695 | 7,854 |
GÖRÜŞ - Afrika'da yeni rekabet sarmalı ve olası sonuçları
Son yıllarda Fransa ve Birleşik Krallık gibi sömürge döneminden itibaren kıta üzerinde güçlü etkiye sahip olan Batılı aktörlerle ilişkiler, sebep oldukları siyasi, ekonomik ve askeri krizler nedeniyle sorgulanmaya başlandı.
Istanbul
Dr. Huriye Yıldırım Çınar, çok kutuplu dünya düzeninde Afrika kıtasının önemini, küresel ve bölgesel güçlerin buradaki faaliyetlerini AA analiz için kaleme aldı.
***
54 ülke ve adalarıyla beraber 30,8 milyon kilometrekarelik bir alan üzerinde bulunan Afrika kıtası, küresel ekonomi için çok önemli yer altı ve yer üstü zenginliklere sahiptir. Dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 60'ı, küresel petrol arazilerinin yüzde 9,6'sı, kobaltın yüzde 90'ı, manganezin yüzde 70'i ve yıllık uranyum üretiminin yüzde 18'i Afrika'ya aittir. Ayrıca küresel altın arzının yarısı ve elmas üretiminin de yüzde 45'inden fazlası yine Afrika ülkeleri tarafından gerçekleştiriliyor.
Diğer yandan yapılan hesaplamalara göre 2050 yılında çoğunluğu gençlerden oluşacak yoğun bir Afrika nüfusunun dünya popülasyonunun çeyreğine tekabül etmesi bekleniyor. Kıta içinde büyüyen ekonomileriyle beraber orta sınıfın da belirginleşmesiyle birçok Afrika ülkesi, bölgesel ve küresel güçler için önemli bir pazar olarak dikkate alınıyor. Bu doğal zenginlikler dışında Hint Okyanusu, Atlantik Okyanusu ve Aden Körfezi'ni de kapsayan küresel ticaret deniz yolları üzerinde bulunması jeostratejik açıdan Afrika'nın önemini artırıyor. Birleşmiş Milletler (BM) içinde yüzde 28'lik oranla en büyük bölgesel oylama grubuna sahip olması da Afrika'nın küresel siyasette dikkat çeken bir diğer özelliğidir.
Afrika'da geçmişten gelen küresel rekabet
Tüm bu veriler, küreselleşmenin hızlanması, ham madde ve pazara olan ihtiyacın artması hasebiyle küresel ve bölgesel güçlerin Afrika üzerinde etki sahibi olmak için rekabete girmesine neden oldu. Esasında, Afrika üzerindeki küresel rekabet yeni bir durum değildir. Tarih içerisinde nitelik değiştirerek hep var oldu. Örneğin, 15'inci yüzyılın sonlarından itibaren başlayan sömürgecilik döneminde Afrika, Avrupalıların kolonyal politikalarıyla sömürüldü. Derin bir acı ve büyük yıkımlara neden olan sömürgecilik dönemi sonrasında siyasi bağımsızlıklarına kavuşan Afrika devletleri 1950'lerden itibaren bu kez de Soğuk Savaş'ın 2 kutuplu yapısının içine çekildi. Doğu ve Batı blokları ideolojik ve ekonomik etkilerini artırmak ve kıta devletleri üzerinde etki sahibi olabilmek için büyük bir rekabete girişerek çeşitli ülkelerde iç savaşlara, darbelere, siyasi ve ekonomik krizlere sebep oldular.
Küresel ve bölgesel güçlerin ilgisi
Soğuk Savaş'ın 1991'de sona ermesiyle 2 kutuplu küresel siyasi ortamda büyük değişiklikler meydana geldi. Soğuk Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) tek bir süper güç haline mi geldiği tartışmaları gündeme geldi. Ancak bir süre sonra Küresel Güney'de Çin, İran, Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi bölgesel güçlerin yakaladığı büyük yükseliş ivmesi ABD'nin bu süper güç konumunun sorgulanmasına ve küresel alanda bir çok kutupluluk tartışmasına yol açtı. Küresel ortamda büyük bir belirsizlik ve istikrarsızlığa neden olan bu çok kutuplu yapıda aktörler, siyasi ve ekonomik güçlerini artırmak için dış politikalarında Afrika gibi ekonomik, jeostratejik önemi yüksek bölgelere yönelik büyük stratejiler geliştiriyor. Bu nedenle günümüzde Afrika'da Fransa ve Birleşik Krallık gibi tarihsel dış aktörler olan eski sömürgeci güçlerin yanında ABD, Çin, Rusya, İran, İsrail, Japonya ve Brezilya gibi yeni aktörlerin kıyasıya bir rekabete giriştiğini söylemek mümkündür.
Son yıllarda Fransa ve Birleşik Krallık gibi sömürge döneminden itibaren kıta üzerinde güçlü etkiye sahip olan Batılı aktörlerle ilişkiler, sebep oldukları siyasi, ekonomik ve askeri krizler nedeniyle sorgulanmaya başlandı. Özellikle Mali, Burkina Faso ve Gine gibi Batı Afrika'da Fransa'nın önem verdiği eski sömürgeleri bir süredir Fransa ile yürütülen siyasi, ekonomik ve askeri işbirliklerinin başarısız olduğunu ve hatta Fransızların varlığının daha karmaşık sorunlara neden olduğunu dile getiriyor. Fransa'nın bu bölgede etkisi azalırken başta Rusya ve Çin olmak üzere kıtada yükselen güçler Afrikalı liderlerle yeni işbirlikleri vaatleriyle etkilerini artırmaya başladı. Çin kıtada büyük bir ivme yakalayarak kıta devletleriyle temelini ekonomiden alan büyük bir ilişkiler ağı inşa etti. Günümüzde Pekin hükûmetinin çeşitli Afrika devletleriyle gerçekleştirdiği ticaretin toplam hacminin yaklaşık 282 milyar dolar olduğu biliniyor. Bu da küresel alanda Çin'in büyümesini kendisine tehdit olarak gören ABD'yi harekete geçirerek büyümeyi yavaşlatıp durduracak stratejiler arayışına soktu. Bu kapsamda Çin ekonomisi için büyük önemi haiz Afrika kıtasında Washington-Pekin rekabetinin doğduğunu söyleyebiliriz.
Diğer yandan, Rusya da 2014 yılında Kırım ilhakı sonrasında itildiği uluslararası yalnızlıktan kurtulmak ve zayıflayan ekonomisini toparlamak için Afrika'ya büyük önem veriyor. İlişkilerini daha çok askeri ve ekonomik motivasyonlarla şekillendiren Moskova'nın Afrikalı ülkelerle 20'den fazla askeri anlaşma imzaladığı biliniyor. Ayrıca özellikle Ukrayna-Rusya savaşı sonrasında başta Fransa olmak üzere Batılı devletler, Rusya'nın etkisini kırabilmek için Afrika'da girişimlerde bulunmaya başladı.
15 Eylül 2020 tarihli İbrahim Anlaşmaları ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas ile normalleşme sürecine giren İsrail de Afrika'da yeni bir açılıma yöneldi. İsrail'in kıtadaki bu hamleleri karşısında bölgesel rakibi konumundaki İran da Afrika politikalarına ivme kazandırdı. Ancak Tahran yönetiminin Afrika'da politikalarına ivme kazandırmasını sadece İsrail ile rekabetiyle açıklamak da doğru bir yaklaşım değildir. Bilindiği üzere 2012 yılından itibaren ABD ve Avrupalı devletler nükleer silah üretme kapasitesini engelleme iddiasıyla İran'a yaptırımlar uyguluyor. İran bu noktada itildiği yalnızlığı ve ekonomik çevrelemeyi, Batı'nın etkisini giderek kaybettiği Afrika kıtasında geliştireceği ilişkilerle bertaraf etmeyi amaçlıyor. Bu kapsamda, yaklaşık 2 hafta önce 11 yıl sonra ilk kez Afrika'ya ziyaret gerçekleştiren İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin Kenya, Uganda ve Zimbabve'ye gitmesi büyük bir önem taşıyor. Özellikle petrokimya ve nükleer alanlar başta olmak üzere teknik ve bilimsel uzmanlık işbirliği vaatleriyle gittiği bu üç ülkede Reisi, Batılıların Afrika'nın doğal kaynaklarını sömürmesini eleştirerek İran'ın samimi, güvenilebilir bir dost olduğu algısını yaratmaya çalıştı. Batı tarafından yaptırımlara maruz kalan Zimbabve ve işbirliği yaptığı aktörleri çeşitlendirmeye çalışan Kenya ile Uganda'nın da İran'ın yeni işbirliği taleplerine yeşil ışık yaktığı söylenebilir.
Kıtayı gelecekte ne bekliyor?
Sonuç olarak, artan küresel rekabetin oldukça hız kazandığı günümüzde Afrika önemli cazibe ve rekabet merkezlerinden birisi olarak beliriyor. Batılı aktörlerin tarihsel etkilerini yitirmeye başladığı kıtada, küresel alanda etkilerini artırmaya çalışan Küresel Güney'de güçlenerek öne çıkan Rusya, Çin, İran, Hindistan ve Brezilya gibi aktörler yeni açılımlarıyla hem Batılılarla hem de kendi aralarında bir rekabete girişti. Bu rekabet ortamı Afrika için çeşitli sonuçlar yaratmaya muktedirdir. Öncelikle, yeni aktörlerin belirmesi kıtada Afrikalı liderlerin pazarlık gücünü artırması açısından olumlu sonuçlar yaratabilecek, dolayısıyla kıtanın ekonomik gelişimi ve kalkınmasına katkı sunabilecektir. Ancak diğer yandan çok sayıda aktörün kıtada etkisini artırma çabası zaman zaman siyasi ve askeri alanlarda olumsuz sonuçları da gündeme getirebiliyor. Örneğin, bir Afrika devleti üzerinde etki sahibi olmak isteyen farklı dış aktörler ülke içinde farklı güç merkezlerini destekleyerek iç siyasette kriz ve kaos ortamına sebebiyet verebiliyor. Bu da dolaylı olarak kıtada çoğunlukla otoriter rejim ve istikrarsız yönetimlerin oluşmasına neden oluyor. Ayrıca dış aktörler geliştirdikleri yerel işbirliği ağlarıyla Afrika'da yasadışı suç ve terör örgütlerinin güçlenmesine de neden olabilir. Son olarak ise yerel dinamiklerin göz önünde bulundurulmadığı ve Afrikalıların çıkarlarının dışlandığı yeni işbirliklerinin kıta devletlerinin kalkınma ve ekonomik sorunlarını kronikleştirebileceği de söylenebilir.
[Dr. Huriye Yıldırım Çınar, TASAM Afrika Enstitüsü Eş-Direktörü]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-afrikada-yeni-rekabet-sarmali-ve-olasi-sonuclari/2955735 | 4,140 | 8,429 |
GÖRÜŞ - Avrupa kendi Wagner'ini mi arıyor?
Avrupalı devletlerin içinde bulunduğu ittifak şartları ve anlaşmalar sebebiyle resmi olarak bir çatışma içinde yer almaktan kaçınmaları, savunma için askeri şirketlerin kullanılma ihtimalini güçlendiriyor.
İstanbul
Diplomatik İlişkiler ve Politik Araştırmalar Merkezi (DİPAM) Başkanı Dr. Tolga SAKMAN, Avrupa'da son zamanlarda gündem olan askeri savunma sorununun çözümü için devletlerin özel askeri şirketlere yönelme ihtimalini AA Analiz için kaleme aldı.
***
İkinci Dünya Savaşı sırasında yerle bir olan Avrupa'nın destek almadan toparlanması mümkün değildi. Ekonomik zorluklara karşı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Marshall Planı'yla Avrupa'ya destek verdi. Büyük bir savaştan çıkan Avrupa ülkeleri, kendi askeri güçlerine güvenemez durumdaydı. Bu sebeple ABD tarafından, “Avrupa'nın korunması” gerekçesiyle ve Sovyet askeri varlığını dengelemek amacıyla NATO önerildi ve 1949'da İttifak kuruldu. Böylece Avrupa, savunmasını NATO'ya ve örgüt üzerinden de ABD'ye ihale etmiş oldu. ABD'nin sağladığı koruma kalkanı, Avrupa ülkelerini savunma yatırımları ve harcamaları yapmadan güvenli kılan bir ortam oluşturdu. Savunma yerine refaha ve kalkınmaya ayrılan bütçeler Avrupa devletlerinde zenginliği artırsa da askeri stoklar eridi, mühimmat yenilenmedi ve kaçınılmaz olarak beraberinde rehaveti getirdi. Rusya-Ukrayna Savaşı ile kendi kıtalarında tehdidi yeniden gören Avrupa devletleri, savunma için yeni yaklaşımları tartışmaya başladı. NATO'ya artık güvenmeyen Fransa gibi devletlerin yanında, Almanya gibi savunma yapısı gereği İttifak'a sağlam şekilde bağlı olanlar dahi Avrupa merkezli savunma mimarisini gündeme getiriyor.
Zaman ve azim
Avrupalı hükümetlerin askeri harcamalarındaki artış kararı, tedarik ve hareket kabiliyetini artırmayı da amaçlıyor. Üstelik devletlerin müstakil yaklaşımları yanında, kuruluş amacı ve kurumsal yapısında savunma yaklaşımı bulunmayan Avrupa Birliği'nin (AB) de güvenlik kanadının güçlendiğini görüyoruz. AB yeni organizasyonlar, kararlar ve fonlarla hem kurumsal olarak Birliğin hem de devletlerin savunma kapasitesini artırmayı amaçlıyor. Fakat tüm bu harcamaların savunma mekanizmasını güçlendirebilmesi için ihtiyaç duyulan zaman ve azim konusunda politika yapıcıların eli çok da güçlü değil.
Fransız GEOS, Alman ASGAARD, İngiliz AEGIS gibi kuruluşlar Avrupa merkezli özel askeri şirketler olarak faaliyetlerine devam ediyor, mevcut şirketler ulusal kanunlarla düzenlenen bir yapı içerisinde görev yapıyor.
Avrupa'da artan silahlanma harcamalarının somut hale gelmesi için mühimmat ve araçların orduların kullanımına girmesi gerekiyor. Mevcut durumda Ukrayna'da savaş devam ederken ve birçok ülkeden siparişler yığılmışken söz konusu ürünlerin ordulara teslimi zaman alacaktır. Üstelik bu ürünlerin kullanımı için gerekli eğitim ve bürokratik süreçler de Avrupa'daki gibi hantallaşmış kurumsal yapıda oldukça ağır işleyecektir. Ulusal orduların yanında AB nezdinde kurulmaya çalışılan ve Avrupa Ordusu hedefiyle ilerleyen askeri girişimlerde de ortak bir vizyona varılamadı. Gerekli müktesebatın oluşmasında, AB normlarının detaylı yapısı gibi nedenler de Avrupa genelinde inşa edilmeye çalışılan savunma mekanizmasında gecikmelere yol açtı. Buna bir de uzun zamandır savaşma kabiliyetini kullanmamış askeri bürokrasiyi, motivasyonu olmayan askeri personeli ve bu fikre uzak toplumsal yapıyı da eklemek gerekiyor.
Savunmada alternatif yaklaşımlar
Bu şartlarda tarafların niyetlerine, ulusal ordu yatırımlarına ve Avrupa merkezli savunma mimarisi çalışmalarına rağmen istenilen ilerlemenin kat edilememesi, NATO ülkelerine yönelik siyasi ve askeri provokasyonlarını artırma eğiliminde olabilecek Rusya ile ilişkilerde uzun süreli bir gerilim riski içeriyor. Bu konuda, benzerine sıkça rastladığımız açıklamalardan sonuncusu Josep Borrell tarafından yapıldı. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Borrell, Münih Güvenlik Konferansı'nda Batılı ülkelere “güvenlik ve savunma yeteneklerini önemli ölçüde güçlendirmeleri” çağrısında bulundu. Bu çağrı, savunma kapasitesinin geliştirilmesinde alternatif süreçlerin ve kurumların değerlendirilebileceği algısını güçlendirdi.
Alternatif savunma mekanizması için akla gelen çözüm ise hükümetlere, uluslararası kuruluşlara ve devlet dışı aktörlere çeşitli askeri, paramiliter ve güvenlik hizmetleri sunan özel askeri şirketlerdir. Özellikle savaşın başlarında Rusya'nın Ukrayna'da Wagner şirketini yoğun şekilde kullanması, Avrupa için de benzer bir alternatifin mümkün olup olmadığını akla getiriyor. Avrupa'da uzun süredir mevcut olan politik zemine ve orduların dönüşümündeki zorluğa karşın özel askeri şirketlerin “müşterinin talebini yerine getirme adına” daha esnek ve hızlı yönetilmesi ve yönlendirilmesi işleri kolaylaştırabilir.
Fransız GEOS, Alman ASGAARD, İngiliz AEGIS gibi kuruluşlar Avrupa merkezli özel askeri şirketler olarak faaliyetlerine devam ediyorlar. Mevcut şirketler ulusal kanunlarla düzenlenen bir yapı içerisinde ve kısıtlamalarla görev yapıyorlar. Bununla birlikte söz konusu şirketlerin, özellikle kronik istikrarsız bölgelerde görev almalarının yanında kurumsal olarak Avrupa'nın ortak çıkarlarına hizmet edecek şekilde yapılanmadıkları da aşikar. Müşterinin Avrupa Birliği ülkeleri olduğu bir yapılanmada, şartlar şirketler için oldukça zorlayıcı olacaktır.
Zorluklar
Bu şirketler için getirilecek düzenleyici şartlar, Avrupa'da savaşçı bir grubun oluşmasını engelleyecektir. Wagner benzeri örgütlenen şirketler, yapısı gereği hükümetlerle ilişkili, ancak resmi olarak aldıkları görevler, yaptıkları eylemler hatta sahip oldukları araç mühimmat ve personel kapasitesi dahi net şekilde bilinmeyen kuruluşlardır. Şirketlere devletler tarafından müstakil operasyon kabiliyeti tanınması, Avrupa normlar ekosistemi içinde kabul görebilecek bir durum değildir. Avrupa Birliği'nin yasal ve politik zemininin böyle yapılanmaları yönetmesi de oldukça güçtür.
Bu zorluklara rağmen Avrupa siyasetindeki ve ordularındaki eksiklikler bu şirketlere yaklaşımı değiştirebilir. Çoğunlukla profesyonel ordu sistemi uygulayan kıtanın genelinde azmini kaybeden Avrupalı subay ve askerlerin, bir subayın yaklaşık 10 katı maddi kazanç sağlama motivasyonuyla şirketlere dahil olması siyasi denklemi değiştirebilecek önemli bir faktör olacaktır. Üstelik özel şirketlerde askerlerin sahip olduğu mühimmat ve araçların temininin ve kullanımının kısmen daha esnek olması siyasi manevraları da kolaylaştıracaktır.
Fakat bunun da ötesinde en önemli konu, Avrupalı devletlerin resmi olarak savaşa girme konusundaki handikaplarıdır. Avrupalı devletlerin inşa ettikleri politik ve toplumsal yapı ile mevcut sistem içindeki müdahaleci olmayan dış politika imajı, ulusal orduların hareket kabiliyetini de kısıtlıyor. İttifak şartları ve anlaşmalar sebebiyle resmi olarak bir çatışma içinde yer almaktan kaçınan mevcut AB siyaseti, savunma için askeri şirketlerin kullanılma ihtimalini güçlendiriyor.
Tüm zorluk ve avantajları birlikte düşündüğümüzde Avrupa'da bir özel askeri şirket yapılanmasının savunma işlerini çok kolaylaştıracağı açık. Ancak Avrupa'nın savunduğu normlar ve sisteme uygun olmayan bu yapılanmayla ilerlemesi, zaten Batı için sıklıkla gündeme gelen, kurdukları sistem üzerinden hakimiyet döneminin sonlandığına dair eleştirileri destekleyecektir.
[Dr. Tolga SAKMAN, Diplomatik İlişkiler ve Politik Araştırmalar Merkezi (DİPAM) Başkanıdır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-avrupa-kendi-wagner-ini-mi-ariyor/3163163 | 3,602 | 7,511 |
GÖRÜŞ- Avrupa neden hızla silahlanmaya başladı?
Ukrayna'nın daha fazla silah ve mühimmat talebi, NATO üyesi ülkelerin stoklarını tüketti ve İttifak'ın savunma sanayinin yeterli miktarda silah üretemeyeceği yönündeki korkuları alevlendirdi.
Istanbul
DİPAM Başkanı Dr. Tolga SAKMAN, eski ABD Başkanı Donald Trump'ın NATO'ya yönelik son açıklamaları ve Ukrayna-Rusya savaşının Avrupa ülkeleri üzerindeki etkileri ekseninde son yıllarda Avrupa ülkelerinde görülen silahlanma eğilimini AA Analiz için kaleme aldı.
***
Dünyanın birçok yerinde gittikçe artan çatışma ihtimalleri ve mevcut gerilimlerin tehdit kapasitelerinin artması ile küresel olarak savunmaya verilen önem yeni bir seviyeye çıktı. Rekabetin kızışması nedeniyle herkes Doğu Asya'daki güvenlik açıklarına odaklanmaya hazırlanırken 2022 Şubat'ında başlayan Ukrayna-Rusya krizi ile Avrupa büyük bir savaşı yanı başında buldu. Bu durum güvenliğini garantileyen ve böylece refaha odaklanan Avrupa için önemli bir aks değişikliğine neden oldu. Güvenlik kaygıları nedeniyle yeniden artan askerileşme Avrupa'ya geri döndü ve dünya genelinde askeri harcamalar hızla artarken, Avrupa bu eğilimin ana bölgesi haline geldi. Avrupa'nın savunması dendiğinde kıtanın öncelikli koruma şemsiyesi olan NATO, 75 yılın sonunda bölgedeki tüm savunma inisiyatiflerine temas etti. İttifak verilerine göre Avrupa'daki tüm NATO üyelerinin 2014'ten bu yana savunmaya yüzde 32 daha fazla harcama yaptığı biliniyor. Bu yıl ise NATO'nun 31 üyesinden 18'inin belirlenen hedef doğrultusunda gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 2'sini savunmaya harcaması bekleniyor ki bu beklenti 2024'te İttifak genelinde rekor miktarda para harcanması anlamına geliyor. Bu, 30 yılı aşkın süredir görülen en güçlü artış ve sabit dolar cinsinden Berlin Duvarı'nın yıkıldığı 1989'daki harcama düzeyine geri dönüş anlamı taşıyor. Artan harcamalara rağmen Avrupa'nın savunma sanayi, Rusya ile savaşan Ukrayna'dan gelen talebi karşılayamıyor. Ukrayna'nın daha fazla silah ve mühimmat talebi, NATO üyesi ülkelerin stoklarını tüketti ve İttifak'ın savunma sanayinin yeterli miktarda silah üretemeyeceği yönündeki korkuları alevlendirdi. Nihayetinde, Avrupa ülkelerinin savunma alanında yeterince yatırım yapmamış olması da kritik yetenek eksikliği, savaş zamanı stoklarının düşüklüğü ve hazırlık seviyesindeki zayıflıkta kendini gösteriyor. Bu ise Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) Avrupa'nın güvenliğini satın almasından kaynaklanıyor.
Avrupa'da stratejik özerklik adımları
ABD'nin Avrupalı müttefiklerini uzun süredir savunma bütçelerini artırmaları konusunda ikna etmeye çalıştığını ancak sınırlı başarı sağladığını biliyoruz. Eski ABD Başkanları Barack Obama ve Donald Trump, çok az konuda hemfikir olmalarına karşın ikisi de NATO müttefiklerini ABD'nin askeri gücünden “bedava faydalandıkları” için eleştirmişti. Obama, birçok kişi tarafından ABD'nin en yakın müttefiki olarak görülen İngilizlere savunmaya daha fazla harcama yapmaları konusunda baskı yaparken Trump ise NATO müttefiklerinin gayrisafi yurt içi hasılanın en az yüzde 2'sini savunmaya harcamamaları halinde ABD'nin ittifak sorumluluklarını yerine getirmeyeceği tehdidinde bulunmuştu. Kasım 2024'te yapılacak ABD Başkanlık Seçimi'nde en güçlü aday olan Trump, bu tehdidinin seviyesini tekrar yükseltti ve maddi sorumluluklarını yerine getirmeyen NATO müttefiklerine karşı, Rusya'nın saldırısının teşvik edileceğini söyledi. Bu şüphesiz İttifak'ın temellerine ve ruhuna yapılan en üst düzeyde saldırı olarak görülebilir. Eski ve belki de gelecekteki Başkan'ın bu soğuk ve açık sözlü söylemi, Avrupa için acı verici, çünkü açık bir gerçek var ki o da Avrupa, Amerika olmadan kendini savunmaya henüz hazır değil.
Avrupa savunma güçlerinin 1989'dan sonra NATO ve 1993'ten itibaren Avrupa Birliği (AB) aracılığıyla ilk dönüşümü yetersiz kaldı. Bu, önümüzdeki 10 yılda hem NATO aracılığıyla hem de yeni, özel bir “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına” (ESDP) dayalı olarak daha fazla dönüşüm çabalarına yol açtı. Birçok önemli NATO ve AB girişimi, işbirliğine ve yeteneklerin geliştirilmesine odaklandı. “Avrupa Savunma Ajansı” (EDA), 2008 yılından bu yana, uzun vadeli güvenlik ve savunma sorunlarına çözüm bulmak amacıyla bir “Kabiliyet Geliştirme Planı” (CDP) hazırlıyor. AB'nin kıta savunması için strateji geliştirme, politika belirleme, faaliyetleri planlama ve uygulama adına merkezi referansı olan bu plan CARD, PESCO, EDF gibi Avrupa savunmasıyla ilgili tüm girişimler için temel teşkil ediyor. 2022 yılında ise AB Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilen “Stratejik Pusula” ile AB içerisine yeni bir bakış getiren ve müdahale yeteneklerine sahip mekanizmaların teşkilinin planlandığı bu belge temel metinlerden biri haline geldi. Ayrıca İngiltere'nin AB'den ayrılmasının ardından önemli bir askeri gücünü yitiren birlik, savunma işbirliğini dönüştürmek adına birçok yeni girişimin hayata geçirilmesi için fırsatlar oluşturmaya çalıştı. Birlik, karar mekanizmalarının belirledikleri dışında Baltık Denizi'nde ve İskandinavya'da bölgesel nitelikte veya kıta dahilinde ikili anlaşmalar ile mikro nitelikte savunma işbirlikleri yaptı. Bununla beraber Türkiye'nin de dahil olacağı Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi (ESSI) gibi işbirliği planlanmış konularda seçili ülkelerle daha ileriyi hedefleyen münhasır projelerin hayata geçirilmesi, yeni savunma fırsatlarının değerlendirilmesi olarak görülebilir. Tüm bu kararlar, girişimler ve kurumlar, yeni savunma fırsatları adına artırılması planlanan askeri kapasitelere de işaret ediyor.
Büyüyen askeri kapasitenin sahaya yansıması
Tüm bu girişimlere rağmen asıl sorun Avrupa ülkeleri arasında güvenilir muharip güçlerin bulunmamasıdır. Önümüzdeki yıllarda Avrupa'da meydana gelecek herhangi bir büyük muharebe harekatında, manevraların yerine getirilmesi için gereken kara, deniz ve hava kuvvetlerindeki eksikliklerin kapatılması henüz mümkün görünmüyor ve bunun için ABD kuvvetlerine bağlılık devam ediyor. Zira Avrupa'nın savunma harcamaları son yıllarda artarken bu harcamalar daha fazla savaşa uygun güç üretmedi. Birkaç küçük istisna dışında, hizmetteki ana muharebe tanklarının, piyade savaş araçlarının, zırhlı keşif araçlarının ve kundağı motorlu topların sayısı 2014 ile aynı kaldı veya düştü. Daha genel anlamda, Avrupa ülkeleri kara-deniz-hava kuvvetleri, hava savunması ve “savaşta belirleyici mühimmat” olan topçu mühimmatı ve füzeler konusunda önemli boşluklar taşıyor. Avrupa'da savunmanın güçlendirilmesi Avrupalı müttefiklerin hem acil hem de sürekli yatırımlarını gerektiriyor. Yetenek geliştirme ve savunma malzemesi tedariki, özellikle sanayiden talebin yüksek olduğu zamanlarda, yıllar süren çalışmalardır. Buna karşın vadedilen savunma harcamalarındaki artışların bir kısmı tek seferlik ek harcama paketleridir ve hükümetlerin harcama önceliklerinin uzun vadede değişmemesi ender görülür.
Ukrayna-Rusya savaşı ile başlayan, Avrupa içindeki bu satın alma ve yatırım sürecinin de akıbetinin benzer şekilde uzun vadeli ve muğlak olması kaçınılmaz. Uzun tedarik süreci ve kullanıma almada yaşanacak aksaklıklar da göz önüne alındığında Avrupalı müttefiklerin bazılarının acil yetenek boşluklarını kapatma mücadelesinde çoğunlukla kıta dışında mevcut olan hazır ekipmanlara başvurduğu görülüyor. Almanya, ordusu için büyümeye yönelik stratejik bir dönüşüm için oluşturduğu 100 milyar avroluk özel fonun en büyük siparişini ABD yapımı F-35 savaş uçağı ve Chinook helikopteri için verirken, Polonya ise Güney Kore'den tank, FA-50 savaş uçağı ve obüs alımı gerçekleştirdi. Bu durum Avrupa ordularının gelişmesine katkı sağlamakla birlikte stratejik belgelerde çok defa vurgulanan Avrupa savunma sanayini de güçlendirme fikrine muhalefet içeriyor. Ancak bu süreçte Avrupa savunma işbirliğinin faydalarının anlaşılmasının zor olduğu ortaya çıktı. Savunma ürünlerinin imalatında hala rekabet söz konusu olabiliyor ve orduların oluşumları veya konuşlanmaları konusunda ortak, birbirini tamamlayan bir komuta söz konusu değil. Avrupa'nın güvenliği konusunda işbirliği bir kural değil istisna olmaya devam ediyor. Bu çerçevede Avrupa'daki orduların kapasite artırımları da kesin bir ortak strateji olmadan, mevcut tehditlerin ulusal algılanışlarına göre müstakil olarak devam edecek gibi görünüyor.
[Dr. Tolga SAKMAN, Diplomatik İlişkiler ve Politik Araştırmalar Merkezi (DİPAM) Başkanıdır.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-avrupa-neden-hizla-silahlanmaya-basladi/3143636 | 4,098 | 8,428 |
GÖRÜŞ - Darbeler, radikal gruplar ve ECOWAS: Sahel bölgesinde neler oluyor?
Sahel bölgesi özel olmak üzere genelde Afrika'yı analiz ederken bize yardımcı olacak en temel yaklaşım dini değerlerin siyasetle ilişkisine Batı'daki yaklaşım üzerinden değil yerel açıdan bakmak olacaktır.
İstanbul
Prof. Dr. Mehmet Özkan, Sahel bölgesini, bölge dinamiklerini ve radikal grupların buradaki etkisini AA Analiz için kaleme aldı.
***
Sahel bölgesinde son yıllarda yaşanan siyasi hareketlilik ve askeri darbeler sadece bölgedeki sömürgecilik sonrası siyasal ve sosyal düzeni bozmakla kalmadı. Aynı zamanda yeni bir dönemin kapılarını açtı. Bu dönemi anlamak için bölgeye yıllardır bize Batı literatürü üzerinden anlatılmaya çalışılan klasik jargonun ötesinden bakmak gerekir. Sahel bölgesi farklı etnik ve kabile gruplarına ev sahipliği yapan, siyasal ve ekonomik anlamda zor şartların hakim olduğu kendine has bir bölgedir. Sahel'de sınırların çoğu hukuki olmanın ötesinde cari şartlarda fazla bir anlam ifade etmiyor. Bu bölge özellikle insan hareketliliğinin dini ve siyasal ilişkilerle kabile bağları dolayısıyla anlamsızlaşabildiği bir yerdir. Sahel bölgesi neden hep terörizm ile anılıyor? Neden radikal grupların merkezi haline geldi? Veya daha geniş bir yaklaşımla Sahel bölgesine nasıl bakmalıyız?
Sahel bölgesini tanımlamak
Sahel, batıdan doğuya yaklaşık 100 milyondan fazla insanın yaşadığı ve sub-Sahara'nın nüfusunun yaklaşık yüzde 10'una ev sahipliği yapan bir bölgedir. Afrika'nın Sahel bölgesi Senegal'in kuzeyinden Etiyopya'nın kuzeyine kadar uzanan geniş bir hat ve coğrafyadır. Bu alan, içerisinde Moritanya, Mali, Burkina Faso, Cezayir'in güneyi, Nijer, Nijerya'nın kuzeyi, Kamerun, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Sudan, Güney Sudan ve Eritre'yi içeren geniş bir devletler topluluğunu kapsar. Küresel doğum ortalaması 2,4 iken bu bölgede doğum oranı 5,4 olup nüfus artışının kıtada en fazla olduğu yerdir. Nüfusun sadece 3'te birinden daha azının şehirlerde yaşadığı, dolayısıyla çoğunluğu kırsalda yaşayan bu bölgenin insanı yarı-göçebe kültürünün bütün özelliklerini taşır. İklim şartları bol güneşli, kuru ve genelde yıl boyunca rüzgarlı olduğundan bölgede yaşam şartları ekstra zordur ve kuraklık ile gıda güvenliği temel sorunlardandır.
Kısaca bu şekilde tanımlanabilecek olan Sahel bölgesi amaca özel (ad-hoc) ilişkilerin iç içe geçtiği, kırsalda ilgili devletlerin bile tam hakimiyet kuramadığı, sınırların kontrolü zor olması dolayısıyla insan hareketliliğinin en çok yaşandığı bölgelerden birisidir. Bu bölgede Batılı anlamda bildiğimiz gibi bir kontrol, düzen veya egemenlik tesis etmek kolay olmayıp, devletler ancak ve ancak kabile liderleri ve toplumun önde gelenleriyle yapılan zimmi anlaşmalarla etki alanlarını genişletirler. Bu anlamda 2011 yılı çok ciddi bir kırılma noktasıdır.
2011 sonrası Sahel'de değişen dengeler
Bugün Sahel bölgesini anlamak için az 3 şeyi dikkate almak gerekir. Birincisi, Libya'nın devrik lideri Muammer Kaddafi sonrasında Sahel'deki bölgesel düzen hala kendisini bulamadı. Kaddafi 2011 yılında öldürülene kadar Sahel bölgesinde kurduğu özel ilişkiler sayesinde en etkili liderdi. Hem bölge ülkelerine maddi destek veren hem de bir tür dini hamiliği üstlenmeye çalışan Kaddafi, bölgedeki kaos içerisinde bir düzen getiriyordu. Fakat Kaddafi sonrası Sahel bölgesindeki çoğu grup en başta egemenliği altında yaşadıkları devletlere yönelik ilişkileri açısından hem sahipsizlik hissine kapıldılar hem de dış etkiye daha açık hale geldiler. İşte terör örgütü El Kaide ve DAEŞ türü radikal yapılar bu süreçte kendilerine yer bulmak için ad-hoc ilişkilere ve angajmanlara girdiler.
İkincisi, Sahel'de yaşanan gelişmeler bir düzen arayışı üzerinden değil hep terörle mücadele üzerinden okundu. Bu yaklaşım Sahel bölgesinin bir güvenlik sorunu olarak görülmesine ve yine aynı şekilde bütün sorunlara güvenlik çerçevesinden yaklaşılmasına yol açtı. Sahel bölgesi özel olmak üzere genelde Afrika'yı analiz ederken bize yardımcı olacak en temel yaklaşım dini değerlerin siyasetle ilişkisine Batı'daki yaklaşım üzerinden değil yerel açıdan bakmak olacaktır. Afrika'da genel olarak din, kültürden sanata, gündelik sosyal yaşamdan kişiler arası ilişkilere kadar birçok alanda kendini gösteren çok boyutlu bir fenomendir. Genel olarak bakıldığında geleneksel Hristiyanlık yer yer yerel Afrikalı dinlerle birbirini etkileyerek yeni dini algı ve inançlar da oluşturdu. Bu bağlamda dikkat edilecek önemli bir husus kıtadaki dini hareketlerin Batı'daki algı ve olguların ötesinde değerlendirilmesi gerektiğidir. Afrika'da Müslüman ya da Hristiyan olmak çok önemli bir kimlik belirleyicisi olmakla beraber, Afrikalı kimliği her zaman dominant, etkin ve şekillendiricidir. Dolayısıyla Afrika'daki radikal grupların ana çıkış noktası din üzerinden değil, yerel siyaset üzerinden okunmalıdır. Medyada sıklıkla duyduğumuz Somali'deki Eş-Şebab ve Nijerya'nın kuzeyindeki Boko Haram'ın ana çıkış noktası yerel siyasi koşullardır. Batı medyası üzerinden gelen dini merkezli okumalar ve terör örgütü El Kaide'yle ilişkilendirmeler yer yer anlamlı olsa dahi sorunun özüne işaret etmekten uzaktır.
Üçüncüsü, Sahel genelinde yaşanan ve son yıllarda sıklıkla öne çıkarılan Fransız karşıtlığı bölgede düzen arayışının meşrulaştırıcı unsurlarındandır. Ağustos 2020 ve Mayıs 2021'de Mali'de, Eylül 2021'de Gine'de, Ocak ve Eylül 2022'de Burkina Faso'da ve en son Temmuz 2023'de Nijer'de yaşanan askeri darbelerde bu konunun ana belirleyici gibi sunulması büyük oranda darbeci liderlerin meşruiyet arayışlarının ve kendilerini siyasal anlamda konumlandırma çabalarının ürünüdür. Her ne kadar ülkeden ülkeye boyutu ve yoğunluğu değişse de sömürge geçmişi dolayısıyla Fransız karşıtlığı bölgedeki tüm sosyal kesimlerin en temel ortak noktalarındandır. Darbecilerin kendilerini bu söylem üzerinden meşrulaştırma çabaları ise halkın darbecileri en azından kendilerinden biri olarak görmesinin doğal bir tezahürüdür.
Bölge ülkelerinin ve küresel güçlerin Sahel yanılgısı
Sahel bölgesindeki temel kriz yeni bir düzenin kurulamamasıdır. Ne Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) bu düzeni kurmaya muktedirdir ne de orada etkili olmaya çalışan uluslararası güçler. Fransa ve yer yer Amerika Birleşik Devletleri (ABD) düzensizlikten dolayı suçlanırken Rusya oluşan boşlukta kendisine küçük alanlar açma derdinde. Bölgedeki Nijerya ve Cezayir gibi başat ülkeler ise bölgesel düzensizlikten kendilerini koruma refleksiyle hareket ettiğinden kendilerini savunmacı bir pozisyonda tutuyorlar. En son yaşanan Nijer askeri darbesine bu açıdan bakılınca ECOWAS ülkelerinin bölgesel düzen için önerileri nedir veya var mıdır? Nijerya liderliğindeki ECOWAS, Nijer'e askeri müdahalede bulunup devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Bazum'u özgürleştirse dahi kendisinin iktidarı nasıl kalıcı olacak? Sivil toplum, siyasetçiler ve askerler tarafından eleştirilen bir lider dışarıdan gelecek bir askeri destekle ne kadar ayakta kalabilir? İşte bu sorulara verilecek cevaplar makro düzen açısından bakıldığında net olmakla beraber kalıcı etki açısından son derede sınırlıdır.
Dolayısıyla Sahel bölgesinde radikal grupların yayılmasının ötesinde çok daha derin bir kriz mevcut olup medyada fazlasıyla tartışılan radikal grupların oraya yayılması konusu buzdağının sadece görünen kısmını ve en kolay tarafını görmektir. Sahel bölgesi Arap dünyası ve Afrikalıların İslam dini üzerinden kesiştiği ve bir tür Arap-Afrikalı İslami yorumun tarihsel süreçlerle şekillendiği yerdir. Bölgede yapılması gereken en temel şey oradaki özellikle Sufi gruplarla sağlıklı, sürdürebilir ve ideolojik bir ilişkiye girmektir. Kadiriler, Tijaniler ve Mouridiler bu bölgede sınır aşan takipçileri ve etki alanlarıyla kendilerine has sosyal bir düzen kurdular. Burada sosyal bir düzen kuran dini gruplarla egemen devlet yapıları sağlıklı ve kalıcı bir ilişki kuramadığı için maalesef radikal gruplar kendilerine yer bulabiliyorlar. Fakat sömürge döneminden kalan siyasal yapıların sorgulandığı Sahel bölgesinde aynen Mali'deki darbecilerin oradaki radikal grup olan JNİM'le Fransız karşıtlığı üzerinden yaptığı ittifak gibi yeni ilişki türleri ortaya çıkacaktır. Sosyal düzen kurabilen dini yapılarla siyasal düzen kuran siyasilerin ortak buluşma noktasının Fransa veya dış güçler karşıtlığı olması içerik açısından sınırlı ve sorunlu olsa bile teknik açıdan ilişki geliştirmek için ortak bir payda sağladığı görülüyor.
Bütün bu mülahazalar sonrasında önümüzde duran temel soru: Yıllardır yapıldığı gibi Sahel bölgesine Batı perspektifinden terörizm ve güvenliği merkeze alan bir yaklaşımla mı bakacağız, yoksa bölgedeki düzen sorununun kökenine inerek yeni bir yaklaşım mı geliştireceğiz? Türkiye gibi bölgede saygınlığı fazla olan ülkeler için bu soru Sahel'e yönelik dış politika yaklaşımında daha fazla önem kazanıyor.
[Prof. Dr. Mehmet Özkan, Milli Savunma Üniversitesi Müşterek Harp Enstitüsü Öğretim Üyesidir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-darbeler-radikal-gruplar-ve-ecowas-sahel-bolgesinde-neler-oluyor/2967882 | 4,465 | 9,154 |
GÖRÜŞ- İran'ın İsrail saldırısı sonun başlangıcı mı?
İran ve İsrail arasındaki gerilimin doğrudan karşılaşma halini aldığı bir döneme girilmiş durumda. Bu durum tüm bölgeyi olduğu gibi Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor.
İstanbul
Milli İstihbarat Akademisi Dr. Öğretim Üyesi Hakkı Uygur, İran'ın İsrail misillemesi üzerine vekalet savaşlarındaki güncel durumu AA Analiz için kaleme aldı.
***
Hamas ve Filistinli diğer direniş grupları tarafından 7 Ekim 2023'te gerçekleştirilen Aksa Tufanı operasyonu birçok yönüyle bir milat olarak nitelendirildi ve olay farklı boyutlarıyla değerlendirildi. Türk yetkililer tarafından ilk günden itibaren dile getirilen endişeler arasında, İsrail ve İran arasındaki gölge ve vekalet savaşlarının sona ermesi, doğrudan geniş çaplı bir çatışmanın yayılması ihtimali de yer alıyordu. Sonraki 6 ay boyunca İsrail'in Filistinlilere yönelik soykırım seviyesindeki aşırı güç kullanımına ve kuzey cephesinde 300'e yakın Hizbullah militanını öldürmesine rağmen çatışmalar doğrudan savaşa dönüşmedi. Bununla birlikte, İsrail 1 Nisan'da İran'ın Şam'daki Elçilik kampüsünde yer alan Konsolosluk binasına düzenlediği hava saldırısında 7'si İranlı 13 askeri yetkiliyi öldürdü ve savaş esnasında bile genellikle hedef alınmayan diplomatik dokunulmazlığı açıkça ihlal etti. Bu adımla İsrail, yalnızca savaş suçlarına bir yenisini eklemekle kalmadı, İran ve İsrail arasındaki her türlü angajman kuralının ve caydırıcılık dengesinin anlamını yitirdiğini net bir şekilde gösterdi.
İran'ın misilleme saldırısı
Aslına bakılacak olursa İsrail son 15 yıldır başta nükleer tesisler ve yetkililer olmak üzere gerek ülke içinde gerek dışında İran'ı zaten hedef alıyordu. Özellikle Suriye ve Irak'ta çok sayıda İranlı “askeri danışman” hayatını kaybetti ve bunların arasında üst düzey komutanlar da bulunuyordu. İranlı yetkililer daha önce de kırmızı çizgilerinin aşıldığını açıklasalar da misilleme çabaları siber saldırılar, Lübnan ya da Suriye'den cılız füze saldırılarıyla sınırlı kalıyordu ve bu durum İsrail'de ve gözlemcilerde İran'ın cevap verme niyetine ya da imkanına sahip olmadığını düşündürüyordu. En sert tepkisini gösterdiği Kasım Süleymani suikastında dahi İran'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) karşı tepkisinin fazlaca sembolik kaldığı dikkatlerden kaçmadı. Yine de eski ABD Başkanı Donald Trump'ın yıllar sonra yaptığı açıklamada İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun son anda ortak saldırıdan vazgeçmesi üzerine ABD'nin bu eylemi tek başına gerçekleştirdiği açıklaması önemli bir ayrıntıydı.
Anlatılanlar ışığında 1 Nisan saldırısının ardından İran'ın kesin ve sert bir şekilde cevap vereceğini ve İsrail'i “cezalandıracağını” açıklaması şaşırtıcı olmayan şekilde ihtiyatla karşılandı. Ancak ülkeyi yakından takip eden uzmanlar, yetkililerin ifadelerindeki ve diplomatik tavırlarındaki farklılığı net bir şekilde gördüler. Bu durum Tahran'ın gerilimi düşürmek için devreye girmek isteyen ülkelere verdiği yanıtlarda da fark edildi. Katar, Türkiye ve Umman gibi bölge ülkeleri İran'ın bu sefer İsrail'e anlamlı bir cevap vereceğini öğrenen ülkelerin başında geliyordu. Bununla birlikte İran'ın son 20 yıldır bölgesel nüfuzunun artmasına paralel olarak İsrail karşısında alttan alan ve “stratejik sabır” olarak nitelendirdiği politikaları, ülkenin ABD ile doğrudan ve aracılar üzerinden gerçekleştirdiği 10 günü aşkın yoğun diplomatik pazarlıklarla birleştirildiğinde Tahran'ın uzun vadeli yaklaşımında değişiklik yapmayacağı, “İsrail ve ABD'ye koz vermemek için” bir misillemede bulunsa bile en iyimser tahminle eşdeğer bir saldırı düzenleyeceği bekleniyordu. Bu çerçevede İsrail'in bölge ülkelerindeki bir temsilciliğini hedef alacağı konusunda uluslararası uzmanlarda hatta istihbarat topluluklarında genel bir kanı oluşmuştu. İsrail'in bölgedeki temsilciliklerinin önemli bir kısmını tahliye etmesi de bu çıkarımı doğruluyordu.
Dolayısıyla İran'ın 13 Nisan'ı 14 Nisan'a bağlayan gece yüzlerce kamikaze dron ve onlarca balistik ve seyir füzesinden oluşan geniş kapsamlı bir saldırıyı doğrudan İsrail topraklarına yöneltmesi birçokları için sürpriz oldu. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün'ün de içinde yer aldığı ülkeler, İsrail'in savunmasına yardımcı oldular. Yavaş hızla hareket eden seyir füzelerinin ve kamikaze dronların hepsinin daha İsrail'e varmadan Irak ve Ürdün üzerinde ittifak hava kuvvetlerince düşürüldüğü yetkililer tarafından açıklandı. Yine İran tarafından gönderilen balistik füzelerin de yalnızca 10 kadarının İsrail hava savunma sistemlerini aşabildiği ve bunlardan bazılarının askeri üslere ve havalimanlarına cüzi hasar verdiği açıklandı. İsrail'in söyleminde, saldırıda “Dürzi bir kız çocuğunun” yaralandığı vurgulandı. ABD yönetimi olayın hemen ardından saldırı araçlarının yüzde 99 oranında engellendiğini bildirirken bizzat ABD Başkanı Joe Biden, Netanyahu'yu arayarak “kazandığı zaferden ötürü” tebrik etti.
İsrail'in dokunulmazlık söylemine büyük darbe
Şüphesiz İran'ın 13 Nisan saldırısının sembolik önemi yol açtığı hasardan çok daha önemli. 45 yıllık husumet döneminde Körfez'deki “it dalaşlarına”, üçüncü ülkelerdeki bombalı saldırılara, Irak'taki bilek güreşine, İran içindeki sabotaj ve suikastlara ya da vekil müttefik güçler aracılığıyla İsrail'e saldırılara rağmen ne İran'ın ne de ABD-İsrail cephesinin doğrudan birbirlerinin topraklarını hedef aldıklarına dair açık kaynaklarda bir bilgi bulunmuyor. Bu nedenden ötürü aşırı ihtiyatlı tavrı nedeniyle gerek ülke içindeki ideolojik gruplardan gerekse de en yakın vekil güçlerinden dahi eleştiriler alan Tahran'ın nasıl olup da uzun soluklu siyaset tarzını bir kenara bıraktığının ve bölgedeki 40 yıllık kazanımlarını topyekun bir savaş ihtimaliyle riske attığının üzerinde durulması gerekiyor. Gazze'de rehineleri kurtarma ve Hamas'ı bitirme gibi ilan edilen hedeflerine ulaşamayan, uyguladığı soykırım nedeniyle geleneksel destekçilerinden bile tepki gören Netanyahu liderliğindeki radikal dinci kesimler ise savaşı yayma ve yanlarına aldıkları ABD desteğiyle İran ve vekil güçlerinden kesin bir şekilde kurtulma niyeti içinde olduklarını ifade ettiler. Anlaşılan o ki İran eşdeğer bir saldırının İsrail ve sorgusuz destekçisi ABD karşısında caydırıcı olmayacağını düşündü ve sabrının gerçekten taştığını, bir adım sonrasının kapsamlı bir savaş olduğunu kesin bir biçimde vurgulamak istedi. Nitekim İranlı yetkililer hedeflerinin İsrail'e büyük bir darbe vurmaktan ziyade siyasi mesaj vermek olduğunun ancak İsrail'in İran içinde ya da dışında kendilerini hedef alması durumunda çok daha geniş ölçekli ve sert bir saldırıda bulunulacaklarının altını çizdiler.
Bu yazının yazıldığı esnada İsrail'in İran'ın oyun değiştirici hamlesine nasıl cevap vereceği belirsizliğini koruyordu ancak İran ve Pakistan arasında yaşanan karşılıklı füze düellosuna benzer bir şekilde olayın iki tarafı da memnun edecek şekilde kapanması düşük ihtimal. İsrail cevap vermemesi durumunda sembolik önemi çok yüksek bu olayın on yıllardır inşa ettiği dokunulmazlık söylemine ve imajına ciddi bir darbe vuracağını biliyor. Öte yandan benzer bir misillemenin kapsamlı bir savaşa yol açmasına kesin gözüyle bakılıyor. Nitekim Hizbullah'ın 17 Nisan'da ilk kez kullandığı bir kamikaze dron olan Ebabil-2 ile bazıları ağır olmak üzere 18 İsrailliyi yaralaması karşı cephenin tam ölçekli bir karşılaşmaya hazır olduğunun mesajı olarak okunmalı.
İsrailli diplomatların ve stratejistlerin tıpkı İranlı mevkidaşlarının yaptığı gibi isteyen kesimlerin küçümseyerek yok sayabileceği, muhataplarının ise öneminin farkına varabilecekleri ve yeniden caydırıcılık inşa edecek bir yöntem bulmaları gerekiyor. Her halükarda iki cephe arasındaki gerilimin doğrudan karşılaşma halini aldığı bir döneme girilmiş durumda. Bu durum tüm bölgeyi olduğu gibi Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın ilgiyi yeniden Filistin'e çekmeye yönelik açıklamaları bu bağlamda değerlendirmelidir. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gerçekleştirdiği Irak ziyaretinin ana temas maddelerinden birisi de bölgesel çatışma ihtimali ve bunun muhtemel yansımalarıydı. ABD-İran geriliminden bunalan Irak ile girişilecek kapsamlı bir işbirliği, bütün bölgeye çatışma ve gerilimlerin dışında pozitif ve kazan kazan ilkesine dayalı bir gündemin de mümkün olduğu mesajını verecektir.
[Dr. Hakkı Uygur, Milli İstihbarat Akademisi Öğretim Üyesi'dir.] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-iran-in-israil-saldirisi-sonun-baslangici-mi/3199695 | 4,192 | 8,370 |
GÖRÜŞ - İran'ın Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği ne anlama geliyor?
ŞİÖ'de belirleyici güç olan Çin ve Rusya'nın son yıllarda İran ile ilişkilerindeki rezervlerini kaldırdığı ve giderek daha kapsamlı ilişkiler tesis ettiği görülüyor.
İstanbul
Dr. Hakkı Uygur, 4 Temmuz'da İran'ın Şanghay İşbirliği Örgütüne resmen katılmasını, bu üyeliğin ne ifade ettiğini ve motivasyonunu AA Analiz için kaleme aldı.
***
Çin, Rusya ve Hindistan'ın yanı sıra Pakistan ile Türkmenistan dışındaki Orta Asya ülkelerinin üye olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), 4 Temmuz Salı günü çevrim içi düzenlediği zirveyle İran'ın örgüte üyeliğinin kesin olarak onaylandığını duyurdu. Aslında İran'ın üyeliği, 15 yıllık gözlemci üyeliğin ardından 16 ve 17 Eylül 2021'de Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de düzenlenen ŞİÖ 21. Zirvesi'nde açıklanmış ancak diğer ülkelerin üyeliklerinde de görüldüğü üzere bazı teknik prosedürlerin yerine getirilmesi beklenmişti.
Tahran açısından üyeliğin anlamı
İran, her ne kadar 1979 yılındaki devrimden beri başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerle ciddi sorunlar yaşasa da hiçbir zaman ilişkilerin tamamen kopmasını istemedi. Fırsat buldukça bu ilişkileri onarmaya çalıştı. Bununla birlikte, Salman Rüşdi fetvası, Mikonos saldırısı, 11 Eylül saldırıları ve İran'ın nükleer faaliyetleri gibi sorunlar nedeniyle siyasi ilişkiler hiçbir zaman ideal seviyeye ulaşmadı. Yine de Tahran, yakın zamana kadar özellikle ekonomik alanda Avrupa ile ilişkilerini daima sıcak tuttu. Çok sayıda Alman ve Fransız şirketi ülkede önemli işlere imza attı.
Mart 2022'de başlayan ve bir yılı aşkın süredir devam eden Ukrayna-Rusya savaşı ile ete kemiğe bürünen ve gerilim aşamasından çatışma aşamasına evrilen küresel "Doğu-Batı" karşıtlığının ulaştığı nokta, uluslararası ilişkilerde en azından Soğuk Savaş'ın bitişi ya da 11 Eylül saldırıları kadar bir dönüm noktası olmaya namzet. Batı Asya'nın önemli bir oyuncusu olan ve 1979'dan beri iddialı bir bölgesel strateji izleyen İran da küresel seviyedeki bu çalkantıdan payını fazlasıyla alıyor. İran uzunca bir süredir yavaş ancak istikrarlı adımlarla Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştiriyor. Bu yaklaşımı mevcut İbrahim Reisi hükümeti döneminde "Doğu'ya bakış" söylemiyle formüle eden Tahran, mezkur gelişmeleri dikkatle okumaya ve ulusal çıkarlarını temin ve genişletme açısından en doğru adımları atmaya çalışıyor.
Geçmiş dönemde gerek Moskova gerekse de Pekin'den beklentilerine istediği ölçüde karşılık göremeyen Tahran'ın son dönemde 2 başkentle ilişkilerini ileri aşamalara taşıdığı görülüyor. İran ve Çin arasındaki 25 yıllık stratejik anlaşma, Çin aracılığıyla sağlanan Suudi normalleşmesi ve içinde İsrail faktörünün de yer aldığı çeşitli etkenler nedeniyle hiçbir zaman fazla gelişmeyen Rusya ile ilişkilerin Ukrayna-Rusya savaşı sonrası hızla derinleşmesi bu durumun somut göstergeleri. Özetle ŞİÖ'de belirleyici güç olan Çin ve Rusya'nın son yıllarda İran ile ilişkilerindeki rezervlerini kaldırdığı ve giderek daha kapsamlı ilişkiler tesis ettiği görülüyor. Nitekim geçmişte İran'ın üyeliğini veto eden Tacikistan'ın bu pozisyonunu değiştirmesi ve ABD'nin yoğun ekonomik ve finansal yaptırımlarının İran'ın ŞİÖ üyeliğini artık engellememesi, Çin-Rusya ikilisinin ABD ile ilişkilerinin gerginleşmesiyle eş zamanlı gerçekleşti.
Motivasyon siyasi mi ekonomik mi?
İran'ın Batı ile olan sorunlu ilişkileri, ŞİÖ'nün Batı'nın küresel egemenliğine alternatif bir teşkilat olarak nitelendirilmesiyle birlikte ele alındığında, ideolojik olarak ABD karşıtlığıyla öne çıkan bir ülkenin üyeliği tartışmaları alevlendirecektir. Nitekim İran Milli Güvenlik Kuruluna bağlı haber sitesi, bu adımın İran için stratejik bir kazanım olduğunu vurguladı. İran, Çin ve Rusya 3'lüsünün NATO karşısında en önemli direniş blokunu oluşturduğunu öne sürdü. İran'da yayımlanan analizlerde genellikle üyeliğin siyasi ve askeri önemine atıfta bulunuluyor. Yine bu analizlerde, teşkilata üye olan Hindistan veya Orta Asya ülkelerinin yerine Çin-Rusya eksenine vurguda bulunuluyor.
Geçmişte İran'ın üyeliğine farklı gerekçelerle sıcak bakmayan söz konusu 2 ülkenin yeşil ışık yakmasının birçok motivasyonu var. Ukrayna'daki savaşın bitmek bir yana giderek daha sofistike ve hatta yasaklanmış silahların kullanım alanına dönüşmesi, farklı nükleer senaryoların giderek daha fazla dillendirilmesi, İran'ın Rusya'ya kamikaze insansız hava araçları (İHA) temin ederek askeri çatışmada taraf olduğu yönündeki Ukrayna'dan gelen suçlamalar, Tahran'ın üyeliğinin ya da son yıllarda Pekin ve Moskova ile geliştirmeye çalıştığı ilişkilerin ekonomik, lojistik ya da enerji konularından ziyade siyasi ve askeri boyutuyla öne çıktığını gösteriyor. Tacikistan'ın ardından Çin ve Sırbistan'ın da İran'dan çok sayıda kamikaze silahlı insansız hava araçları (SİHA) siparişi verdiği yönündeki iddialar, Tataristan'da kurulan Rusya-İran ortak SİHA tesisleri, bu işbirliğinin boyutlarının genişleyebileceğini gösteriyor. ABD liderliğindeki kolektif Batı ile Çin'in öne çıktığı Doğu Bloku arasındaki gerilimin artmasıyla birlikte 3 ülke arasındaki askeri işbirliği yalnızca SİHA'larla sınırlı kalmayacak, bu ülkelerin birbirlerine sağladıkları sistemler de çeşitlenecek ve artış gösterecektir.
İran'ın beklentileri
Ekonomik açıdan bakıldığında ise Batı'nın yaptırımlarından bunalan İran, ŞİÖ'den büyük çıkarlar elde etmeyi umuyor. En azından ülke basınında böyle bir beklenti dile getiriliyor. Ancak gerçekçi olmak gerekirse, ŞİÖ'nün öncelikli hedefinin, ticaret ve ekonomi ağırlıklı bölgesel bir topluluk olmaktan ziyade, üye ülkelerin ulusal güvenliklerine ve toprak bütünlüklerine yönelik ayrılıkçı ve radikal hareketlerden kaynaklanan ortak tehditleri etkisiz hale getirmek olduğu görülüyor. Örgütün uluslararası düzlemde itibar ve ilgi görmesinin asıl nedeni, Çin ve Hindistan gibi yükselen güçleri barındırmasıdır. Öyle ki içinde siyasi hatta askeri olarak birbirleriyle çatışan ülkelerin bulunması bile örgütün cazip bir alternatif diyalog platformu olma özelliğinden bir şey kaybettirmiyor.
Üyeliğin İran ekonomisi üzerinde ciddi etkisinin olacağı beklentisi, en azından yakın zamanda çok gerçekçi görünmüyor. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin son toplantıda dile getirdikleri gibi üye ülkeler arasında dolar dışı ticaret de kısa vadede gerçekleştirilebilecek bir hedef değildir. Zira yıllardır gündemde olmasına rağmen bu konuda şimdiye dek atılan adımlar oldukça sınırlı kalmıştır. Üstelik üye ülkeler arasında bir "serbest ticaret bölgesi" bulunmadığından ekonomik beklentilerin hemen gerçekleşmesini beklemek doğru olmayacaktır.
Özetle, Batılı ülkelerin İran'ın ŞİÖ üyeliğinden hoşlanmadıkları aşikar. İran, Hasan Ruhani ya da Muhammed Hatemi hükümetlerinin nispeten dengeli politikalarından vazgeçerek tamamen Doğu Blokunun Batı Asya'daki askeri-siyasi uzantısına dönüştü. Bu şekilde içinde bulunduğu uluslararası izolasyonu kırarak genç ama dinamik bir ittifakın önde gelen müttefiklerinden birine dönüşmesi yalnızca İsrail ve Avrupa'yı değil, ABD'yi de rahatsız ediyor. Nitekim nükleer müzakerelerdeki ciddi ilerlemelere rağmen muhtemel anlaşmanın temel tıkanma nedenlerinden birini, İran'ın Ukrayna'dan Suriye ve Irak'a, oradan Basra Körfezi'ndeki tanker alıkoymalarına kadar uzanan ve Pekin-Moskova hattının stratejik tercihleriyle paralelliği fark edilen bu askeri tutumunun oluşturduğu ileri sürülüyor.
[Dr. Hakkı Uygur, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkanı'dır.] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-iranin-sanghay-isbirligi-orgutu-uyeligi-ne-anlama-geliyor/2945711 | 3,781 | 7,433 |
GÖRÜŞ - İsrail-Filistin çatışmasının ekonomik etkileri
Savaşın ilk ayında Gazze ve Batı Şeria'da 400 bin kişi fakirlik sınırının altına düşerken çatışmalarına ikinci ve üçüncü aylara devam etmesi durumunda 660 bin kişi daha bu kaderi paylaşacak
İstanbul
Dr. Altay Atlı, İsrail'in Gazze'ye saldırılarının petrol fiyatlarına, ekonomik koridorlara ve Filistin ekonomisine etkilerini AA Analiz için kaleme aldı.
***
İsrail-Filistin çatışması ikinci ayında tüm şiddetiyle devam ederken ve Gazze'de yaşanan insanlık trajedisinde dünyanın gözleri önünde her gün yeni bir acı sayfa açılırken konu bir taraftan ekonomik boyutlarıyla da tartışılıyor. Kovid-19 salgını, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Çin arasındaki ticaret savaşları, Rusya-Ukrayna savaşı derken küresel ekonomi şimdi de İsrail-Filistin çatışması nedeniyle baskı altına girdi. Orta Doğu'da yaşanan her krizde olduğu gibi akıllara gelen ilk soru da doğal olarak "Petrol fiyatları ne olacak?" oldu.
Çatışmanın ilk günlerinden itibaren petrol fiyatlarının gidişatı ile ilgili farklı senaryolar üzerinden farklı tahminler yürütüldü. Uluslararası kuruluşlar ve haber ajansları tarafından hazırlanan öngörülere göre çatışma sadece İsrail ve Filistin ile kısıtlı kalırsa petrol fiyatları üzerindeki etkisi kısıtlı olacak; ancak büyüyüp İran gibi petrol üreticisi ülkeleri de kapsayan bölgesel bir savaş haline gelirse varil fiyatı mevcut 80 dolar civarındaki seviyelerinden 150 dolarlara kadar çıkabilecekti. Bu da halihazırda enflasyonist bir dönemden geçen, kırılgan durumda olan küresel ekonomiye ciddi bir darbe vuracaktı.
Bugün bu senaryolardan hiçbirini eleyebilecek durumda değiliz. İsrail-Filistin çatışmasının seyri ile ilgili birçok belirsizlik halen devam ediyor. Her ne kadar İran gibi bölge ülkelerinin de doğrudan yer alacakları büyük bir Orta Doğu savaşı ihtimali giderek zayıflasa da Gazze'nin akıbeti hala meçhul. Bu saatten sonra Gazze'de bir çözüm olmadan Orta Doğu'da gerçek bir barış olamayacağı da ortada. Bu şartlar altında petrol fiyatları üzerindeki baskının devam etmesi öngörülebilir. Ancak bunun en azından mevcut koşullarda kontrol edilebilir bir baskı olacağını da söylemek mümkün.
Petrol fiyatlarındaki istikrarlı seyir
Çatışmaların başladığı 7 Ekim günü 84,58 dolar seviyesinde olan Brent ham petrol varil fiyatı, bu yazının kaleme alındığı 14 Kasım gününü 82,73 dolar seviyesinden açtı. Aradaki 37 günlük süre içerisinde fiyatlar en yüksek 20 Ekim'de 93,79 dolar seviyesini, en düşük ise 8 Kasım'da 79,20 dolar seviyesini gördü. Başka bir deyişle, her ne kadar bir dalgalanma söz konusu ise de petrol fiyatları istikrarını koruyor. Bundan sonra da, arz ve talep tarafında yaşanabilecek diğer gelişmelerden bağımsız tutularak çatışmanın petrol fiyatlarına etkisinin bu çizgide devam edeceği öngörülebilir.
1973'teki Yom Kippur savaşından sonra Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) üyesi Arap ülkelerinin savaşta İsrail'e destek veren Batı ülkelerine karşı getirdiği ambargo sonucunda küresel piyasalarda petrol fiyatları 4 katına çıkmıştı. "Yine benzer bir durum yaşanır mı?" sorusu çok soruldu, soruluyor. Ancak bugün durum oldukça farklı. 1973'ten 50 yıl sonra OPEC üyesi ülkeler kendi aralarındaki görüş ayrılıkları nedeniyle o günkü gibi ortak ve net bir tutum içerisinde değiller. Ayrıca, dünyanın geri kalanı da Orta Doğu petrolüne 50 yıl öncesine nazaran çok daha az muhtaç durumda.
Tüketici ülkeler bir taraftan kullandıkları enerji türlerini daha geniş bir yelpaze içerisinde ele alıyor. Bu ülkeler özellikle son dönemlerde sıfır karbon hedefleri doğrultusunda yenilenebilir enerjiye de giderek ağırlık veriyorlar. Diğer taraftan küresel aktörler Kovid-19 salgını ve Rusya-Ukrayna savaşıyla da enerji alanında kendi kendine yeterliliğin ve çeşitlendirmenin sadece kullanılan enerji türleriyle alakalı olmadığını, aynı zamanda alım yapılan ülkelerin de ne kadar hayati bir önem taşıdığını öğrendiler. Dolayısıyla artık tüm dünya petrol fiyatlarındaki dalgalanmalara karşı daha dirençli bir konuma gelmiş durumda.
Petrol fiyatlarında İsrail-Filistin çatışması nedeniyle 120-150 dolarlara doğru bir hareket, en azından şimdilik, yüksek bir ihtimal olarak görülmese de enerji diğer tüm sektörlerde temel bir girdi olarak kullanıldığı için bu alandaki her gelişmenin küresel ekonomi üzerinde dolaylı etkilerinin olacağını da hesaba katmak gerekiyor. Bu sektörlerin başında da küresel enflasyon ortamının baş aktörü olan ve özellikle Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle de ağır bir darbe almış olan gıda sektörü geliyor. Artan petrol fiyatları dünya genelinde gıda fiyatlarını daha da yukarı çekebilir. Bunun sonucu da küresel ölçekte açlık sorunun artması olacaktır.
Bloke olan ulaştırma koridorları
Yaşanan çatışmanın bölge ekonomilerine ve küresel ekonomiye etkisinin diğer önemli bir boyutu da ulaştırma koridorlarıyla ilgilidir. Hatırlanacağı üzere çatışmaların başlamasından sadece birkaç hafta önce G-20 Zirvesi'nde Hindistan'dan başlayarak denizi geçen ve Arap Yarımadası'nı kat ederek İsrail'e ulaştıktan sonra buradan da Akdeniz üzerinden Avrupa pazarlarına açılacak olan bir ulaştırma koridoru projesi fikri masaya yatırılmıştı. Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi'ne rakip olarak ileri sürülen bu proje yaşanan çatışmalarla birlikte rafa kaldırıldı. Aynı şekilde Çin'in İsrail'in Kızıldeniz ve Akdeniz limanlarını demir yolu hattı ile bağlayarak Süveyş Kanalı'na alternatif oluşturma düşüncesinin de artık pek bir geçerliliği olmayacağını söylemek mümkün. Asya'yı Avrupa'ya bağlayan ulaştırma koridorlarının mevcut durumda en sağlıklı ve en verimli şekilde nereden geçirilebileceği sorusu bir yana, İsrail'deki durumun eklenmesiyle birlikte Doğu Akdeniz'de Mersin'den Mısır'daki Port Said'e kadar olan şeritte güvenli bir şekilde kullanılabilecek hiçbir liman kalmadı. Bu da Türkiye dahil bölge ekonomileri için çok büyük bir handikap yaratıyor.
Çatışmanın Filistin ekonomisine etkileri
İsrail-Filistin çatışmasının seyri ile ilgili hala birçok belirsizlik var. Düşük bir ihtimal olsa da savaşın büyümesi, diğer bölge ülkelerini de içine alması tabii ki ekonomik etkilerini de derinleştirecektir. Ne yazık ki bu ihtimali yok saymak da mümkün değil. Bununla birlikte ekonomiden bahsedilecek olursa, tüm dünyanın sorması gereken esas soru da petrolün varilinin kaç dolar olacağı değil, savaştan etkilenen insanlara silahlar sustuktan, bombalar kesildikten sonra hayatlarını yeniden inşa edebilmeleri için nasıl ekonomik imkanlar sağlanabileceği şeklinde olmalıdır. Birleşmiş Milletlerin (BM) geçtiğimiz günlerde yayımladığı bir rapora göre savaşın ilk ayında Gazze ve Batı Şeria'da 400 bin kişi fakirlik sınırının altına düşerken çatışmaların ikinci ve üçüncü aylarda devam etmesi durumunda 660 bin kişi daha bu kaderi paylaşacak. İşsizlik oranı çatışmadan önce Gazze'de yüzde 46, Batı Şeria'da yüzde 13'tü; savaşla birlikte Gazze'deki mevcut istihdamın yüzde 61'i, Batı Şeria'daki istihdamın ise yüzde 24'ü yok oldu.
Raporun lansmanında konuşan BM Kalkınma Programı (UNDP) Genel Sekreter Yardımcısı Abdallah Al Dardari'nin verdiği karşılaştırmalı bilgiler dikkat çekicidir. 3 aylık savaş Filistin gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYH) yüzde 12'sini silip götürecek. Suriye'de savaşın en şiddetli olduğu dönemde bile aylık maliyeti GSYH'nin yüzde 1'i olmuş, Ukrayna'da ise savaşın GSYH üzerindeki etkisi aylık ortalama yüzde 1,6 olarak gerçekleşmişti. İstatistikler soğuk görünebilir, ama bu rakamların ardında ne yazık ki aç, evlerini kaybetmiş, en temel ihtiyaçlarına bile erişemeyen insanlar var.
Savaş ne yazık ki devam ediyor ve yaşanan insan kayıplarını da hiçbir ekonomik birim ile ölçmek mümkün değil. Ekonomiyi bir gün, masum insanların ölmediği, kuvözlerdeki bebeklerin hastaneye elektrik verilmediği için yaşam şanslarının ellerinden alınmadığı, daha adil zamanlarda konuşabilmek dileğiyle.
[Dr. Altay Atlı, Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ve İşletme Enstitüsü'nde öğretim görevlisidir.] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-israil-filistin-catismasinin-ekonomik-etkileri/3056301 | 3,870 | 7,905 |
GÖRÜŞ - Netanyahu hükümetinin tartışmalı yargı düzenlemesi ve protestolar
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, hem yasadışı yerleşimcileri hem de protestoları ele alarak “sorumsuzca”, “mide bulandırıcı”, “iğrenç” ifadeleriyle son olayların İsrail hükümetini ne derece yalnızlaştırdığını göz önüne serdi.
İstanbul
Selim Han Yeniacun, Netanyahu hükümetinin sözde yargı reformlarına karşı gerçekleştirilen protestoları ve tartışmalı düzenlemenin uluslararası toplumda nasıl karşılandığını AA Analiz için kaleme aldı.
***
Sağ ve sol bloktan siyasi partileri kapsayan ve bir Arap partisinin de dahil olduğu ulusal birlik kabinesinin son seçimleri kaybetmesiyle başlayan süreç İsrail sokaklarında tansiyonun her geçen gün yükselmesine sebep oluyor.
Seçimlerin sonucunda yolsuzluk, rüşvet, zimmetine resmi hediye geçirme suçlamalarıyla yargılanan Binyamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı popülist hükümet iş başına geldi. İsrail siyasi tarihinde ilk defa Yahudi Gücü Partisi yanında iki aşırı ırkçı parti de İsrail parlamentosuna hükümet çatısı altında girdi.
Tartışmalı yargı düzenlemesinin hedefleri
Yeni hükümetin planları arasında yer alan sözde yargı reformu ise son bir aydır İsrail sokaklarında hareketliliğe sebep olan gösterilerin fitilini ateşledi.
Tasarı kapsamında siyasilere yüksek mahkeme atamaları üzerinde tam kontrol sağlanırken parlamentonun yargı kararlarını geçersiz kılmaya yönelik de izin verilecek. Böylesi bir "yargı reformu"nun gündeme gelmesi hem İsrail kamuoyunda hem Yahudi diasporası üzerinde hem de uluslararası kamuoyunda büyük tepkilere sebep oldu. Dahası, aşırı sağ ağırlıklı hükümetin bu sözde reform yasasının geçmesi halinde Yahudi Ulus Devlet Yasasına dayanarak Arap nüfusun siyasal ve toplumsal haklarını kısıtlayacağı ve dahi kendilerine yönelik siyasi yasakları kaldıracağı da İsrailli yayın organlarında sık sık gündeme geliyor.
Sözde yargı reformu, başta Netanyahu'nun karşı karşıya kaldığı rüşvet ve yolsuzluk davasının aleyhine sonuçlanması durumunda siyasi yasaklı hale gelmesinin ve benzer yasakların meclis tarafından engellenmesine imkan tanıyor. Bu yeni düzenlemeyle İsrail Yüksek Mahkemesi'nin üye sayısı 9'dan 11'e çıkartılırken, mahkemenin 7 üyesi meclis tarafından seçilebilecek. Buna ek, yeni yargı reformuyla aşırı ırkçı partilerin destek ve teşvikleriyle uluslararası hukuka ve İsrail temel yasalarına aykırı şekilde işgallerin genişletilmesine çalışılacaktır. Büyük ihtimalle yeni yargı reformu paketiyle İsrail Yüksek Mahkemesi'nde yer alacak yargıçlar, hükümet istikrarının kırılgan olduğu İsrail siyasetinde seçim ve koalisyon pazarlıklarının yeni ayağını teşkil edecek.
Sivil itaatsizlik protestoları
İsrail sözde yargı reformu tasarısının Likudlu Adalet Bakanı Yariv Levin tarafından gündeme getirildiği ve ardından Knesset'te komisyon görüşmelerinin başladığı esnada başta Tel Aviv olmak üzere pek çok şehirde protestolar hız kazandı. Protestocular, Batı Kudüs'te Netanyahu'nun evinin önünde, Hayfa limanında ve Tel Aviv'de büyük otoyollar ve meydanlarda yüz binlerce kişilik gösteriler gerçekleştirdi. İsrail polisi göstericilere tazyikli su ve gaz bombalarıyla sert bir şekilde müdahale etti. Protestolar, İsrail'in bugüne kadar görmüş olduğu en büyük iç kriz olarak adlandırılabilir. Binyamin Netanyahu'nun eşi Sara Netanyahu'nun saatlerce protestocuların çevrelediği bir kuaförün içinde mahsur kalmasından Ben Gurion Havaalanı'na giden yolların göstericiler tarafından bloke edilmesi neticesinde Binyamin Netanyahu'nun zar zor havaalanına ulaşmasına kadar pek çok alışılmadık olay İsrail sokaklarında artan tansiyonu gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz hafta, "Sivil itaatsizlik günü" adı verilen gösteriler bugüne kadar İsrail sokaklarının gördüğü en büyük protestolar olarak değerlendirilirken, her gün aynı sayıda olmamakla beraber, zaman zaman 200 bine yaklaşan sayıda göstericilerin ülke genelinde farklı noktalarda toplandıkları da kayda geçti.
İsrail'de yaşanan bu protestoların sol muhalefetin tekelinden çıkarak toplumun pek çok kesimine yayıldığını söylemek yanlış olmaz. Politik anlamda İsrail siyasetinin merkezinde yer alan ve hatta sağ blok içerisinde oy kullanan pek çok İsrailli, gösterilere olan desteğini ve Knesset gündemindeki sözde yargı reformuna karşı tavırlarını ortaya koydu. İsrail ordusundan emekli komutanların ve yedek orduya dahil askerlerin dahi bu reforma karşı bildirileri, her geçen gün İsrail ulusal ve uluslararası basının gündemini meşgul ediyor.
Hükümet ve muhalefet cephesinde neler oluyor?
Hükümet cephesinde protestolara karşı tam bir kayıtsızlık gözlenirken İsrail güvenlik güçlerine protestoculara karşı sert güç kullanımı talimatı veriliyor. Bu durum hem İsrail toplumunda tepkilerin her geçen gün alevlenmesine hem de uluslararası kamuoyunun İsrail'e karşı tutumunu sertleştirmesine sebep veriyor. Mevcut İsrail hükümetinin aşırı sağ ortaklarından biri olan Itamar Ben-Gvir'in Tel Aviv polis merkezine gelerek göstericiler için anarşistlere geçit vermeyeceğini söylemesi; bir diğer aşırı sağcı ortak olan Bezalel Smotrich'inse gündemine gösteriler yerine Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimleri koyması ve Filistinlilere uygulanan şiddet içerikli müdahaleleri ve ölümlerle sonuçlanan saldırıları meşru göstermeye çalışması kamuoyunda büyük tepkilere yol açtı. Dindar partilerin ve Likud'un bu sözde yargı reformunu normal bir Knesset prosedürü gibi ele alması ve diğer yasalar seviyesinde “normalleştirmeye” çalışması ise İsrail muhalefetinin tekrar aktif bir şekilde çalışmasına yol açtı. İsrail muhalefeti seçimlerden sonra kaybettiği motivasyonu sokakta bularak kampanya döneminden daha fazla İsrailliye temas etmek adına bu fırsatı değerlendiriyor.
İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ise sözde yargı reformunun gündeme geldiği ilk günden itibaren hem hükümet hem de muhalefet kanadını teskin edici açıklamalar yaparak taraflarla bir orta yolu bulma adına görüşme yapmaya çalışıyor. Buna rağmen ne hükümeti yargı reformu konusundaki ısrarından vazgeçirebilmiş ne de İsrail sokaklarında göstericilerle yan yana protestolara dahil olan muhalefet partileri ve liderlerini teskin edebilmiş durumda. Bir önceki başbakan ve yargı reformu karşıtı Naftali Bennett ise iki tarafın ortak noktada uzlaşması konusunda olumlu tavır alacaklarını belirterek olayların bu şekilde devam etmesi halinde yaralanmaların artacağı ve polis şiddetinin ölümlere sebep olacağını vurguluyor.
Altını çizmekte fayda gördüğüm bir diğer husus ise, sözde yargı reformuna karşı uluslararası kamuoyu tepkisinin başını çeken aktörlerinden Amerika Birleşik Devletleri'nin tavrıdır. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, hükümet ortaklarından Smotrich özelinde yaptığı değerlendirmesinde, hem yasadışı yerleşimcileri hem de protestoları ele alarak “sorumsuzca”, “mide bulandırıcı”, “iğrenç” ifadeleriyle son olayların İsrail hükümetini ne derece yalnızlaştıracağını göz önüne serdi. Ayrıca ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçtiğimiz hafta gerçekleşen Tel Aviv ziyareti sırasında “bağımsız yargının” önemine vurgu yapan bir konuşmaya imza atarak en son Donald Trump'un başkanlığı sırasında İsrail'i ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Mark Pompeo'nun İsrail'deki Çin yatırımlarını eleştiren sert konuşmasını akıllara getirdi. Price'ın demeci, diaspora Yahudiliğinin ve ABD'nin, Trump döneminde de iktidarda olan Binyamin Netanyahu ve hükümetine karşı tavrını değiştirmediğinin en büyük emarelerinden biri olarak görülebilir.
[Selim Han Yeniacun, Şanghay Üniversitesi Küresel Çalışmalar bölümünde doktora çalışmalarına devam etmektedir.]
* Makalelerdeki fikirler, yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-netanyahu-hukumetinin-tartismali-yargi-duzenlemesi-ve-protestolar/2845997 | 3,656 | 7,618 |
GÖRÜŞ - Peşmerge Kerkük'e geri mi dönüyor?
Irak anayasasına göre Peşmerge, sadece Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin sınırlarında, iç güvenlik operasyonları yürütebilir ve merkezi yönetime bağlı olan Kerkük onların yetki alanında bulunmuyor.
İstanbul
Can Hasasu, geçen haftalarda gündeme gelen KDP'nin Kerkük'e geri dönmesi konusuna dair merak edilenleri AA Analiz için kaleme aldı.
***
Irak'ın petrol zengini Kerkük kenti geçtiğimiz haftalarda uzun bir süre gündemdeydi. Her şey Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani'nin, kurduğu hükümete güven oyu vermeleri karşılığında, Mesut Barzani'nin partisi Kürdistan Demokrat Partisi'ne (KDP) Kerkük'e geri dönme sözü vermesi ile başladı. Özellikle de Şorava bölgesinde bulunan ve Kerkük Ortak Operasyon Merkezi olarak kullanılan binanın KDP'ye iade edilmesi konusu gerilimin yükselmesine neden oldu. Binanın verilmesine karşı çıkan Arap ve Türkmenler protesto çadırları kurdu. KDP destekçisi gruplar sokak gösterileri düzenledi. Tırmanan şiddet olaylarına güvenlik güçlerinin müdahale etmesi sonucu çıkan çatışmalarda dört Kürt gösterici yaşamını yitirirken, kentte sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Irak mahkemeleri, sükunetin sağlanması ve itirazların incelenmesi gerekçesi ile KDP'nin eski genel merkez binasına dönme sürecinin askıya alındığını açıkladı. Irak'ta yerel seçimlerin de yaklaşması nedeniyle hem ülkede hem de dünyada büyük yankı ve tedirginlik uyandıran Kerkük'teki olaylar hakkında en çok merek edilen 4 sorunun yanıtını sizler için araştırdık.
Peşmerge Kerkük'e geri mi dönüyor?
Bu soruya kısaca "Hayır." diyebiliriz. Irak'ta yasal olarak faaliyet gösteren partilerden biri olan KDP, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) de en büyük siyasi grubunu oluşturuyor. Mesut Barzani liderliğindeki KDP, ülkenin diğer kentlerinde olduğu gibi Kerkük'te de faaliyet gösterme hakkına zaten sahip. Kerkük, IKBY'nin federal yönetim sınırları içerisinde olmasa da 9 Nisan 2003'te Saddam Hüseyin yönetiminin devrilmesi ile Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) desteğini arkasına alan Kürt partiler kentte hakimiyet kurdu. IKBY'ye bağlı Peşmerge güçleri, 2014'te terör örgütü DEAŞ'ın ortaya çıkmasından sonra Irak ordusunun Kerkük'te boşalttığı üslere konuşlanmaya başlamış ve 3 yıl boyunca kentte denetimi fiilen ele almıştı.
Dönemin IKBY Başkanı olan Mesut Barzani'nin girişimleri ile 25 Eylül 2017'de düzenlenen sözde "bağımsızlık referandumu" merkezi Irak yönetiminin tepkisine yol açtı. Bu ilhak girişiminin ardından, merkezi hükümete bağlı güçler 16 Ekim 2017'de Kerkük'e girerek kentteki Peşmerge varlığına son verdi. Yani zaten DEAŞ'ın oluşturduğu defakto durumdan faydalanarak, Irak anayasasına aykırı bir şekilde, Kerkük il sınırları içine konuşlanan KDP ve KYB Peşmergeleri; Erbil ve Süleymaniye'ye geri çekilmek zorunda kaldı. Irak anayasasına göre Peşmerge, sadece IKBY sınırlarında, iç güvenlik operasyonları yürütebilir ve merkezi yönetime bağlı olan Kerkük onların yetki alanında bulunmuyor.
KDP binası neden bu kadar büyük bir tartışmaya yol açtı?
KDP ve es-Sudani arasında varılan mutabakatta Kerkük'te bulunan 33 siyasi parti binasının iadesi yer alıyor. Tartışmaların sebebi bu binalardan bir tanesi: Kerkük'ün kuzeyinde, Erbil yolu üzerindeki Şorava semtinde bulunan eski KDP Kerkük İl Binası. Irak ordusu 16 Ekim 2017'de Kerkük'ü geri aldığında, KDP binasını Kerkük Operasyonlar Komutanlığı karargahı yapmıştı.
KDP destekçileri kendi inşa ettikleri binanın geri kalan 32 bina gibi kendilerine iade edilmesi gerektiğini söylüyor. Karargahın önüne protesto çadırları kuran Arap aşiretler ve Türkmenler, binanın devlet arazisi üzerine, kaçak olarak inşa edildiği için zaten devlete ait olduğunu ve iadesinin söz konusu olamayacağının altını çiziyor.
Belgeler bina arazisinin bir kısmının Petrol Bakanlığına, geri kalanın da Maliye Bakanlığına ait olduğunu gösteriyor. Mahkeme kayıtları incelendiğinde, arazinin asıl sahibinin Sıddık Beg Aslan kızı Şefika Hanım adlı Kerküklü bir Türkmen kadın olduğu ortaya çıktı. Söz konusu binayı da içeren geniş bir arazinin, Baas Partisi'nin yönetime gelmesinin ardından, "tarım reformu" adı altında 1967 yılında zorla istimlak edildiği anlaşılıyor. Şefika Hanım'ın günümüzde yaşayan tek varisi ise Ahmet Mustafa Şevki adlı Kerkük Ticaret Odası'na kayıtlı Türkmen bir iş adamı. Avukatı Ahmet Hayrullah Ömer, Devlet Emlak Müdürlüğünün, arsa üzerindeki kaçak inşaatın başladığı 2012 tarihinde KDP'yi mahkemeye verdiğini ve bu davanın sürdüğünü belirtti. Şorava bölgesindeki diğer binaların da yasalara aykırı bir şekilde inşa edildiğini söyleyen Ahmet Hayrullah, bu davanın iade kararının iptali için önemli bir dayanak teşkil edebileceğini düşünüyor.
Türkmenler ve Araplar neye karşı çıkıyor?
Nisan 2003'te Saddam rejiminin son bulması ile kuzeyden Amerikan güçleri ile birlikte gelen Peşmerge güçleri Kerkük'e girdi. Baas Partisi döneminde baskılara ve işkencelere maruz kalan Kürt gruplar, Saddam sonrası Kerkük'te iyi bir sınav veremedi. Yıllarca Araplaştırma politikası ile kentin demografisini değiştiren Irak diktatörünün devrilmesi ile normale dönmeyi bekleyen Kerkük halkı bu sefer Kürt partilerin benzer uygulamalarıyla karşı karşıya kaldı. Bu dönemde Kerkük'te yaşayan Türkmen ve Araplara yönelik saldırı, kaçırma ve suikast eylemleri hızla arttı. Kentte yaşayan varlıklı Türkmen ve Arap aileler özellikle hedef alınıyordu. 16 Ekim 2017'de Kerkük'e Irak merkezi hükümet güçleri girdikten sonra bu olaylar bıçak gibi kesildi. Kerküklü Türkmen ve Araplar, KDP ve KYB'yi 2003 ile 2017 arasında kentte yaşanan şiddet olaylarının sorumlusu olarak görüyor. Bu iki gruba duyulan tepkinin temelinde de bu güvensizlik yatıyor.
Kerkük'te dengeleri belirleyen iç ve dış güçler kimler?
Peşmerge güçleri iki ana gruptan oluşuyor. Bunlar Barzani'ye bağlı KDP Peşmergeleri ve Celal Talabani'nin KYB'sine bağlı Peşmergeler. Bu gruplar aslında rakip ve uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Her ne kadar dışarıdan tek bir güç olarak görünseler de Kerkük hakimiyeti konusunda da rekabet halindeler. KDP, tarihi olarak Türkiye ile daha yakın ilişkilere sahip. KYB ise İran'a daha yakın ve terör örgütü PKK'yı Kerkük, Telafer ve Diyale gibi IKYB kontrolü dışındaki bölgelerde konuşlandırarak onları kendi amaçları doğrultusunda kullanma stratejisi izliyor.
Tüm bu tartışmaların odağındaki KDP binasının hemen 600 metre ilerisinde KYB Kerkük İl Binası yer alıyor. Orası da devlet arazisi üzerine inşa edildi ve kaçak. İran ile iyi ilişkileri olan KYB yönetimi, kentin kontrolü merkezi hükümete geçtikten kısa bir süre sonra binasına geri dönebilmişti. İran, Irak hükumeti ve Haşdi Şabi güçleri üzerinde büyük bir etkiye sahip. Kerkük kentinin merkezi hükümette kalması hususu Tahran için de önemli. Ancak Türkmen grupların güçlenmesini de kendisi için tehdit olarak görüyor.
Irak Türkmen Cephesi (ITC), Irak Türklerini temsil eden en güçlü siyasi kuruluş. Genel merkezi Kerkük'te bulunan ITC, Kerkük Ortak Operasyon Karargahının 2017'den sonra kentte yeniden tesis edilen güvenliğin simgesi haline geldiğini düşünüyor. ITC, KDP'nin siyasi partiler kanunu çerçevesindeki hiçbir faaliyetine karşı olmadıklarını ancak devlet arazisi üzerine inşa edilen bir binanın mütecaviz tarafa iadesinin adalete olan güveni sarsacağını savunuyor ve konunun Irak yargısının kararına bırakılması gerektiğini vurguluyor.
Kerkük'te yaşayan Arapların büyük bir bölümü Saddam döneminde bölgeye yerleştirildi. Bu insanlar ne Şii hükümete ne de Kürt yönetimine güveniyorlar. Türkiye ise bölgedeki Sünni Arap aşiretler nezdinde itibar duyulan bölgesel bir güç.
Saddam Hüseyin'i deviren, birinci ve ikinci körfez harekatlarında başı çeken ABD, Kerkük'teki gelişmeleri yakından izliyor. Washington'ın Kerkük politikası Irak anayasasının 140. maddesine dayanıyor. Saddam sonrası yazılan ilk anayasaya bu maddeyi koyan da kendileri zaten. Buna göre kente yerleştirilen Araplardan isteyenler geri gönderilecek, göç ettirilen yerel halk geri getirilerek zararları karşılanacak. "Normalleştirme süreci" denen bu aşamadan sonra Kerkük'ün kaderinin referandum ile tayini ön görülüyor. Türkmen ve Araplar bu maddenin ABD'nin baskısıyla anayasaya ihdas edildiğini ve Kürt grupların 15 yıl boyunca kentteki demografik yapıyı planlı bir şekilde değiştirdiğini söyleyerek maddenin geçersizliğini savunuyor.
Kentteki olaylarla ilgili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Kerkük'ün yapısını bozacak her eylem, Irak'ın bütünlüğünün bozulması demektir. Bu coğrafyanın huzurunun, bütünlüğünün bozulmasına izin vermeyeceğiz." sözleri Türkiye'nin Irak politikasının özeti niteliğindedir. Ankara, Türkmen soydaşları kadar terör örgütü PKK'ya karşı bölgedeki Kürt müttefiki olan KDP ile de iyi ilişkiler içinde. Türkiye, Saddam rejiminin devrilmesinden bu yana Irak'ın bütünlüğünü savunuyor ve Kerkük'ün tüm etnik gruplara eşit söz hakkının verildiği özel bir yönetime sahip olması gerektiği tezini destekliyor.
[Can Hasasu, Anadolu Ajansında Amerika Haberleri Müdürüdür.] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-pesmerge-kerkuke-geri-mi-donuyor/2994540 | 4,331 | 8,917 |
GÖRÜŞ - Suriye'de Türkiye karşıtı kirli ittifak
Türkiye'ye karşı cephe alan Suudi Arabistan-BAE-Mısır üçlüsü Suriye politikasını değiştirerek, Şam yönetimiyle diplomatik ilişki kurmayı, silahlı grupları örgütleyerek bunları tek bir cephe halinde Türkiye'ye karşı harekete geçirmeyi hedefliyor.
Istanbul
Türkiye'nin bölgesel rakipleri Akdeniz'deki jeopolitik mücadelelerini Suriye sahasına taşımaya çalışıyor. Abu Dabi Veliaht Prensi ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Silahlı Kuvvetleri Başkomutan Yardımcısı Muhammed bin Zayid'in, Şam Yönetimine müttefiklik ilişkisi teklif ettiği belirtiliyor. BAE ile Şam arasında Şubat ayında yapılan gizli görüşmeye göre, BAE Şam rejimini İdlib'deki Türk birlikleri ve Suriye Milli Ordusu'na yönelik saldırıya geçmesine ikna etmeye çalışmıştır. Şam rejiminin bunu kabul etmesi durumunda BAE maddi destekte bulunabileceğini, rejimin kontrol ettiği alanlara alt yapı yatırımları gerçekleştireceğini ve ABD'nin Şam'a uygulamakta olduğu yaptırımların kaldırılması konusunda lobi yapabileceği önerisinde bulunmuştur. Ne İran ne de Rusya'dan maddi destek gördüğünü dile getiren Şam yönetiminin BAE'nin 3 milyar dolarlık teklifini kabul ettiği aktarılıyor [1].
BAE'nin Şam yönetimiyle müttefik olma çabası, Türkiye'nin Suriye ve Libya politikalarına karşı atılan bir adımdır. İdlib krizini tetikleyen Rusya'nın politikası da bununla ilgiliydi. Türkiye İdlib krizi üzerinden Libya politikasından vazgeçirilmeye çalışılıyordu. Bilindiği üzere, Türkiye Libya'da uluslararası toplum tarafından tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümetini (UMH) desteklerken, BAE, Suudi Arabistan, Mısır ve Rusya muhalif olan sözde Libya Ulusal Ordusu (LUO) komutanı Halife Hafter'e destek veriyordu. Son İdlib krizinde sadece Rusya-Şam-İran ittifakı yoktu. Bu aktörler hadisenin görünen yüzüydü. Olayın arkasında esas Rusya-BAE-Suudi Arabistan-Mısır ortaklığı vardı.
Körfez ülkelerinin desteğini elde eden Şam rejimi, kendini daha cesur hissederek Rusya'nın çıkarlarıyla örtüşmeyen hamlelere girişebilir. Rusya'nın hava desteğinden yoksun kalması durumunda rejim güçlerinin, İdlib krizi örneğinde olduğu gibi, sahada başarılı olması imkansızdır.
Amaç Türkiye'nin önünü kesmek
İdlib krizinde Rusya, Körfez Monarşileriyle ortak hareket ediyordu. İdlib krizinin devam ettiği ortamda BAE'nin Şam'a yapmış olduğu müttefiklik önerisi, Rusya'nın bilgisi dışında değildi. Hatta Rusya bu sürece dahildi. Rus üst düzey devlet yetkilileri Körfez ülkelerine üst üste ziyaretler gerçekleştirmişti. 23 Ocak'ta Rusya Dış İstihbarat Servisi Başkanı Sergey Narışkin Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'la Suriye krizini görüştü [2]. 4 Şubat'ta Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov BAE ve Umman'ı ziyaret etti. BAE'li mevkidaşıyla basına kapalı yapılan görüşmenin ardından açıklama yapan Lavrov, Suriye konusunda BAE'yle aynı fikirde olduklarını söyleyerek Türkiye'nin İdlib politikasını eleştirdi [3]. Lavrov'un ardından 11 Şubat'ta Umman ve BAE'yi ziyaret eden Rusya Dış İstihbarat Servisi Başkanı Narışkin'in bu ülkelerin istihbarat birimleri başkanlarıyla yaptığı görüşmelerin ana konusu İdlib krizi ve Ortadoğu'daki güvenlik konuları idi [4].
BAE-Suudi Arabistan-Mısır üçlüsünün Rusya'yla özellikle Suriye konusunda ilişkilerde bahsi geçen faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye'ye karşı savaşa zorlamaları durumunda Şam rejiminin başarısız olması kaçınılmazdır. Rusya'nın askeri desteğini alarak bunu başaramayan söz konusu aktörlerin Rusya olmadan bu yöndeki amaçlarına ulaşmaları olanaksızdır.
Rusya İdlib'e yönelik saldırılarının gerekçesinin “terörizmle mücadele” olduğunu açıkladı. Fakat Türkiye için de sorun teşkil eden radikal unsurların Suudi Arabistan ve BAE tarafından desteklendiğini Rusya'nın bilmemesi imkansız. Dolayısıyla da Körfez monarşileri tarafından desteklenen terör grupları Esed rejimi, Rusya ve İran'ın "teröre karşı mücadele" adı altında İdlib'e yönelik operasyon başlatmalarına zemin hazırlamaktadır. Diğer bir deyişle, İdlib'deki terör unsurlarına yönelik mücadele aslında söz konusu ülkelerin dış politika hedeflerine ulaşmak için bir araç niteliğindedir. Bunların öncelikli hedefleri ise Türkiye'nin Suriye ve Libya politikalarının önüne geçmek ve kendi jeopolitik çıkarlarını hayata geçirmekti.
Rusya'nın tavır değişikliği
Fakat Türkiye ile Rusya'nın İdlib'de doğrudan karşı karşıya gelme riskinin artmasıyla Rusya İdlib politikasını değiştirmek durumunda kaldı. Türkiye'nin ateşkes önerisini kabul etti. 5 Mart'ta Moskova'da Türkiye ile Rusya arasında İdlib konusunda mutabakat metni imzalandı. Bu mutabakatla Türkiye Libya ve İdlib'de geri adım atmayacağını gösterirken, Rusya da Türkiye'ye yönelik çatışmacı politikasından vazgeçtiğini ve Libya tutumunu değiştirdiğini göstermiş oldu.
Moskova mutabakatı ve Rusya'nın İdlib ve Libya politikalarını değiştirmesi, Suudi Arabistan-BAE-Mısır üçlüsünün Libya ve İdlib'deki beklentilerini olumsuz etkiledi. Libya konusunda Türkiye'yi geri adım attırma planının başarısız olması ve Rusya'nın Türkiye'yle uzlaşmaya varması, Suudi Arabistan-BAE-Mısır üçlüsünü Türkiye'ye karşı hedeflerine Rusya dışında ulaşmanın yollarını aramaya itti.
2012 yılından itibaren Suudi Arabistan, BAE ve Mısır, Suriye hükümetiyle diplomatik ilişkisini kesmiş, Suriye'nin Arap Birliği üyeliğine son verilmiş, Şam rejimine karşı bazı muhalif silahlı gruplar bu ülkeler tarafından desteklenmişti. Suudi Arabistan 2013 yılından itibaren “İslam Ordusu” adı altında selefi gruplardan oluşan çatı örgüt kurmuş, bunlara askeri eğitim, silah ve maddi destek sağlamıştı [5].
Libya kriziyle beraber Türkiye'ye karşı açık bir şekilde cephe alan Suudi Arabistan-BAE-Mısır üçlüsü Suriye politikasını değiştirerek, sadece selefi muhalif grupları desteklemekle kalmayıp, Şam yönetimiyle diplomatik ilişki kurmayı, terör örgütü PYD/YPG olmak üzere Fırat'ın doğusundaki silahlı grupları örgütleyerek bunları tek bir cephe halinde Türkiye'ye karşı harekete geçirmeyi hedeflemektedir.
Şubat 2020'de Suudi Arabistan'ın Suriye özel temsilcisi Fırat'ın doğusunu ziyaret ederek, Arap kabilelerinden oluşan bir silahlı örgüt kurmak ve var olanları silahlandırmak için görüşmeler yaptı [6].
Moskova mutabakatın imzalandığı tarihten sonra, Mart'ın ortalarında Mısır hem Şam yönetimiyle hem de terör örgütü PYD/YPG ile görüşmeler yapmış, bu iki aktör arasındaki ilişkileri düzeltmek için arabulucu olmak istemiştir. Ayrıca Mısır, Kahire'de terör örgütü PYD/YPG için diplomatik temsilcilik ve televizyon kanalı açmış, Türkiye'ye karşı savaşması için örgüte büyük miktarlarda askeri yardım yapmaya başlamıştır. PYD/YPG'ye sadece Mısır değil, BAE ve Suudi Arabistan da kayda değer miktarlarda askeri ve finansal destek sağlıyor. Böylelikle Suudi Arabistan-BAE-Mısır üçlüsünün amacı, askeri anlamda PYD/YPG'yi güçlendirmek, Şam rejimiyle PYD/YPG'yi ortak noktada buluşturarak Türkiye'ye karşı hem İdlib'de hem de Fırat'ın doğusunda ortak hareket etmelerini sağlamaktır [7].
Türkiye'nin politikaları ve Moskova mutabakatı nedeniyle Libya ve İdlib'le ilgili Suudi Arabistan-BAE-Mısır ilişkilerine belli bir mesafe koyan Rusya, Şam rejiminin Arap ülkelerinin kontrolüne geçerek İdlib'deki ateşkesi ihlal etmesini ve Türkiye'yle tekrar karşı karşıya gelinmesini istemiyor. Körfez ülkelerinin çabalarından endişe duyan Putin, 23 Mart'ta Rusya Askeri İstihbaratı (GRU) Başkanı Amiral İgor Kostyukov'un eşliğinde Savunma Bakanı Sergey Şoygu'ya Şam'a gitme talimatı verdi. Şoygu'nun ziyaretinin amacı, Esed'i ateşkesi ihlal edecek adımlardan kaçınması konusunda uyarmaktı.
Rejimin hesapları ters tepebilir
BAE-Suudi Arabistan-Mısır ortaklığı Türkiye'ye karşı Suriye'de yeni bir cephe kurma çabasında. Bu durum Rusya ve İran'ın Suriye'deki vekil gücü haline gelen Şam rejimi için önemli bir fırsat niteliğinde. Ancak Şam'ın bu yöndeki kararı aynı zamanda bir risk de taşıyor. Şam yönetiminin Körfez monarşileriyle yakın ilişki kurması ve başta askeri olmak üzere maddi ve diğer desteklerinden yararlanma imkânı elde etmesi durumunda, Rusya ve İran'a olan bağımlılığını azaltabilir. İlişki içerisinde olduğu aktörler arasındaki manevra alanını ve bunların nazarında kendi önemini artırabilir. Diğer yandan ise Arap ülkelerinin dış politika aracı haline gelerek onlar adına savaşmak durumunda kalabilir. İdlib'deki Türk birlikleri ve Milli Suriye Ordusuna karşı çatışma başlatması durumunda daha da yıpranarak zayıflaması kaçınılmaz olacaktır.
Ayrıca Körfez ülkelerinin desteğini elde eden Şam rejimi, kendini daha cesur hissederek Rusya'nın çıkarlarıyla örtüşmeyen hamlelere girişebilir. Rusya'nın hava desteğinden yoksun kalması durumunda rejim güçlerinin, İdlib krizi örneğinde olduğu gibi, sahada başarılı olması imkansızdır. Dolayısıyla da BAE-Suudi Arabistan-Mısır üçlüsünün Rusya'yla özellikle Suriye konusunda ilişkilerde bahsi geçen faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda, Türkiye'ye karşı savaşa zorlamaları durumunda Şam rejiminin başarısız olması kaçınılmazdır. Rusya'nın askeri desteğini alarak bunu başaramayan söz konusu aktörlerin Rusya olmadan bu yöndeki amaçlarına ulaşmaları olanaksızdır.
[Avrasya, Orta Asya, Orta Doğu, Rus dış politikası ve güvenlik politikaları alanında çalışan Sabir Askeroğlu İran Araştırmaları Merkezi'nde (İRAM) kıdemli uzmandır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-suriye-de-turkiye-karsiti-kirli-ittifak/1805882 | 4,719 | 9,501 |
İstanbul
ORSAM Levant Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan, Türkiye'nin Suriye Irak'taki terörle mücadele stratejilerini ve bölgede yakın gelecekte nelerin beklendiğini AA Analiz için kaleme aldı.
***
Suriye ve Irak çok uzun yıllardır silahlı çatışmalarla boğuşuyor. Bu süreçte her iki ülkede yaşanan iç savaşların siyasi, askeri ve ekonomik açılardan yayılma etkisine en fazla maruz kalan ülke ise Türkiye oldu. Türkiye 2016 yılından bu yana, Suriye ve Irak'tan kaynaklanan yayılma etkilerini bertaraf etmek için Akdeniz'den İran'a kadar uzanan hat boyunca, otorite tesis edilene kadar, terör örgütlerinden arındırılmış bir güvenlik koridoru oluşturmayı hedefliyor. Ayrıca Türkiye meşru yönetimler güvenliği sağlayacak kapasiteye ulaşana kadar oluşturduğu bu koridorun yerel müttefik aktörler tarafından kontrol edilmesini istiyor.
Türkiye'nin terörle mücadele stratejileri
Türkiye'nin terör örgütü PKK ile sınır ötesinde mücadelesinin askeri ve diplomatik ayakları söz konusu. Askeri açıdan sınır ötesi askeri harekatlar, hava operasyonları, etki odaklı ve sınırlı hedefli operasyonlar öne çıkıyor. Suriye ve Irak sahaları hem coğrafya ve nüfus yapıları itibarıyla farklıklar arz ediyor hem de terör örgütü PKK'nın bu iki ülkedeki varlıkları farklı nitelikler taşıyor. Türkiye buna uygun olarak her iki ülkede farklı tarzda askeri taktik ve stratejiler belirledi.
Suriye sınırı düz bir alan ve sınır hattında yoğun bir nüfus söz konusu. Dolayısıyla, Suriye'de şartlar oluştuğunda Türkiye geniş çaplı kara harekatları yoluyla örgütün alan kontrolü sonlandırarak PKK tarafından oluşturulan idari yapıları ortadan kaldırıyor. Yerine yerel güçlere dayalı alternatif idari ve güvenlik yapıları oluşturuluyor. Esasen Suriye sınırında güvenlik sağlama çabalarının önemli bir kısmını askeri harekatlar sonrası normalleşme ve yeniden inşa çabaları oluşturuyor. Kara harekatı için koşulların oluşmadığı durumlarda ise örgütün lider kadrosu ve gelir kaynaklarını hedef alan etki odaklı operasyonlar düzenli olarak gerçekleştiriliyor.
Irak sınırı ise dağlık bir coğrafya ve sınır hattında çok sınırlı bir yerleşim söz konusu. Türkiye, Kuzey Irak'ta terör örgütü PKK'nın üslendiği alanları temizleyip kritik noktalarda geçici askeri üsler kuruyor ve örgütün Türkiye içine sızma imkanını elinden almaya çalışıyor. Bu operasyonların geçmişten farkı, terör örgütü PKK'dan arındırılan alanların bir daha örgütün geri dönmesine imkan vermeyecek şekilde kontrol altına alınması.
Irak'ta farklı, Suriye'de farklı ilişkiler kuruluyor
Türkiye'nin Suriye ve Irak'ta terör örgütü PKK ile mücadelesinin diplomatik ayağı, askeri operasyonların başarısı, sürdürülebilirliği ve meşruiyeti açısından kritiktir. Türkiye'nin Suriye ve Irak'ta muhatap olması gereken yerel ve dış aktörler farklı. Türkiye Irak'ta Bağdat ve Erbil yönetimlerinin desteğini almaya çalışıyor. Türk üst düzey dış politika ve güvenlik yetkililerinin Irak'a son dönemde yaptığı çıkarmalar bu kapsamda ele alınabilir.
Son dönem görüşmeler neticesinde terör örgütü PKK ile mücadelede Bağdat ile işbirliği konusunda önemli adımlar atıldı. Bağdat yönetimi PKK'yı terör örgütü olarak tanımlamıyor. Ancak terör örgütü PKK'nın Bağdat tarafından ilk kez yasa dışı bir örgüt olarak kabul etmesi olumlu bir gelişme. Erbil yönetimi içindeyse terör örgütüne karşı Türkiye ile işbirliği konusunda ikili bir tutum gözlemleniyor. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) içinde Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) kanadı terör örgütü PKK'yı kendi egemenliğine dönük bir tehdit olarak görmeye başladı. Ayrıca Erbil yönetimi görece olarak Türkiye ile daha yakın çalışma konusunda istekli. Ancak Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) kontrolündeki Süleymaniye kanadı Erbil'in tam tersi bir tutum sergiliyor. KYB, terör örgütü PKK'ya karşı işbirliğine yanaşmamanın ötesinde kendi güçlü olduğu alanlarda örgüte alan açıyor. Ayrıca, KYB örgüte Irak ve Suriye'de destek veriyor. Dolayısıyla Kuzey Irak'a askeri hamlenin Süleymaniye'deki terör örgütü PKK varlığına dönük etki odaklı bir operasyonu da içermesi muhtemel. Diğer taraftan Türkiye, doğrudan muhatap olmasalar da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İran'ın ortaya koyduğu itirazlarla karşı hamleleri dikkate almak durumunda.
Suriye'de terör örgütü PKK ile mücadelenin diplomatik ayağında ise Rusya, ABD, İran ve Suriye yönetimiyle yürütülen görüşmeler söz konusu. Türkiye, Astana Süreci'ndeki ortağı Rusya'nın da katkısıyla Şam ile diyalog süreci başlatarak PKK/YPG'ye karşı işbirliği arayışına girmişti. Suriye yönetimiyle yürütülen müzakereler hızlı ilerlese de sonuç alınamadı. Türkiye buna rağmen Suriye'de terör örgütü PKK'ya karşı operasyonlarını düzenli olarak sürdürüyor. Bu operasyonlar ilk olarak PKK/YPG'nin askeri altyapısını zayıflatıp ekonomik gelir kaynaklarını sınırlandırma amacını taşıyor. Türkiye ayrıca düzenli operasyonlar yoluyla Suriye yönetimini de terör örgütü PKK'ya karşı kendisiyle işbirliği yapmaya zorluyor. Zira bu işbirliği sağlanamaz ise Türkiye'nin yakın geçmişte olduğu gibi tek taraflı askeri harekatlar gerçekleştirmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Terörle mücadelede Türkiye'yi neler bekliyor?
Suriye yönetimi, Rusya, ABD ve İran Türkiye'nin böyle bir hamle yapma ihtimalinden çekiniyor ve her 4 ülke de Türkiye'yi ikna edebileceği alternatif çözüm arayışlarını sürdürüyor. ABD bu noktada, terör örgütü SDG/YPG'yi PKK'dan arındırıp, mevcut yapıyı Türkiye'nin kabul edebileceği bir çerçeveye oturtmaya çalışıyor. Ancak Türkiye açısından bu uygulanabilir bir çözüm modeli değil. SDG/YPG'ye desteğin artarak devam ettiği bir ortamda ABD'nin niyetleri konusunda şüpheler giderek artıyor. Türkiye'nin 2'nci seçeneği ise Suriye'de Rusya ile işbirliği. Şu anda bu seçenek Türkiye açısından daha makul ve gerçekçi gözüküyor. Bu senaryo, Ankara-Şam diyalog sürecinin ilerlemesini gerektiriyor. Bunun için de Şam'ın, kabulü mümkün olmayan önkoşullardan vazgeçip daha gerçekçi bir zemine çekilmesi gerekiyor. Bunu sağlayacak iki adım var. İlki Rusya'nın Şam üzerinde uygulayacağı diplomatik baskı ve ikincisi Türkiye'nin her şartta terör örgütü PKK/YPG ile mücadeleye devam edeceğini göstermesi. Bu açıdan, Türkiye'nin terör örgütü YPG'ye yönelik şiddeti zaman zaman artarak devam eden etki odaklı operasyonları büyük önem taşıyor. Ayrıca, Türkiye bu operasyonlarda terör örgütü YPG ile hareket eden Suriye rejimi unsurlarını da hedef almaktan geri durmuyor.
Türkiye'nin Irak'ta PKK ile mücadelesinde en muhtemel yakın gelecek senaryosu ise yeni bir askeri harekat. Esasen Türkiye 2017 yılından bu yana birbirinin devamı olarak nitelenebilecek bir dizi askeri harekatlar gerçekleştirdi. Ancak muhtemel bir askeri harekatın coğrafi hedefinin daha kritik ve kapsamının daha geniş olması beklenebilir. Son dönem Bağdat ile yürütülen müzakereler neticesinde “ortak harekat merkezi” kurulması kararlaştırıldı. Burada akla gelen soru, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) Irak ordusu ile ortak bir operasyon gerçekleştirme ihtimali olup olmadığı yönünde ancak bu şimdilik iyimser bir beklenti olabilir. Yine de, TSK'nın Irak'taki askeri operasyonlarını Irak ile koordineli yürütmesi ve en azından istihbarat işbirliğine gitmesi operasyonun başarışı ve meşruiyeti açısından kritik önem taşıyor. Irak ordusu kapasite ve irade olarak doğrudan terör örgütü PKK ile mücadeleye yönelmeyebilir. Ancak, terör örgütü PKK'dan arındırılan bölgelere sonraki aşamalarda meşru yerel güçlerin yerleştirilmesi hem Irak yönetiminin hem de Türkiye'nin güvenlik kaygılarını gidermek açısından ortak bir zemin oluşturabilir.
[Oytun Orhan, ORSAM Levant Çalışmaları Koordinatörüdür.] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-turkiye-irak-ve-suriyede-teroru-nasil-bitirecek/3180440 | 3,751 | 7,547 |
GÖRÜŞ - UAD Davası: Netanyahu kıskaç altında
Son günlerde İsrail hükümetinden veya yargı teşkilatından önemli isimlerin yaptığı açıklamalar Güney Afrika'nın başvurusunun ülke içinde endişeye sebep olduğunu gösteriyor
İstanbul
İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Abdullah Musab Şahin, Güney Afrika'nın İsrail aleyhine açtığı UAD davasının seyrini ve Netenyahu karşıtı benzer dava süreçlerini nasıl etkileyebileceğini AA analiz için kaleme aldı.
***
Orta Doğu'nun onlarca yıldır devam eden sıcak gündemi insancıl hukukun ve bunun denetim mekanizması olan uluslararası mahkemelerin güvenilirliğini tartışmaya açtı. İsrail'in sistematik saldırılarının durdurulması için yetkili merci arayışları başladı. İlk olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) gündeme geldi. Çeşitli sivil toplum kuruluşları ve avukat grupları UCM'ye topladıkları delilleri sundu. Bununla birlikte, arzulanan sonucun çeşitli sebeplerle UCM'den çıkmayacağı anlaşılınca alternatif arayışları başladı. BM (BM) Genel Kurulu, sonrasında BM Güvenlik Konseyi (BMGK) ve nihayet Uluslararası Adalet Divanı (UAD) devreye girdi.
7 Ekim'den bu yana yaşanan silahlı çatışma hali uluslararası mahkemelerin yanında İsrail'in ve bu ihtilafa taraf olmayan devletlerin iç hukuklarında da çeşitli gelişmelere sebep oldu. İsrail açısından bakıldığında; 2019 yılında Binyamin Netanyahu'ya yönelik açılan yolsuzluk davalarının duruşmalarının 2 ay ertelendiği görüldü. 7 Ekim olayları sonrası İsrail'de yaşanan gelişmeler sebebiyle bu davaların görülmesi ertelendiyse de geçen ay ifade alma süreci tekrar başladı. Güney Afrika'nın açtığı davada UAD tarafından verilecek bir tedbir kararının öncelikle uluslararası arenada, sonrasında ise İsrail içinde Netanyahu'ya yönelik tepkilere sebep olacağı muhtemel gözüküyor. Bu da yolsuzluk davalarının tepkisel şekilde daha hızlı görülmesini ve başka suçlamaların da gündeme gelmesini tetikleyebilir.
Silahlı çatışma halinin tarafı olmayan ülkelerde ise siyasetçilerin sorumluluklarının tespitine ve silah satışının engellenmesi gibi tedbirlerin kararlaştırılmasına yönelik davalar açıldı, bazıları da hazırlık aşamasında. Amerika Bileşik Devletleri (ABD) ve İngiltere iç hukuk sistemlerinde İsrail'e ilk günden beri koşulsuz destek veren siyasilerin yargılanmaları ve sorumlu tutulmaları yönünde çabalar yoğunlaşıyor. Davalar doğrudan yöneticilerin 7 Ekim'den bu yana İsrail'e sağladığı koşulsuz desteği konu alıyor. Diplomatik ve ekonomik olarak İsrail'in desteklenmesi suretiyle bir uluslararası sözleşmeden ve uluslararası örf ve adetlerden kaynaklanan soykırımın önlenmesi yönünde gerekli tedbirlerin alınmaması davaların temel dayanağı.
ABD ve İngiltere'de iç hukuk kapsamında açılan veya hazırlık aşamasındaki bu davaların esas itibarıyla Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi kapsamında söz konusu olan devletlerin soykırımı önleme yükümlülüğü ile ilişkilendirildiği görülüyor. Kısa süre önce Güney Afrika'nın da benzer gerekçeye dayanarak devletlerin soykırımı önleme yükümlülüğünü ön plana çıkararak İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanına gittiği hatırlanırsa, Güney Afrika'nın başvurusunun ABD ve İngiltere'deki mevcut ve açılması beklenen davaları etkilemesi muhtemel gözüküyor. UAD tarafından İsrail için verilecek bir tedbir kararı sonrasında ABD ve İngiltere mahkemeleri de benzer şekilde İsrail'e maddi yardımın meşruiyetinin araştırılması, durdurulması veya silah satışının sona erdirilmesi gibi çeşitli tedbir kararları verebilecektir.
Divan'daki davanın Netanyahu'nun yolsuzluk davalarına etkisi
İsrail'de daha önceki dönemde başlayan soruşturmalar neticesinde savcılık tarafından 2019 yılında Netanyahu'ya çeşitli suçlamalar yöneltilmişti. Yolsuzluk davaları olarak isimlendirilen bu davalar dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma ve rüşvet suçlamalarını içeriyor. İlk duruşma 2020 senesinde yapılmıştı. 7 Ekim sonrasında ise olağanüstü dönem şartları ve bu şartlar altında ifadelerin alınmasının mümkün olmaması gibi sebeplerle davalar ertelenmişti. Geçen aralık ayında Kudüs mahkemesi ifadeleri dinlemeye tekrar başladı. Bir sonraki duruşmanın gelecek ay yapılması bekleniyor.
Güney Afrika'nın Uluslararası Adalet Divanına yaptığı sürpriz başvurunun bu yargılamalar üzerinde etki doğurması muhtemel. Son günlerde İsrail hükümetinden veya yargı teşkilatından önemli isimlerin yaptığı açıklamalar Güney Afrika'nın başvurusunun ülke içinde endişeye sebep olduğunu gösteriyor. Divan'ın öncelikli olarak vereceği bir ara karar sonrasında uluslararası kamuoyunun Netanyahu'ya yönelik baskıları artacaktır. Böyle bir senaryoda uluslararası baskının İsrail içindeki muhalefeti de tetiklemesi kaçınılmaz olur. Netanyahu'nun başbakanlık koltuğunu terk etmesi dahi gündeme gelebilir. Bu durum ise mevcut yargılamaların hızlanmasını ve sabık başbakan için tepkisel cezaların devreye girmesini tetikleyebilir.
Divan'daki davanın Batıda siyasetçiler için açılan davalara etkisi
Anayasal Haklar Merkezi (Center For Constitutional Rights) tarafından temsil edilen Çocuklar İçin Evrensel Koruma (Defence For Children International) gibi çeşitli Filistinli insan hakları örgütleri ve Gazze'de yakınlarını kaybeden bazı Filistinli bireyler 13 Kasım 2023 tarihinde Amerikan Federal Mahkemesine bir dilekçe verdi. Açılan davada 3 kilit ismin yargılanması talep edildi: Başkan Joe Biden, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin. Davacıların esas dayanağı, ABD'nin 3 üst düzey yöneticisi tarafından 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ve bunun iç hukuktaki yansıması olan 1987 tarihli Soykırım Uygulama Yasası tarafından kabul edilen soykırımı önleme yükümlülüğüne aykırı eylemlerin varlığı. Bu bağlamda ABD'li yetkililerin 7 Ekim'den bu yana İsrail'e sağladığı koşulsuz diplomatik ve askeri destek ile silah yardımı gibi eylemlerin dosya kapsamında detaylı şekilde vurgulandığı görülüyor.
Dosyaya oldukça önemli ilim adamlarının uzman görüşleriyle katkı sunduğunu belirtmek gerekir. Örneğin soykırım çalışmaları uzmanı William Schabas, Bosna-Sırbistan davasında UAD tarafından soykırımı önleme yükümlülüğünün vurgulandığını hatırlatıyor. Bu karara göre; Sırbistan, soykırım sözleşmesinden kaynaklanan soykırımı önleme yükümlülüğünü ihlal etmişti. Aynı şekilde Ukrayna'nın Divan'da Rusya aleyhine soykırım sözleşmesine dayanarak açtığı davada da ABD, soykırım sözleşmesinden kaynaklanan önleme yükümlülüğünü gündeme getirmişti. Uzman görüşlerinin de soykırım önleme yükümlülüğüne yoğunlaştığı görülüyor. Güney Afrika da İsrail aleyhine açtığı davada aynı gerekçelere dayanmıştı. Bu sebeple iç hukuk davası ve Divan'daki davanın eş zamanlı olarak ilerleyecekleri beklenebilir. Amerikan Federal Mahkemesinin Divan'daki yargılamayı takip etmesi muhtemel.
Davacılar tarafından sayılan isimlerin İsrail'e koşulsuz destek vermesini yasaklayan bir acil ara karar çıkarılması suretiyle tedbir alınması talep ediliyor. Uzun vadede ise 3 ismin soykırım sözleşmesine ve bunun iç hukuktaki yansıması olan uygulama yasasına aykırı şekilde soykırımı önleme yükümlülüğü ile çelişen eylemlerinin tespiti bekleniyor. Kasım ayının ortalarında açılan bu dava sonrasında, ABD hükümet temsilcileri tarafından 8 Aralık 2023 tarihinde davanın reddi talep edildi. Buna karşılık, davacıların beyanlarını daha detaylı şekilde mahkemeye sunarak, taleplerini yineledikleri görüldü. Geçen hafta Amerikan-Arap Ayrımcılıkla Mücadele Grubu (American-Arab Anti-Discrimination Committee), Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (the Council on American-Islamic Relations), Arap-Amerikan Sivil Haklar Birliği (the Arab-American Civil Rights League) gibi gruplar davaya taraf olmaksızın sundukları görüş ve delillerle davacıların taleplerini desteklediler. İlk duruşmaların bu ayın sonunda yapılması bekleniyor.
İngiltere'de de şahıslara ve hükümete yönelik davaların hazırlandığı veya açıldığı görülüyor. İngiltere merkezli Filistinliler İçin Uluslararası Adalet Merkezi (International Centre of Justice for Palestinians) İngiliz siyasetçiler için İsrail'in savaş suçlarına yönelik davalar açmaya hazırlanıyor. Ekim ayında bu niyeti gösterir bir bildiri, merkez tarafından yayımlanmıştı. Bildiride savaş suçlarına yardım etmenin Cenevre de dahil olmak üzere çeşitli uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu ön plana çıkarılarak siyasetçilerin hukuki sorumluluğunun söz konusu olacağı vurgulanmıştı. Hazırlık aşamasındaki bu davanın soykırım yerine İsrail'in işlediği savaş suçlarına destek olarak İngiliz siyasetçilerin sorumluluğunun tespitine yönelik olacağı anlaşılıyor.
Şahıslara yönelik açılması planlanan bu davaların dışında halihazırda hükümete yönelik olarak açılan davalar da var. Geçen senenin son ayında bir Filistin İnsan Hakları Örgütü (al-Haq) ve GLAN (Global Legal Action Network) tarafından Yüksek Mahkemede hükümete yönelik bir dava açıldı. Bu dava kapsamında İngiltere'nin desteği, tehcir ve soykırım riskleri detaylı şekilde gündeme getirildi. Gündemde silah satışının durdurulması talebi var. İlerleyen aylarda ilk duruşmanın yapılması bekleniyor.
ABD ve İngiltere'de iç hukuk kapsamında görülen bu dava süreçleri uluslararası mahkemelerdeki gelişmelerle sıkı sıkıya irtibatlı. Güney Afrika'nın Divan'da açtığı dava gelecek hafta görülmeye başlanacak. Olası bir tedbir kararı, açılması gündemde olan dava hazırlık süreçlerini hızlandıracağı gibi, mevcut yargılamaların gidişatını da siyasetçiler aleyhine çevirebilir. Çünkü bu davalar ve Güney Afrika'nın başvurusu aynı temele dayanıyor; örf ve adet hukukundan ve soykırım sözleşmesinden doğan soykırımı önleme yükümlülüğü.
[İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Abdullah Musab Şahin] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-uad-davasi-netanyahu-kiskac-altinda/3104721 | 4,707 | 9,639 |
GÖRÜŞ - Ulusal servetimiz: Atık plastikler
Prof. Dr. Filiz Karaosmanoğlu, 5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle plastik kirliliği ve enerji sektörünün etkileşimini AA analiz için kaleme aldı.
İstanbul
Halka erişimin en büyük küresel platformu ve milyonlarca insanın en güçlü uluslararası kutlaması olan 5 Haziran 2023 Dünya Çevre Günü'nün 50. yılında "Plastik kirliliğini yenelim." diyerek atık plastiğe döngüsel ekonomide değer katmanın istihdam ile gelir yaratmadaki mühim yeri vurgulanıyor. Birleşmiş Milletler (BM) verisine göre her yıl yarısı tek kullanımlık 400 milyon tondan fazla plastik üretilirken, bu miktarın yüzde 10'undan azı geri dönüştürülüyor. Her dakika bir çöp kamyonu kadar, yılda 19-23 milyon ton diğer bir deyişle 2200 Eyfel Kulesi ağırlığı kadar atık plastiğin göllere, nehirlere ve denizlere karıştığı tahmin ediliyor. Bu miktarın 2040'a kadar 3 katına çıkacağı öngörülüyor. Deniz çöpünün yüzde 85'ten fazlası ve en kalıcı, zararlı kısmı plastiklerden oluşuyor. 800'den fazla deniz ve kıyı türü bu kirlilikten etkileniyor. Çapı 5 milimetreden küçük mikro plastikler gıda, su ve havaya karışıyor. Her birimiz yılda 50 binden fazla mikro plastiği tüketiyoruz. Eğer plastik döngüsel ekonomisine geçip 2040'a kadar denize giren atık plastiği yüzde 80 oranında azaltabilirsek, petrol ve doğal gazdan plastik elde etme oranı yüzde 55 düşürülecek. Bu şekilde 70 milyar dolar tasarruf; iklim değişikliği sebebiyle sera gazı salınımlarında yüzde 25 azalma ve 700 bin ek iş yaratmanın mümkün olacağı öngörülüyor. Bu sayılar kesinlikle göz ardı edilemez.
Birleşmiş Milletler verisine göre her yıl yarısı tek kullanımlık 400 milyon tondan fazla plastik üretilirken, bu miktarın yüzde 10'undan azı geri dönüştürülüyor.
Plastik üretiminin yol açtığı sorunlar
Plastik kirliliği ve enerji sektörü etkileşimi "plastik üretimi" ve "atık plastik ve enerji sektörü" olarak iki ana başlıkta incelenebilir. Petrol ve doğal gaz plastik üretimi için kimya endüstrisinde girdi iken enerji sektörü için de iki önemli fosil enerji kaynağıdır. Enerji teknolojisinde petrol ve doğal gazdan elektriğin; ısının; soğuk ve katı, sıvı, gaz yakıtların üretimi ve tüketimi sonrası yapıdaki hidrokarbonlar baca gazı ve egzoz gazı ile gezegenimizdeki karbon döngüsüne döner. Böylece rezervleri sınırlı kaynaklar tüketilir. Bu üretim ve tüketim yaşam döngüsü boyunca gezegenimizdeki çevre kirliliği, biyoçeşitlilik kaybı ve iklim değişikliği gibi temel sorun alanlarını olumsuz etkiler.
Atık ve çöp ayrımı
Plastik ürünler pipet, çatal, kaşık, bıçak, tabak, bardak, balon, enjektör, poşet, ambalajlar gibi tek kullanımlık ya da uzun ömürlü seçenekleriyle hayatımızdadır. Plastik ürünler hafiflik, dayanıklılık, hijyen gibi avantajlarıyla kolaylaştırıcı çözümler sunuyor. Türkiye'de otomotiv, tekstil, tarım, beyaz eşya, yapı-inşaat ve ambalaj sektörlerinde plastik tüketiliyor.
Plastik atık, atarak kurtulmak gereken bir sorun değil, endüstri için atık işleme yolculuğuna başlaması gereken bir ulusal kaynaktır.
Tek kullanımlık plastikler ve faydalı kullanım ömrünü tamamlamış plastikler atık olur. Atık plastik çöp de olabilir. Bu noktada atık ve çöp ayrımı yapmak önemlidir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) tanımına göre atık, üreticisinin tüketim, dönüşüm veya üretim amaçları için kullanmadığı, atmak istediği ve/veya atılması gereken, ürün olmayan maddedir. Çöp ise istenmeyen, atılan, yeniden kullanıma uygun olmayan, içinde geri dönüştürülebilir ve/veya geri kazanılabilir çoğunlukla evsel katı atıkları içeren tehlikeli olmayan bir karışımdır. Sözün özü çöp, atık ekonomisinde değerlendirilebilir plastik gibi atıkları içeren bir kıymettir.
İşte burada petrol ve doğal gazın plastik üretiminde tüketilmesiyle enerji sektöründe kullanılması arasındaki büyük fark ortaya çıkıyor. Petrol ve doğal gazın hidrokarbonları plastik ürünlerde saklıdır. Fosil kaynaklar, plastik üründe ve atık plastikte adeta yer altındaki petrol ve doğal gazdaki gibi gömülüdür. Ancak atık plastik iyi yönetilmezse bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar ve doğa için çok büyük sorunlar yaratır. Toprak, su, hava kirlenirken iklim değişikliğine ve biyoçeşitlilik kaybına neden olur.
Plastik atık yönetimi
Plastik atık oluştuğu yerde ayrı toplanarak, atık işleme zincirine, döngüsel ekonomiye sokulmalıdır. Ya da çöpte karışık bulunan atıklar, toplama-ayırma tesisinde ayrılarak plastikler döngüsel ekonomide değer yaratmalıdır. Plastik atık, atarak kurtulmak gereken bir sorun değil, endüstri için atık işleme yolculuğuna başlaması gereken bir ulusal kaynaktır. İthal petrol ve doğal gazdan üretilen plastik atık olunca yerli ham madde olur. Bu nedenle plastik atık için öncelikleme sırası önemlidir. Burada, öncelikle atık oluşturmamak; atığı kaynağında azaltmak; mümkünse yeniden kullanmak; geri dönüşümünü veya ileri dönüşümünü sağlamak; enerji ve malzeme kazanımına dikkat etmek ve bertaraf etmek şeklindeki sıralamaya uyulması şarttır.
Yurttaşların öncelikle tek kullanımlık plastik tüketimini hayatlarında mümkün olan her yerde azaltması gereklidir. Uzun ömürlü, dayanıklı plastik ürünleri satın alma, ambalajına tekrar doldurarak ürün satın alma seçenekleri göz önüne alınmalı ve atık plastik çıkışı en aza indirilmelidir.
Plastik atık geri dönüşüm ve ileri dönüşümle işlenerek yeniden petrol ve doğal gaz olur. Böylece hidrokarbonlar döngüsel ekonomide katma değer ve istihdam yaratır. Bu dönüşüm yolunda hem plastik kirliliğini önleyip hem de endüstride ham maddesine sahip olarak çifte kazanç elde ederiz. Bu şekilde enerji sektörü için rezervler de tüketilmemiş olur. Günümüzde tehlikeli plastik atıklar yakılarak enerji geri kazanımı da yapılıyor. Ancak öncelikli hedef, atık plastiğin döngüsel ekonomide işlenmesidir.
Plastik kirliliğini nasıl yeneriz?
2022'de BM'ye üye 175 ülke plastik kirliliğini sona erdirme hedefli 2024'ün sonunda hazır olacak yasal bağlayıcı nitelikli anlaşma için tarihi kararı onayladı. Paris Anlaşması sonrasındaki en önemli ve çok taraflı bu anlaşma günümüzün ve yarınımızın sigortası kabul ediliyor. Plastiği keşfeden, sağladığı kolaylık ve çözümlerle yaşayan insan, atık plastik yönetimini de en iyi şekilde başarmalıdır. Hükümetlerin, yerel yönetimlerin, iş dünyası, sivil toplum, akademi, medya ve yurttaşların plastik döngüsel ekonomisini değiştirmek için dönüşüm yolumuzda bilim-teknoloji destekli çözümlerle eyleme geçmesi gerekiyor.
5-9 Haziran 2023 tarihlerinde kutladığımız Türkiye Çevre Haftası'nda da “Temiz Deniz, Temiz Dünya" diyerek deniz kirliliğinin önüne geçilmesi ve kıyı alanlarının korunmasının önemi anlatılarak, deniz çöpü avı başlatılması; çocukların deniz müfettişi olması; öğrencilere yönelik "Temiz Bir Dünya İçin Denizlerimizi Temiz Tutalım" temasıyla yarışmalar düzenlenmesiyle yaygın etki yaratılacak.
[Prof. Dr. Filiz Karaosmanoğlu, İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Sürdürülebilir Üretim ve Tüketim Derneği Başkanı'dır.]
* Makalelerdeki fikirler, yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-ulusal-servetimiz-atik-plastikler/2915331 | 3,601 | 7,157 |
GÖRÜŞ - Venezuela'daki darbe girişimi ve muhtemel senaryolar
Son darbe girişiminin ardından Maduro ve ekibi 30 Nisan öncesine nispetle daha zayıf, daha dışa bağımlı ve iç siyasette de daha kırılgan bir hale geldiler.
Istanbul
Venezuela'da 30 Nisan'daki askeri darbe girişimi, önceki darbe girişimlerinden hem iç ve dış siyaset açısından etkileri hem de bıraktığı izler açısından son derece farklı. Bu darbe girişimini farklı kılan, Maduro'nun girişimden güçlü çıktığı iddialarının ötesinde aslında Maduro'yu çok daha fazla zayıflatmış olmasıdır. İşin özü bugün için Nicolas Maduro ve ekibi 30 Nisan öncesine nispetle daha zayıf, daha dışa bağımlı ve iç siyasette de daha kırılgan bir hale gelmişlerdir.
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki bu darbe teşebbüsü bir sürpriz değil. Amerika Birleşik Devletleri, 23 Ocak 2019'dan beri açık bir şekilde Venezuela ordusuna çağrı yaparak Maduro'ya desteğini çekmesini istiyordu. Juan Guiado'yu geçici başkan atayan meclis bu konuyla ilgili yasal bir düzenleme yaparak, Maduro ve ekibinin iktidardan el çektirilmesine destek veren askerlerin affedileceğini açıkça ilan etti ve askerden destek istedi. Fakat son girişimin Maduro açısından sürpriz bir tarafı var. Venezuela ordusunun özel kuvvetleri denilen ve önceki darbe girişimlerinde ordu içinde ilgilileri bulan SEBİN'in başındaki kişi 30 Nisan darbesinin içinde yer alıyordu. Maduro, darbe başarısız olunca kendisini görevden aldı, fakat en güvendiği ve en yakınındaki insanlardan bunun gelmesi kendisi açısından sürpriz olmuş olmalıdır.
Askeri müdahalenin riskleri
Venezuela krizinde iki keskin pozisyon var: Bir tarafta her ne pahasına olursa olsun Nicolas Maduro'yu iktidardan indirmek isteyen ABD, Kanada, Latin Amerika ülkeleri (Bolivya, Küba ve Meksika hariç) ve Avrupa ülkeleri varken, diğer tarafta bunu emperyalist bir dizayn olarak görüp buna karşı çıkan Maduro ve ekibi var. Maduro'ya destek ise Rusya, Türkiye ve örtülü olarak da Çin'den geliyor. Venezuela'da krize yol açan süreç genel hatlarıyla biliniyor ancak gelinen aşamada bu krizden geri dönüşün çok zor olduğunu ifade etmek gerekiyor. Bu krizden tek çıkış ülkeyi cumhurbaşkanlığı seçimine götürmek. Maduro da bunu yapmak istemiyor, çünkü özellikle 2012'den beri yaşanan sosyo-ekonomik sıkıntıların bizatihi sorumlusu olarak kendisi görüldüğü için demokratik bir seçimde kazanma şansı neredeyse yok. Bunu bilen ABD ve ona destek veren Latin Amerika ülkeleri, Venezuela'ya askeri bir müdahale istemiyor. Venezuela'ya askeri bir müdahale hem Güney Amerika'nın kuzey bölgesini istikrarsızlaştırıp ciddi bir şekilde kokain tüccarları ve paramiliter grupların cirit attığı bir yere çevirebilir hem de zaten sayıları yaklaşık 4 milyonu bulan Venezuelalı göçmen dalgasını bir anda 10 milyonlara çıkarabilir. İşin özü, hiçbir Latin Amerika ülkesi, bazen ABD dolaylı olarak istekli görünse de, bölgesinde bir Libya, Suriye ya da Irak gibi devlet mekanizmasının çöktüğü, illegal grupların faaliyet gösterdiği bir alan istemiyor. Bu şekilde bir sonucun ABD için de çok ciddi negatif etkilerinin olacağını herkes biliyor ve vurguluyor.
Peki, askeri müdahale opsiyonu devre dışı ise kriz bundan sonra nereye gider? Nasıl çözülür? Venezuela krizinde 30 Nisan'daki son darbe teşebbüsüyle beraber Rusya ana oyuncu olarak sahaya girdi. Rusya şu ana kadar durumu uzaktan izleyen fakat tam da olayların içine girmeyip fırsat kollayan bir aktördü. Putin'in beklediği fırsat geldi ve 30 Nisan darbe teşebbüsüyle beraber Maduro'nun güvenebileceği tek kişi neredeyse Putin kaldı. Putin, eğer isterse bu krizi aynen Suriye'de olduğu gibi bir uluslararası sistem krizine dönüştürebilir. Eğer bu tercihi yaparsa, Suriye'de olduğu gibi düşük yoğunluklu ve uzun süreli bir çatışma dönemine girilir. Göçmen sayısı artar ve Maduro Rusya desteğiyle ayakta kalır, sosyal meşruiyeti içeride daha da zedelenir. Hatta, başka bir dış gücü ülke içinde etkin kıldığı için kendi sosyal tabanında bile bir süre sonra keskin eleştirilere maruz kalır.
Diplomatik çözüm arayışı
Rusya'nın ikinci tercihi Venezuela örneğini Amerika Birleşik Devletler ile bir tür pazarlık unsuru olarak kullanmak olabilir. Bunun için çok sayıda sebep var. Son üç yıldır Latin Amerika ülkeleri ile Soğuk Savaş sonrası dönemde ilke defa siyasal ve ekonomik anlamda makul bir ilişki geliştirmeye çalışan Rusya'nın Venezuela konusunda ısrar etmesi, bütün Latin Amerika politikasını Venezuela merkezli bir yaklaşıma dönüştürmekle kalmayıp aynı zamanda Brezilya, Arjantin ve Kolombiya gibi kilit Latin Amerika ülkeleriyle ilişkilerini zedeleyecektir. Bu açıdan bakıldığında Rusya'nın Venezuela krizini bir tür pazarlık unsuru olarak gördüğü ifade edilebilir. Büyük ihtimalle bu pazarlık, ABD'nin Suriye'de Beşşar Esed'e ön açması, onun iktidarda kalmasının sağlanması ve Rusya etkisinin genişlemesi karşılığında Venezuela'da Maduro'nun iktidardan indirilmesidir.
Rusya'nın Venezuela'da oyuna girdiğini ve konunun pazarlık unsuru olacağının farkına varan Batılı ülkeler iki temel hamle yapmaya çalışıyorlar. Biri, Venezuela'nın en büyük destekçisi Küba üzerinden bir çözüm bulmaya çalışmak, diğeri ise ABD ve Rusya dışişleri bakanlarının doğrudan konuyu görüşmelerini sağlayarak krizin derinleşip kirli hale gelmesinden önce çözüm bulmaya çalışmak. Küba'nın Venezuela'ya hem istihbarat hem de askeri destek verdiği herkes tarafından biliniyor. Kanada Başbakanı, Küba ile görüşmeleri yürütüp alan açmak isterken, Lima Grubu ülkeleri de bir tür müzakereye artık sıcak bakmaya başladılar. Dolayısıyla pazarlık ihtimali artınca krizde diplomasi boyutu da arttı.
Ordu içinde bölünme iç savaşa yol açabilir
Eğer Venezuela'da diplomasi başarısız olursa muhtemel tek senaryo aynen Sudan'da olduğu gibi ülke içinde bir grubun Maduro'ya darbe yapmasıdır. Bu ihtimal her zaman varlığını koruyor ve yakın çevresindekiler eğer Maduro ile işlerin artık çıkmaza girdiğini düşünürse, Maduro'ya hemen yol verebilirler. Diğer bir senaryo ise hiç kimsenin istemediği iç savaş durumu. Son dönemde iç savaş ihtimalinin artığını özellikle vurgulamak gerekiyor. Bu iç savaş muhtemelen kurumların farklı taraflarda yer aldığı, Chavez tarafından silahlandırılmış ve gettolarda yaşayan fakir kesimlerin oyuna dahil olduğu ve sonuçları itibarıyla ülkeyi yıkıma götürecek bir durum. İç savaş durumunda eğer ordu içinde bölünme olmazsa ordu yönetimi devralır, fakat ordu içinde bölünme olursa ülke Latin Amerika'nın Suriye'sine döner.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem Maduro'nun giderek zayıfladığı bir dönem olacak. Rusya'nın oyuna girmesiyle bu daha da netleşti. Maduro'nun kendisini tekrar aktör olarak öne çıkarabileceği ve inisiyatifi eline alabileceği tek opsiyon ülkeyi seçime götürmek. Kendisi aday olursa kazanamayacağını biliyor, fakat Venezuela'da muhalefetin çok dağınık olduğunu da dikkate alırsak, Sosyalist Parti adına yeni bir kişi cumhurbaşkanı adayı olursa, ilk seçimde iktidarı kaybetse bile Venezuela siyasetindeki kilit rolünü korumaya devam eder. Ancak buna Maduro'nun varlığından maddi olarak faydalanan askeriyenin üst kanadı ve üst düzey bürokrasinin izin verip vermeyeceği meçhul. Maduro işin sonunda ya aynen Beşşar Esed örneğinde olduğu gibi ülkeyi yöneten çıkarcı elit tarafından içeride teslim alınıp hiçbir sorun çözücü hamle yaptırılmayacak, sonrasında ise Rusya etkisine teslim edilerek tamamıyla figüran hale getirilecek, ya da kendi aleyhine de olsa ülkeyi kaosa sürüklemeden bir çıkış yolu bulacak. Önümüzdeki süreçte bunun ne olacağını hep beraber göreceğiz.
[2015-2018 yılları arasında Kolombiya'da TİKA Latin Amerika Direktörü olarak görev yapan Doç. Dr. Mehmet Özkan Pontificia Universidad Javeriana, SETA ve Polis Akademisi dahil birçok kurumda uluslararası ilişkiler alanında dersler vermiştir]
"Görüş" başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gorus-venezueladaki-darbe-girisimi-ve-muhtemel-senaryolar/1472459 | 3,785 | 7,995 |
İran'ın Afganistan barış sürecine müdahil olma çabaları
Afganistan'da merkezî hükümetle Taliban arasındaki barış görüşmelerinin başlamasından bu yana Tahran-Kabil hattındaki diplomasi trafiğinin yoğunluğu dikkat çekici boyutlara ulaştı.
İstanbul
Afganistan'da merkezî hükümetle Taliban arasındaki barış görüşmelerinin başlamasından bu yana Tahran-Kabil hattındaki diplomasi trafiğinin yoğunluğu dikkat çekici boyutlara ulaştı. Kabil son bir ayda birbiri ardına İran Dışişleri Bakanlığından üst düzey diplomatları ağırladı. Önce İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatipzade, 25 Kasım'da Afganistan'a resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Ardından 12 Aralık'ta İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Abbas Arakçi Kabil'e geldi. Zamanlama açısından oldukça anlamlı olan bu ziyaretler sırasında her iki İranlı diplomat, Afganistan'da üst düzey yetkililerle görüştü. Resmî makamlardan yapılan açıklamalarda “güvenlik, siyaset ve kültürel alanlarda ikili ilişkilerin geliştirilmesi” görüşmelerde ele alınan ana başlıklar olarak belirtildi. Son olarak 20 Aralık'ta İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif Afganistan'ın önde gelen TV kanallarından Tolonews'e Afganistan-İran ilişkilerinde son durum üzerine özel bir röportaj verdi.
Tahran, ABD'nin çekilme kararı ve barış sürecine ilişkin belirsizliklerin yol açacağı olası senaryolara hazırlıksız yakalanmamak için her iki tarafla ilişkilerini iyi tutarak barış sürecinin etkin aktörlerinden biri olma çabasında.
Tahran bu süreçte bir taraftan Kabil yönetimiyle yoğun bir diplomasi trafiği yürütürken diğer taraftan Taliban'la da temaslarını artırmayı ihmal etmedi. Özellikle ABD'nin Taliban'la barış görüşmeleri başlatmasından beri Tahran birçok defa Taliban heyetiyle İranlı yetkililer arasındaki görüşmelere ev sahipliği yaptı. Son olarak İran'ın Doha Büyükelçisi Hamid Dehkani, 2 Aralık'ta büyükelçilik binasında Taliban heyetini ağırladı. İran'ın Afganistan'daki barış sürecine müdahil olma çabalarının artışına bağlı olarak gerek barış süreci gerekse Taliban'a yönelik yaklaşımında net bir değişim gözlendi. Tahran ABD'nin kontrolünde yürütüldüğü ve kendisinin dışlanmaya çalışıldığı gerekçesiyle Afganistan barış sürecine yönelik sürdürdüğü olumsuz tavrı bırakarak son haftalarda süreci destekleyen açıklamalar yapmaya başladı. Bu çerçevede Eylül ayından beri yürütülen müzakerelerin ardından Afganistan hükümetiyle Taliban arasında müzakerelerin usulüne ilişkin varılan uzlaşı Tahran tarafından “memnuniyet verici bir gelişme” olarak nitelendirildi. Ayrıca bir süredir İranlı yetkililerin Taliban'a yönelik yaklaşımında da ciddi bir değişim göze çarpıyor. İranlı diplomatlar artık Taliban'ın “Afganistan siyasetinin bir gerçeği olduğunu” çekinmeden dile getiriyorlar. İran Dışişleri Bakanlığı Batı Asya Bölgesinden Sorumlu Genel Müdür Resul Musevi İran'ın sınır bölgesinde güvenliği sağlamak için Taliban'la işbirliği yaptığını açıklarken Arakçi 12 Aralık'taki ziyareti sırasında “Taliban'ın Afganistan'ın gerçeklerinden biri olarak kabul edilmesi gerekiyor” dedi.
İran Dışişleri Bakanı Zarif'in Suriye'de rejim saflarında savaşmak üzere İran'daki Afganistanlı mültecilerden oluşturulan Fatımiyyun Tugayları'na dair açıklamaları, Tahran'ın bu oluşumu Afgan siyasetinde bir koz olarak kullanmaya devam edeceğini gösteriyor.
İran'ın değişen tutumunun altında yatan nedenler
Bilindiği üzere bir süredir devam eden barış görüşmeleri nedeniyle Afganistan, epey kırılgan ve hassas bir süreçten geçiyor. Bir taraftan ülkeye barış getirmek için Afganistan hükümetiyle Taliban arasında müzakereler devam ederken diğer taraftan ülkedeki şiddet olayları son yıllarda benzeri görülmemiş biçimde artmış durumda. Afganistan'da her geçen gün artan şiddet, istikrarsızlık ve buna bağlı olarak barış sürecinin geleceğine dair beliren şüpheler, başta İran olmak üzere bölge ülkeleri tarafından kaygıyla izleniyor. Zira ABD'nin Afganistan'dan çekilme kararı ve halihazırda devam eden barış süreci başta İran olmak üzere bölge ülkeleri açısından stratejik sonuçlara gebe.
İran'ın başlıca çekincelerinden biri, ABD'nin çekilmesiyle oluşacak boşluğun ülkede DEAŞ ve benzeri radikal unsurların yeniden canlanmasına zemin hazırlama olasılığı. Nitekim barış görüşmeleri başladığından beri ülkede artan istikrarsızlığa bağlı olarak DEAŞ yeniden canlanma sürecine girmiş durumda. Bu yüzden Tahran ABD'nin Afganistan'daki varlığını bir işgal olarak nitelendirmesine rağmen çekilmenin sorumsuzca olmaması konusunda birçok defa uyarıda bulundu. Zarif son röportajında da “ABD'nin Afganistan'dan çekilmesini istiyoruz fakat bu çekilmenin sorumsuzca yapılmaması lazım” diyerek İran'ın bu konudaki endişesini bir kez daha dile getirdi.
İran'ın çekincelerinden bir diğeri ise Taliban'ın Afganistan siyasetinde yeniden belirleyici aktörlerden birine dönüşme yolunda olması. Her ne kadar ortak düşman ABD ve DEAŞ'a karşı İran ve Taliban arasında yıllar boyunca bir işbirliği görülse de Taliban'ın Afganistan'da gereğinden fazla güç kazanması Tahran tarafından tercih edilecek bir durum değil. Çünkü Taliban'ın Afganistan'daki siyasi yapıyı değiştirerek Sünni İslam hukuk ve ilkeleri temelinde bir İslam emirliği tesis etme hedefi ve İran'ın geleneksel rakipleri Suudi Arabistan ve Pakistan'la olan yakınlığı uzun vadede Tahran'ın Afganistan'daki çıkar ve nüfuz alanları açısından potansiyel bir tehdit oluşturuyor. Ayrıca Afganistan'da olası bir Taliban iktidarı veya Taliban'ın dayatmasıyla ülkenin anayasal düzeninde gerçekleşebilecek muhtemel değişimler, kültürel ve mezhepsel yakınlıkları dolayısıyla Tahran'ın doğal müttefik olarak gördüğü Şii Hazaralar ile Farsça konuşan Taciklerin yönetimden uzaklaştırılmalarını beraberinde getirebilir. Bu nedenlerden ötürü Tahran, Afganistan'da devam eden barış sürecinin muhtemel sonuçlarından endişe duyuyor. Nitekim Cevad Zarif söz konusu röportajında Taliban'ın Afganistan hükümetiyle yürüttüğü müzakerelerde Sünni fıkhının esas alınması için gösterdiği ısrara atıfta bulunarak ülkesinin bu konuda endişeli olduğunu dile getirdi. Sonuç olarak özellikle son dönemde Afganistan'daki gelişmelerle yakından ilgilendiği gözlemlenen Tahran, olası yeni senaryolara karşı hazırlıksız yakalanmamak için her iki tarafla ilişkilerini iyi tutarak barış sürecinin etkin aktörlerinden biri olma çabasında.
Zarif'in özel röportajında öne çıkanlar
Son dönemde Kabil-Tahran ilişkilerine damgasını vuran İran'ın Taliban'la münasebetleri ve Suriye'de rejim saflarında savaşmak üzere Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) tarafından İran'daki Afganistanlı mültecilerden oluşturulan Fatımiyyun Tugayları Zarif'in yaklaşık bir saat süren röportajında öne çıkan başlıklar oldu. Zarif, son haftalarda peş peşe Taliban hakkında olumlu açıklamalarda bulunan İranlı diplomatların aksine Taliban konusunda temkinli ifadeler kullandı. İran'ın Taliban'la temasının çok uzun zaman öncesine dayandığını kabul eden Zarif Taliban'a DMO tarafından silah ve teçhizat sağlandığı, Taliban savaşçılarının İran'da tedavi edildiği ve birçok Taliban komutanının İran'da ikamet ettiği yönündeki iddiaları ise kesin bir dille yalanladı. Aynı şekilde Taliban'ın İran'ın Meşhed ve Zahidan kentlerinde ofisleri olduğu iddialarıyla ilgili soruları ise “haberim yok” diyerek geçiştirdi. “Taliban hâlâ İran'ın terör grupları listesinden çıkarılmış değil,” dese de hemen arkasından Taliban'ın Afganistan'ın geleceğinin bir parçası olduğunu söylemeyi ihmal etmedi. Kısacası Zarif Taliban hakkındaki bir ileri bir geri değerlendirmeleriyle İran'ın son dönemde Afganistan hükümeti ile Taliban arasında izlediği denge politikası çizgisini sürdürdü.
Diğer taraftan Zarif İran-Afganistan ilişkileri bağlamında sık sık gündeme gelen Fatımiyyun Tugayları konusunda ise bu kadar temkinli değildi. Zarif, ülkesinin Fatımiyyun Tugaylarına yönelik desteğini tıpkı İran'ın Suriye iç savaşındaki rolünü meşrulaştırmak için kullandığı söyleme benzer bir söylemle yani “biz Kabil ve Kandahar'da DEAŞ ile savaşmak zorunda kalmak istemeyenleri destekledik” şeklinde açıkça savundu. Hatta bir adım ileri giderek Fatımiyyun Tugayları'nın terörle mücadelede çok tecrübe kazandığını, gerekirse Afganistan milli ordusuna dahil edilmesi konusunda ülkesinin Kabil yönetimine yardım etmeye hazır olduğunu söyledi. Suriye'de DEAŞ ve muhaliflere karşı savaşmış olmaları dolayısıyla mezhepsel hassasiyetleri bir hayli yüksek olan Şii Hazaralardan oluşan Fatımiyyun Tugayları'nın gelecekte Afganistan ulusal güvenliği açısından yaratacağı muhtemel tehditler Afgan yetkilileri için bir endişe kaynağı olagelmiştir. Dolayısıyla Zarif'in Afgan yetkililerin bu konudaki hassasiyetlerini bildiği halde böyle bir ifade kullanması ise üstü kapalı bir tehdit olarak da yorumlanabilir. Zarif gerek Kabil yönetimi gerekse Taliban'a karşı “gerektiğinde bu örgütü kullanmaktan çekinmeyiz” mesajı vermek istemiştir. İran tüm eleştirilere rağmen Fatımiyyun kartını Afganistan siyasetinde önemli bir araç olarak muhafaza etme niyetinde.
[İran ve Ortadoğu'da devlet dışı aktörler üzerine çalışmalarını sürdüren Rahimullah Farzem İRAM Dış Politika Koordinatörlüğü'nde görev yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iran-in-afganistan-baris-surecine-mudahil-olma-cabalari/2086097 | 4,411 | 9,197 |
İran krizinde dönüşü olmayan noktaya nasıl gelindi?
İran-ABD gerilimi, 40 yılın muhtemel bir “nihai tırmanışı” ve son dönemde birbirini izleyen “yanlış muhasebeler” yüzünden açık bir savaşı kaçınılmaz hale getirebilir.
İstanbul
1979'da ABD'nin Tahran Büyükelçiliğinin işgali ve 52 Amerikan diplomatının 444 gün boyunca rehin tutulmasıyla başlayan ve süreklilik arz eden İran-ABD gerilimi, 40 yılın muhtemel bir “nihai tırmanışı” ve son dönemde birbirini izleyen “yanlış muhasebeler” yüzünden açık bir savaşı kaçınılmaz hale getirebilir.
ABD'nin yıpratıcı yaptırımlarını bir “ekonomik savaş” olarak tanımlayan İran, Trump yönetimine ve bölgedeki müttefiklerine yönelik baskıyı arttırmak için “kontrollü gerilimi tırmandırma” stratejisini uygulamaya koymuştu. ABD'ye ait insansız hava araçlarının düşürülmesi, Suudi Aramco tesislerine düzenlenen saldırı, Kerkük'te Amerikan askerlerinin bulunduğu K1 üssünün vurulması ve nihayetinde ABD Bağdat Büyükelçiliğinin basılmasıyla kritik bir “eşik” aşıldı. Tahran'a ağır bir karşılık veren ABD, bu eylemlerin mimarı olarak gördüğü Kudüs Gücü Komutanı Tuğgeneral Kasım Süleymani'yi hedef aldı.
Tuğgeneral Süleymani suikastının duyurulmasının ilk saatlerinden itibaren “sert intikam” tehditlerinde bulunan İran, retorikte hamaset gösterse de saldırı sonrasındaki üç günlük boyunca temkinli ve aşamalı bir strateji izledi: İçeride ve dışarıda geniş bir propagandayla siyasi aktörlerin ve özellikle de kitlelerin desteğini topladı; Irak parlamentosundan yabancı askerlerin ülkeyi terk etmesi gerektiğine dair kararın çıkmasını sağladı ve nükleer anlaşmayı sonlandırdığını duyurdu.
Süleymani suikastı sonrasında “askeri güç kullanma seçeneği” hakkını saklı tuttuğunu sık sık dile getiren İran'ın füzelerini alarm vaziyetine geçirmesi ve bazı isimlerin uzun menzilli “Siccil” füzelerinin ABD ve İsrail'e ait hedeflere doğru fırlatılabileceğini söylemesi ve bunun üzerine Trump'ın misilleme tehdidinde bulunması, tırmanışın nihai aşamaya varabileceğinin ve bölgede açık bir savaşın çıkabileceğinin işareti olarak görülüyor.
Mayıs 2018'den itibaren tırmanan gerginliğin seyrinin tekrar değerlendirilmesi ve Tahran ve Washington yönetimlerinin karşılıklı yanlış hesaplarının incelenmesi, bu tırmanışın gelecek seyrini öngörmemize yardımcı olacaktır. Özellikle Türkiye'nin olası bir çatışmadan son derece olumsuz etkileneceğini göz önünde bulundurduğumuzda, İran ile ABD arasında açık savaşa varabilecek bu sürecin doğru okunması büyük önem arz etmektedir.
İran'ın hataları: Kaçırılan fırsatlar ve yanlış okumalar
Rejiminin tepesindeki karar alıcıların, birçok defa İran'ın ABD'yle süregelen çatışmadaki eylem kapasitesiyle ilgili kritik hatalar yaptıkları ifade edilebilir.
İran'ın ABD stratejisinde, belki de en kritik hata denilebilecek yanlış muhasebesi, Obama dönemindeki fırsatları yeterince değerlendirmemekti. İran'ın bölgesel rakiplerine, özellikle Suudilere mesafeli duran Obama yönetimi, İran'ın izolasyonuna son vermeyi istemiş ve ülkenin uluslararası camiaya geri dönmesi için “onurlu” bir çıkış fırsatı sunmuştu. Fakat Tahran'daki şahin kanadın “ABD politikalarının Amerikan müesses nizamı tarafından belirlenmesi” ve “Obama'nın diğerlerinden farklı olmaması” gibi yanlış okumalarda ısrar etmesi, Tahran'ın Obama dönemindeki “fırsat penceresini” kaçırmasına neden oldu.
Tahran ikinci stratejik hatasını Trump yönetiminin Beyaz Saray'a girdiği ilk günlerde yaptı. Nükleer anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte neredeyse Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu'nun ve ABD'nin ülkeye yönelik ekonomik yaptırımlarının kaldırdığı bir dönemde, içeride halk desteğinin artması, ekonomisinin yeniden büyümeye geçmesi ve uluslararası alanda “meşru” bir aktör olarak görülmeye başlanması başta olmak üzere çeşitli imtiyazlar elde etmişti. Fakat Trump yönetimini “ciddiye almayan” Tahran, Trump'ın seçim kampanyasından itibaren sık sık vurguladığı mesajları görmezden geldi. Seçmenlerine Obama döneminde yapılan neredeyse her şeyi geri alacağını ve tersine çevireceğini vaat eden, şahin isimlerden oluşan kadroyla savaş kabinesi kuran, İsrail-Evanjelist lobilerinin istediğini yerine getiren ve Suudilerle yakın temas içinde bulunan Trump'a karşı İran, ilk baştan meydan okuma seçeneğini tercih etti. Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen'de dört Arap başkentini “kontrol etmenin” zafer sarhoşluğu içerisinde olan İran, bölgede ABD müttefiklerini provoke edecek yayılmacı politikalarını daha da şiddetli bir biçimde izledi.
Trump yönetiminin farklı öncelikleri ve keyfî Orta Doğu politikası
İran-ABD ilişkilerinin sadece Tahran'ın adımlarının sonucunda bu aşamaya geldiğini düşünmek doğru bir okuma olmayacaktır. ABD elçiliğini Kudüs'e taşımak ve Türkiye'ye karşı ticari kısıtlamalar uygulamak gibi tek taraflı politikalar izleyen Trump yönetimi, özellikle İran'a karşı alternatif sunmayan ve tehlikeli bir strateji izlemiştir.
Trump yönetimi, maksimum baskı politikası çerçevesinde, İran ekonomisini kuşatmaya alarak nükleer programını ve özellikle bölgesel yayılmacı faaliyetlerini durdurmayı amaçlamıştır. Washington'ın İran nükleer anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmesi, gerilim sürecinin tekrar tırmanmasını tetikleyerek bu noktaya gelinmesi üzerinde azımsanmayacak bir etki bırakmıştır. İran'la ilişkilerin normalleşmesi için 12 şart öne süren Trump yönetimi, siyasal Şiilik temelinde kurulan ve ideolojik bir kimliğe bürünen İslam Cumhuriyeti rejiminin neredeyse kendisini inkâr etmesini talep etmiştir. ABD DİB İran Özel Temsilcisi Brian Hook'un defalarca vurguladığı “İran rejiminin maksimum baskı önünde boyun eğmesi” önermesinin gerçekçi olmadığı ve şu ana kadar savaş dışında hiçbir çıkış yolu sunmadığı ortadadır.
ABD güvenlik birimleri Süleymani'yi ortadan kaldırma seçeneğini devamlı masada tutsalar da bunun tırmanmaya giden bir tehlikeli adım olduğunun bilincindeydiler. Hatta Mossad'ın 2015 yılında Süleymani'ye Şam yakınlarında bir suikast planladığından haberdar olan Washington, Tel Aviv'i bu kararından vazgeçiremeyeceğini görünce doğrudan Tahran'ı uyarmıştı.
ABD basını, güvenlik bürokrasisine mesafeli tavrıyla bilinen Trump'ın Süleymani suikastının emrini verirken, hasım bir ülkenin iki numaralı isminin ortadan kaldırılmasının ağır stratejik sonuçlar doğurabileceği konusunda pek bir fikrinin olmadığını ve farklı öncelikleri dikkate aldığını öne sürüyor. Özellikle 1979 ABD Tahran Büyükelçiliği baskını ve 2012 yılında ABD'nin Libya Büyükelçisinin Bingazi'de öldürülmesinin ABD'li seçmende bıraktığı travmatik etkinin farkında olan ve benzer bir durumun Irak'ta yaşanmasının seçim kampanyasını yerle bir edeceğinden kaygılanan Trump, Bağdat'taki elçilik baskınının sorumlusu olarak gördüğü Süleymani'nin ortadan kaldırılması emrini vermiştir.
Sonuç
İki karşıt cephenin arasındaki jeopolitik anlaşmazlığın karşılıklı yanlış muhasebeler sonucu askeri çatışmaya dönüştüğüne dair birçok örnek tarihte karşımıza çıkar. Dünya siyasi tarihinde Osmanlı'nın çöküşü gibi derin izler bırakan Birinci Dünya Savaşı böyle bir yanlış muhasebe ve hatalar dizisinin çığ gibi büyümesinin sonucunda patlak vermişti. 40 yıllık bir gerginliği sürdüren ve “şer ekseni” ve “büyük şeytan” gibi kavramsallaştırmalarla birbirine karşı son derece hasmane tutumlar içerisinde olan İran ve ABD'nin bu hata sarmalına girdiklerini söylemek abartılı olmayacaktır.
ABD'nin Bağdat Büyükelçiliğine düzenlenen saldırı ve İran'ın bölgesel politikasının baş mimarı olan Süleymani'nin öldürülmesi, iki ülkeyi uçurumun eşiğine sürüklediği gibi, Orta Doğu'yu da yıkıcı bir çatışma sahnesine dönüştürebilir.
[Şii jeopolitiği, İran'ın savunma stratejisi ve Körfez güvenliği konularında çalışan Hadi Khodabandeh Loui İran Araştırmaları Merkezi'nde (İRAM) araştırmacı olarak görev yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iran-krizinde-donusu-olmayan-noktaya-nasil-gelindi/1694957 | 3,933 | 7,871 |
İran üzerinden Türkiye'ye düzensiz Afganistanlı göçü
İran'da mukim Afganistanlıların serbest dolaşım hakkı olduğundan Türkiye sınırına yönelmiş olmaları bir noktaya kadar anlaşılabilir olmakla birlikte çıkış noktası Afganistan olanların İran'ı bir şekilde geçerek Türkiye'ye yönelmeleri dikkat çekici.
Istanbul
Son günlerde İran üzerinden Van ve Ağrı'ya gelerek Türkiye'ye giriş yapan Afganistanlılara yönelik haberler, Türk kamuoyunun gündemini meşgul ediyor. Birkaç yıldır zaten İran topraklarından Türkiye'ye düzensiz Afganistanlı göçü düşük yoğunluklu bir şekilde devam etmekteydi. Bu durumun muhtelif gerekçeleri olmakla birlikte yakın zamanda tartışmalara konu olan Afganistanlı göçmenlerin girişi, bazı yönleriyle daha önceki geçişlerden farklılaşıyor.
Halihazırda küçük gruplar şeklinde görülen ve ilgili kurumlar tarafından kontrol altına alınan göçü, yakın dönemde Afganistan'da meydana gelebilecek milyonluk hareketliliğin öncülü olarak ciddiye almak gerekir, ki Türkiye'nin sınır güvenliği konusunda bazı tedbirler aldığına da şahit oluyoruz. Bu noktada Afganistan ve Pakistan menşeli göçün transit ülkesi İran'ın rolü önem arz ediyor.
Sınıra çekilen duvar meselesi
İran sınırının Suriye'den sonra Türkiye'nin göç dalgasına maruz kalabileceği ikinci bölge halini almış olduğunu söyleyebiliriz. İran, sınır güvenliği ve merkezi otoritenin taşradaki kontrolü açısından Suriye ile karşılaştırılamayacak durumda olsa bile birkaç yıldan beri Afganistanlıların, İran'ı (kuzey-güney hattında) neredeyse boydan boya kat ederek Batı Azerbaycan'ın Urmiye, Salmas ve Hoy hattından Türkiye'ye kitleler halinde giriş yapabiliyor olması akla pek çok soru getiriyor. Buna mukabil Türkiye bir süredir Iğdır-Ağrı/Van-Hakkari düzlemindeki İran sınırına, zahmetli ve de oldukça masraflı bir proje olarak beton duvar çekiyor, hendek kazıyor ve sınır güvenliği teçhizatlarını modernize ediyor. İran-Türkiye sınırına çekilen setin bir yandan yasa dışı geçişler ve kaçakçılığı önlemesi, diğer yandan terör örgütü PKK'nın bölgedeki manevra kabiliyetini kısıtlaması öngörülüyor. Bu adımların geleceğe yönelik tedbirler olduğu ve Türkiye'nin bölgedeki olası istikrarsızlıklara hazırlandığı anlaşılıyor.
Her ne kadar İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatibzade, sınır hattına çekilen duvarı olumlu karşıladıklarını belirtse de sabık İran Cumhurbaşkanı bir konuşmasında “Duvar çekme dönemi sona ermiştir.”[1] demekten geri durmamıştı. Hükümet kanadından daha net bir ifade bir önceki Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Çevre Koruma Teşkilatı Başkanı İsa Kelanteri'den gelmiş, Kelanteri duvarın çevreye zarar verdiğini ileri sürerek itirazlarını, Dışişleri Bakanlığı üzerinden Türk yetkililere aktaracaklarını belirtmişti. [2]
İran'da siyasi elitler de dahil olmak üzere belli kesimlerin bu girişimden rahatsız oldukları ayan beyan ortada. İran sınırına duvar çekilmesinin “Türkiye'nin güvenliğiyle” gerekçelendirilmesine eleştiriler getiriyorlar.[3] Güvenlik duvarına yönelik değişen tonlarda tepkiler, İranlı siyasetçiler ve uluslararası ilişkiler uzmanları bir yana, çevre bilimcilerden kültür adamlarına değin geniş bir yelpazeden geliyor. Zira pek çok İranlı uzmana göre İran sınırı, Türkiye'nin milli güvenliğini olumsuz etkileyecek gelişmelere sahne olmamakta. İran'da mukim Afganistanlıların ülkede serbest dolaşım hakkı olduğundan Türkiye sınırına yönelmiş olmaları bir noktaya kadar anlaşılabilir olmakla birlikte çıkış noktası Afganistan olanların dahi İran'ı bir şekilde geçerek Türkiye'ye yönelmeleri dikkat çekici bir durum teşkil ediyor.
Türkiye'nin sınırına güvenlik duvarı çekerken İran'ı suçlayıcı bir dil kullanmamasına, hatta bunun da ötesinde İranlı yetkililerle koordinasyon içerisinde olmasına rağmen İran'dan yükselen hoşnutsuzluğun psikolojik olduğu kadar politik boyutu da bulunuyor. Psikolojik açıdan bakıldığında, pek çok İranlı, Türkiye'nin bu girişimle İran'ı, Irak ve Suriye gibi istikrarsız bir komşu olarak algıladığını düşünüyor. Politik olarak ise duvarın İran'ı “sınır güvenliğini sağlayamayan ülke” şeklinde lanse ettiğini, dolayısıyla İran'ın itibarına gölge düşürdüğünü düşünüyor. Dolayısıyla güvenlik duvarına ilişkin İran'daki algı, ülkedeki Türkiye'ye dair klasikleşmiş “tarihi ve bölgesel rakip” kompleksinden bağımsız değil.
Ne var ki şimdilerde Afganistanlı göçmenlerin geçiş güzergahı olan İran sınırının korunması, Türkiye'nin orta ve uzun vadede gerek Afganistan gerekse de Pakistan ya da üçüncü ülkelerden gelebilecek göç dalgaları için hayati önemde taşıyor. Türkiye, duvar çekme işlemiyle bir bakıma gelecek 10 yılda susuzluk, fakirlik ve savaş gibi sebeplerle yaşanabilecek bölgesel göç hareketlerine karşı çok yönlü tedbirlerden sadece birini alıyor. Bölgesel göç sorunu Türkiye'nin olduğu kadar İran'ın da bir sorunu ve sınırlar tek taraflı değil, iki taraflı korunabilir. Taliban'ın yönetimi ele geçirmesinden sonra Afganistan'dan kitlesel çıkışların başlaması halinde İran topraklarının Türkiye istikametinde bir “serbest geçiş güzergahı” olacağı izlenimini uyandıran mevcut durum, Türkiye'yi sınır güvenliği sebebiyle kaygılandırmaya yeter. Tahran'dan üst düzey isimler, geçmişte çeşitli bölgesel konularda Türkiye'nin güvenlik kaygılarını anladıklarını pek çok defa ifade etmişlerse de bu konuda somut adımlar atmaktan zaman zaman imtina etmişlerdir. Bu ise ikili ilişkilerde güvensizliğin zeminini oluşturuyor.
Neden genç erkekler geliyor?
Tartışma programları ve sosyal medyada Türkiye'ye sadece genç erkeklerin gelmesi üzerinden bir algı oluşturulmaya çalışıldığına ve bunun iç politikada hükümeti sıkıştırmak için kullanıldığına şahit oluyoruz. Oysaki Türkiye'ye gelen Afganistan ve Pakistan kökenli göçmenler daha önce de genç erkeklerden oluşmaktaydı. Zira bu gruptakiler, çoğunlukla ailelerini kendi ülkelerinde bırakarak herhangi bir iş bulmak için Türkiye'ye ve şayet imkan olursa Avrupa'ya doğru yola çıkan kesimler. Mesela Afganistan'ın kuzeyindeki Kunduz şehrinden yola çıkan bir göçmenin, Ankara'ya varabilmek için karayoluyla yaklaşık 4 bin kilometrelik bir yolu, bazen yürüyerek bazen de konforsuz vasıtalarla belki de aylar sürecek bir yolculukla geçmesi gerekiyor. Türkiye'ye değil de İran'a varmışsa zikredilen rakamın yaklaşık yarısı kadar mesafe almış demektir. Bu yolculuğa çıkan çaresiz bir insanın yolculuk esnasında ölüm tehlikesi atlatması, soyulması, eşyalarının gasbedilmesi, kaçırılması, sınır muhafızları tarafından darbedilmesi, aç veya susuz kalması, insanlık dışı muamele görmesi, iç organlarını satmak durumunda kalması işten bile değil. Dolayısıyla düşünmesi bile insanı tedirgin eden bu yolculuğa çocuk, kadın ve yaşlıların katlanması çok zor. Bu nedenle kendini Türkiye'ye güç-bela atan bu Afganistanlı göçmenlerin Türkiye'nin bölgesel çatışmalarda kullanacağı paralı askerler veyahut radikal gruplar olabileceğini düşünmek akla gelebilecek en son seçenek dahi olmasa gerek. Türkiye'nin hele sözüm ona Libya'ya göndereceği paralı askerleri ülkeye İran'dan karayoluyla getireceğini düşünmek de akla-mantığa hiç uymuyor.
İran'da 2018'den beri ciddi anlamda kötü seyreden ekonomik koşullardan doğal olarak Afganistanlı göçmenler de etkilendiler. İran'da mukim Afganistanlıların üçüncü bir ülkeye gidiş yolları ararken Taliban'ın son iki yılda Afganistan'da alan hakimiyeti kazanması adeta bir domino etkisi yarattı. Görüldüğü kadarıyla Türkiye'ye, İran'ı transit olarak kullanan Afganistanlıların yanı sıra halihazırda İran'da ikamet eden Afganistanlılar da geliyorlar. Dolayısıyla bu göçmenlerin profili değişkenlik arz etmekte olup bunlar genel olarak üç grupta toplanabilir: Eskiden beri Afganistan'da var olan ekonomik sorunlar ve istikrarsız ortam nedeniyle ülkeyi terk edenler, Taliban'ın ilerleyişinin yarattığı korku nedeniyle bu grubun muhtemel hedefinde olabilecekler, İran'da mukim olmasına karşın asgari geçim şartlarını temin edememesinin yanı sıra Tahran yönetiminin Afganistanlıları ülkeyi terk etmeye teşviki sebebiyle yeniden göçe başlayanlar.
Şimdilerde Türkiye'ye giriş yapanların ise en çok üçüncü gruptaki Afganistanlılar olduğu söylenebilir. Zira Taliban'ın ilerleyişi sebebiyle Afganistan'dan milyonluk göç hareketliliğinin başlayabileceğini ve bunun ilk durağının da İran olacağını bilen İran'da mukim Afganistanlılar, öngördükleri kötü senaryo daha gerçekleşmeden deyim yerindeyse Türkiye'ye akmaya başlamıştır.
İran'ın rolü
Afganistan'dan başlayan göç hareketliliği görüldüğü kadarıyla henüz kitlesel bir boyuta ulaşmamışsa da kitlesel göçe dönüşme potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz. İran'ın Afganistanlı göçmenlerin yaklaşık 3 bin kilometrelik bir yolu geçmesine göz yumduğu veya göçmen grupları Türkiye'ye doğru sevk ettiğini düşünmek bile Türkiye ve İran arasındaki iyi komşuluk ilişkilerine zarar verebilir. Ancak diğer taraftan Türkiye'yi yakından takip eden İran medyasının ve İranlı yetkililerin, İran üzerinden Türkiye'ye geçen Afganistanlılar bahsindeki suskunluğu da manidar.
Kuşkusuz uzun yıllardan beri Afganistanlılara ev sahipliği yapan İran'ın göçmen yükü fazla. Fakat bu yükün bölgedeki bir başka ülkeye kanalize edilmesi beraberinde pek çok sorunu getirebilir. Afganistan'ın kuzey komşuları olan Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan'ın göç dalgası başlaması durumunda kapılarını açmayacağı kesin. Hindistan ise bir önceki rejimde görev alan ve Taliban'ın hesaplaşmak isteyeceği isimleri alabilir. Göçmenlerin önceliği daha önce olduğu gibi İran ve Pakistan olacaktır. Bu günlerde göç dalgasına karşı İran'ın, Afganistan sınır bölgesinde kamplar oluşturduğuna ilişkin haberler basına yansıyor. Bu çerçevede İran, Pakistan ve Türkiye arasında üçlü iş birliği yapılması ve tabii ki bu iş birliğinin küresel olarak desteklenmesi göç dalgasının önünün alınmasında önem arz ediyor.
[Doktora derecesini Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünden alan Umut Başar İRAM Toplum ve Kültür Araştırmaları Masası'nda kıdemli uzman ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iran-uzerinden-turkiye-ye-duzensiz-afganistanli-gocu/2338828 | 5,013 | 10,084 |
İran yol ayrımında
ABD hedeflerine saldırı istihbaratı alındığı bahanesiyle İran'ın en önemli iki saha adamını öldüren Trump'ın, İran'ın ciddi bir karşılığı durumunda bahsettiği 52 hedefi vuracağından Tahran'da kimsenin şüphesi kalmamış durumda.
İstanbul
ABD-İran ilişkilerinin son iki yıl içinde hızlı bir şekilde gerildiği ve özellikle 2019 yılının son yarısından itibaren bu gerginliğin politik ve ekonomik düzlemden askeri düzleme kaymaya başladığı açıkça belli olmuştu. Söz konusu süreç içinde ilginç bir şekilde gerginliği kontrollü ve milimetrik olarak tırmandırmaya çalışan taraf Tahran yönetimi olurken, Trump kendisinden beklenmeyen şekilde soğukkanlılığını korumayı başarmış ve hatta ABD ordusuna ait gelişmiş bir gözlem İHA'sı İran sınırlarına yakın bir noktada düşürüldüğünde bile İran'a askeri bir cevap vermekten kaçınmıştı. Trump'ın tavrı kendisine verdiği destekle tanınan Lindsay Graham gibi etkili Cumhuriyetçi senatörler tarafından “bu durum Tahran'da hükümetinizin zaafı olarak görülebilir” şeklindeki ifadelerle eleştirilmişti. Yine Trump'ın benzer şekilde her fırsatta İran'a saldırı seçeneğini gündeme getiren Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton'ı Eylül ayında başta Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un çabaları olmak üzere uluslararası arabuluculuk girişimlerinin hız kazandığı bir dönemde görevden alması, İran'a olumlu bir sinyal olarak değerlendirilmişti. Zira İran'da Dışişleri Bakanı Cevad Zarif gibi “ılımlı” yetkililer her fırsatta Trump ile anlaşmanın mümkün olabileceğini ancak “B Takımı” olarak adlandırdıkları Bolton, Bibi (Netenyahu), Bin Zayed ve Bin Selman'ın bunu imkânsız hale getirdiğini ileri sürüyorlardı.
Gerginliğin geçmişi
Kuşkusuz ABD-İran gerginliği yeni bir durum değil. Devrimden sonraki 40 yıl boyunca iki ülke ilişkileri inişli-çıkışlı bir seyir izledi. Seksenli yıllarda İran'ın birçok taciz eylemine sessiz kalmayı yeğleyen Amerika'nın bu tavrının arkasındaki en önemli faktör henüz tam anlamıyla yerleşmemiş devrimci sistemin Doğu Blokuna meyletmesi ya da tamamen Sovyetler Birliğinin kontrolü altına geçmesi endişesiydi. Nitekim bu sebepten ötürü gerek Tahran'daki elçiliğin Kasım 1980'de basılarak 52 Amerikalı diplomatın rehin alınması gerekse de 1983 yılında İran'ın Lübnan'daki vekil güçleri tarafından ABD üssüne yapılan saldırıda 250 civarında Amerikan deniz piyadesinin öldürülmesine sessiz kalınmasındaki en büyük etken buydu. Yine o yıllarda İran'la savaş halindeki Irak'ın Sovyetlere yakın tutumu da Washington'daki bu tutumu destekler nitelikteydi. Doksanlı yılların başında Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından ABD-İran hesaplaşması için uygun bir ortam ortaya çıktıysa da Saddam Hüseyin'in dengesiz tavırları ve Kuveyt'i işgal etmesi, İran'ın ABD gündeminde ikinci sıraya yerleşmesine yol açtı. İran uluslararası ortamda en rahat on yılını bu dönemde yaşadı ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgesel ülkelerle ilişkilerini büyük oranda düzeltti. Yine de ABD devletinin hedefinde kalmaya devam etti ve özellikle Bill Clinton döneminde Irak'ın yanında “Çifte Kuşatma Stratejisine” maruz kaldı ve D'Amato yasası gibi kararlarla yaptırımlar daha etkili hale gelmeye başladı.
11 Eylül'den sonra değişen dengeler, ABD-İran ilişkilerini yeni bir merhaleye soktu. Afganistan ve Irak'ın işgali, İran'ın “şer ekseni üyesi” ilan edilmesi ve birçok ABD'li isim tarafından “bir sonraki hedef” olarak tanımlanması Tahran'ın iç ve dış politikasında ciddi değişikliklere neden oldu. 2005-2007 arasında Irak'taki Mehdi Ordusu gibi İran'ın desteklediği milislerin ABD'ye saldırılarını yoğunlaştırması, 2006 yazındaki 33 günlük Hizbullah-İsrail arasındaki savaş İran'ın vekil güçler üzerinden kendisini koruma stratejisine dayanıyordu. Nitekim Hasan Nasrallah 11 Ocak'ta yaptığı Süleymani'yi anma konuşmasında İranlı generalin bu savaştaki rolüne dair ayrıntılara da yer verdi.
Obama'nın 2009'da başkan olmasıyla ABD-İran ilişkilerinde yeni bir sayfa açıldı. Rejim değişikliği peşinde olmadığını, İran'a askeri saldırı planlamadığını, İran tarih ve kültürüne büyük bir saygı duyduğunu belirten Obama, iyi niyetini göstermek amacıyla İran'da milyonlarca kişinin sokağa döküldüğü seçim protestolarını dahi görmezden geldi. Her ne kadar Obama'nın Hamaney'e yazdığı mektuplar İran liderini yumuşatmadıysa da 2011 yılından itibaren ciddi şekilde ağırlaştırdığı yaptırımlar İran ekonomisini iki yıl içinde iflasın eşiğine getirdi ve Nükleer Anlaşma gerçekleşebildi. İran tarafının ikna edilmesinde kuşkusuz Obama'nın İran'ın Suriye dahil bölgesel politikalarına göz yummasının ve uranyum zenginleştirilmesi gibi kritik nükleer aşamanın ABD tarafından kabulünün de büyük etkisi olmuştu.
Hesapta olmayan aktör: Trump
Donald Trump'ın başkan seçilmesiyle birlikte İran için yeni bir dönemin başladığı belli olmuştu. Öngörülemez olduğu yönündeki düşüncelere rağmen Trump'ın en azından İran konusundaki politikaları başlangıçtan itibaren son derece tutarlı olageldi. Trump'ın Kasım Süleymani'nin öldürülmesinden sonra bile müzakere vurgusu yapması bu açıdan önemli. Bu durumun çok önemli bir istisnası İran'ın Irak'taki tahliye edilmiş üslere yönelik füze saldırısı sonrasında oldu. Generallerle birlikte açıklama yapan Trump'ın NATO vurgusunda bulunması İran'ın bu aşamadan sonra çok daha dikkatli hareket etmesi gerektiğini göstermiştir. Nitekim şu ana kadar İran ya da vekillerinden ABD'ye yönelik herhangi bir saldırı gerçekleşmedi ve gerçekleşmesi de beklenmiyor. Zira bir Amerikalı sivil elçilik görevlisinin öldürülmesi ya da ABD hedeflerine saldırı istihbaratı alındığı bahanesiyle İran'ın en önemli iki saha adamını öldüren Trump'ın, İran'ın ciddi bir karşılık vermesi durumunda bahsettiği 52 hedefi vuracağından Tahran'da kimsenin şüphesi kalmamış durumda. Böyle bir ortamda İran'ın artık boş üslere saldırı seçeneği olmayacaktır. İran ya bu saldırıya eş değer bir karşılık vererek yüzyıl geriye gidecek şekilde ağır bir tahribata uğrayacağı bir sarmala girecek ya da bunu göze alamayarak beyaz bayrak çekecektir ki her iki olasılık da rejimin mutlak sonu anlamına gelecektir.
Kötü kriz yönetimi
Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis'in ölümüne yol açan saldırıları “İran'ın 11 Eylül'ü” olarak nitelendirmek abartılı değildir. İran'ın son 40 yıllık dış politika kazanımlarını simgeleyen, iç politikada tarafsız görüntü vermeye çalışan, ismi cumhurbaşkanlığı adaylığı için anılan, antik İran efsanelerindeki figürlerle karşılaştırılan, hatta ölümünden sonra Şahlık rejimi yetkilileri tarafından bile övgü ile anılan bir isimdi. İran'a dair güç projeksiyonlarında adı merkezde yer alan, kendi tabiriyle “ABD'nin her an öldürebileceği ancak sonrasında yaşanacakları bildiği için bunun gerçekleşmeyeceğini” düşünen bir isimdi. Dolayısıyla böyle sembolik yükü fazla bir ismin ansızın öldürülmesinin doğurduğu şok, krizin aşırı kötü bir şekilde yönetilmesine sebep oldu. Tahran'da ve ülke çapında on binlerce ilan panosunun “zorlu intikam” sloganlarıyla süslenmesine rağmen misilleme saldırılarında, hiçbir ABD'liye zarar gelmemesi, aksine cenaze törenleri esnasında onlarca İranlının daha hayatını kaybetmesi dikkat çekiciydi.
Bundan da önemlisi Ukrayna yolcu uçağının İran tarafından düşürüldüğünün ısrarla reddedilmesi ve bu yönde yayın yapan yurtdışındaki İranlı gazetecilerin tehdit edilmesi, olayın sorumlusunun Devrim Muhafızları olduğunun resmen itiraf edilmesinden sonra kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuş durumda. “Ilımlı” Milletvekili Mahmud Sadıki'nin “Kasım ayındaki olaylarda kaç kişinin öldürüldüğünü gizlediniz, uluslararası baskılar olmasa bunu da gizlerdiniz” demesi yalnızca şahsına ait bir görüş değil ve İran gazetecilerinin çoğunun kara sayfalarla manşetten verdiği gibi toplumsal bir tepkiye yol açmış durumda. Sanatçılardan sporculara ve kimi yetkililere kadar çok sayıda isim mümkün olan çeşitli yöntemlerle eleştirilerini ortaya koyuyorlar. Özellikle, hayatını kaybedenlerin arasında çok sayıda başarılı genç öğrencinin bulunması ve bunların insan hikayelerinin İran dışında faaliyet yapan Farsça medyada yoğun olarak işlenmesi İran halkını duygusal açıdan çok daha keskin hale getiriyor.
Tahran'ın kader kararı
Gelinen noktada zaten meşruiyet krizi yaşayan ve sürekli farklı sebeplerle küçük çaplı ayaklanmalarla boğuşan ve ekonomik açıdan felç olmuş yönetimin sürekli tekrarladığı hamasi retoriklerine rağmen misilleme olarak ancak boş üsleri vurabilmiş olması, kırk yıldır dillendirdiği meydan okumaların sınırlarını göstermiş oldu. Bu durum hem çekirdek tabanda hem de sıradan kitlelerde büyük bir hayal kırıklığına yol açıyor. Üstelik ABD'nin bunu teknik olarak çok küçük bir operasyonla başarması elitler arasında bir süredir devam eden tartışmaları hızlandırdı ki bunun ülke içinde ve diasporadaki temsilcileri üzerindeki etkisi şimdiden görülüyor. Kırk yıldır halkın önemli bir kısmı her türlü iç ve dış probleme rağmen yukarıda Süleymani'den nakledilen ifadede olduğu gibi ülkelerinin askerî açıdan ABD karşısında bile caydırıcılığa sahip olduğunu düşünüyordu. Bütün anlatısı yıkılma riskiyle karşı karşıya bulunan İran'da şu an devletin rasyonel kanadının Hamaney'i ve etrafında son yıllarda tahkim ettiği savaş yanlısı ekibi ikna faaliyetlerinde bulunduğu gözlemleniyor. İran'ın önümüzdeki birkaç ay içinde ABD ile masaya oturmaması, aksine nükleer faaliyetlerinin boyutlarını artırması ya da vekil güçler üzerinden ABD askerlerini öldürmesi durumda Tahran'ın yakın tarihinin en kapsamlı meydan okumalarından birisiyle karşılaşacağı söylenebilir. Rasyonel kesim bu gidişatı durdurmak için elinden geleni yapacaktır zira artık sloganların bir anlam ifade etmediği anlaşılmıştır ve Avrupa ülkelerinin “İran nükleer anlaşması” olarak da bilinen Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) ile ilgili son kararı, İran'ın karar vermek için fazla zamanı kalmadığını göstermektedir. Bu açıdan Ayetullah Hamaney'in Cuma namazında vereceği mesajlar İran kadar tüm bölgeyi de yakından ilgilendirecektir.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) başkan yardımcısıdır] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iran-yol-ayriminda/1704554 | 4,928 | 9,947 |
İran'ın çift başlı askeri sisteminde çatlak işaretleri
Tuğamiral Seyyari ve Eski Deniz Albay Samedi'nin açıklamaları, devletin Devrim Muhafızları'na ayrıcalık tanıyan yaklaşımından ve orduya karşı sergilediği ayrımcılıktan doğan rahatsızlığın ordu saflarında kritik biçimde artışının önemli bir belirtisi.
İstanbul
İran Ordusu Koordinasyon Yardımcısı ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Tuğamiral Habibullah Seyyari daha önce benzeri görülmemiş açıklamalarda bulunarak ülkenin siyasi ve ekonomik meselelerine müdahalesi dolayısıyla Devrim Muhafızları Ordusu'nu (DMO) üstü kapalı şekilde hedef aldı. Tuğamiral Seyyari yayınlarında orduyla alakalı menfi bir imaj çizdiği gerekçesiyle İran Radyo Televizyon Kurumu'nu (IRIB) ağır ifadelerle eleştirdi. Seyyari kamuya ait bir yayıncı kuruluşun “Ordunun İran kara sularını savunmada gösterdiği ihmalkârlık” şeklindeki yorumlarının “kasıtlı” olabileceğini ileri sürdü. IRIB'in Devrim Muhafızları'nın propaganda organına dönüştüğünü ima eden Tuğamiral Seyyari'nin açıklamalarına bir destek de Emekli Deniz Kurmay Albay Huşeng Samedi'den geldi. Samedi kamuya ait yayıncı kuruluşlarda ordu aleyhinde yayınlanan dizilerin ve programların ordunun imajını zedeleyerek bu durumun milli menfaatlere zarar verdiğini ifade etti.
Ortaya çıkan çatlak, 1979 Devrimi'nden sonra seküler subayları tasfiye etmesine ve Velayet-i Fakih rejiminin ideolojisini ordu personeline aşılama çabalarına rağmen, rejimin “güvenilir” bir ordu oluşturmakta başarısız olduğunu da gösteriyor.
İran resmi haber ajansı İRNA, Tuğamiral Seyyari'yle yaptığı mülakatın kısa bir videosunu yayımladı. “General Seyyari'den orduya dair daha önce konuşulmamış şeyler” başlıklı video 31 Mayıs Pazar günü, yayımlandıktan birkaç saat sonra İRNA'nın internet sitesinden kaldırıldı. Tuğamiral Seyyari'nin Devrim Muhafızları aleyhinde açıklama yapmasından bir hafta sonra, İRNA Haber Ajansı Genel Müdürü Ziya Haşimi görevden alındı.
Sosyal medyada yer alan iddialara göre röportaj, Düzenin Yararını Teşhis Konseyi Sekreteri Muhsin Rızai'nin isteği ve İran Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Serdar Bakıri'nin emri üzerine yayından kaldırılmıştı. Devrim Muhafızları yaptığı açıklamada, Devrim Muhafızları ile Ordu arasında bir çatlak olduğu konusunda uyarıda bulundu. Silahlı kuvvetlerin “birlik ruhuna ve kardeşliğine” vurgu yapılan açıklamada “düşmanların Devrim Muhafızları ile Ordu arasında ihtilaf oluşturma çabalarına karşı uyanık olunması gerektiği” vurgulandı.
Tuğamiral Seyyari Kimdir?
Tuğamiral Seyyari'nin birçok yönüyle kendine özgü bir ağırlığı olduğu biliniyor. Medyada sık sık gündeme gelen Seyyari, İran-Irak Savaşı'nın başladığı ilk günlerde Irak ordusuna karşı sergilediği “kahramanca” direnişiyle bilinen Buşehr Deniz Komando Tugayı'nda görev yapmıştı. İran Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini yürütmüş olan Tuğamiral Seyyari, İran donanmasının açık denizlerde misyon üstlenmesi fikrini ortaya koymuştu. Ekim 2017'de Venedik'te gerçekleştirilen Akdeniz ve Karadeniz Ülkeleri Bölgesel Deniz Kuvvetleri Sempozyumu'na katılan Tuğamiral Seyyari Devrim'in ardından bir Batı ülkesini ziyaret eden ilk İranlı komutan oldu. Ayrıca Seyyari'nin girişimiyle Hint Okyanusuna Kıyıdaş Ülkelerin Deniz Kuvvetleri Toplantısı'nın altıncısı Tahran'da düzenlendi.
Savaş döneminde Devrim Muhafızları'nın ideolojik yaklaşımının getirdiği yenilgileri yakından gören ordu, ülkenin dümeninin tamamen onların kontrolüne geçmesini kaygıyla izliyor.
Tuğamiral Seyyari orduya karşı yapılan bütçe ayrımcılığını da gündeme getirerek ordunun itirazlarını dillendiren komutan olarak öne çıktı. ABD'nin azami baskı politikası sonrasında ekonomik darboğaza giren İran devleti, birçok kurumun bütçesinde kesintiye gitse de, Devrim Muhafızları bu uygulama dışında tutulmuştu. Ordunun askeri personel sayısı Devrim Muhafızları'ndan fazla olmasına ve eski silah envanterini modernize etme ihtiyaçlarına rağmen, Devrim Muhafızları'nın bütçesi ordu bütçesinin neredeyse 2,5 katına ulaştı.
Anayasal farklılıklar
İran Anayasasına baktığımızda ordu ile Devrim Muhafızları'nın ana farkını coğrafi faaliyet alanları oluşturuyor. Resmi unvanı “İslam Devrimi Muhafızları Ordusu” olan bu kurumun misyon sahası İran sınırlarını aşıyor. Nitekim İran ordusu, istisnai örnekler dışında, ülke dışındaki askeri faaliyetlere müdahil olmazken Devrim Muhafızları'nın dış operasyonlarını yürütmek için bağımsız bir kuvvet olan Kudüs Gücü, diğer ülkelerdeki siyasi süreçlere yoğun bir şekilde müdahil olmaktadır. İran anayasasının 145. maddesi yabancıların orduya katılamayacağını belirtirken Kudüs Gücü yabancı ülke vatandaşlarını milis olarak kadrolarına alıp özellikle Suriye iç savaşında çatışma alanına sürmüştür.
“Güvenilmeyen” ordu ve silahlı kuvvetlerde 40 yıllık çatlak
1979 Devrimi sürecinde tarafsızlığını ilan etse de ordu devrimci güçlerin güvenini kazanamadı. İçindeki birçok generalin idam edilmesine ve seküler kadroların işten çıkarılmasına rağmen, ordunun Velayet-i Fakih rejimine karşı darbe girişiminde bulanabileceği kaygısı, ulema eksenli iktidarın Devrim Muhafızları'nı kurmasının ana nedenleri arasında yer alıyor. Ayetullah Humeyni iktidarını ortadan kaldırmayı hedefleyen ve Hava Kuvvetleri komutanlarının başını çektiği 9 Temmuz 1980 Noje darbe girişimi, bu kaygıların kısmen gerçekçi olduğunu gösterdi. Darbenin engellenmesinde oynadığı rolden dolayı Devrim Muhafızları, yeni kurulan ulema eksenli düzenin koruyucusu olduğunu kanıtladı ve bu şekilde “ulema-asker ittifakının” temelleri atılmış oldu.
İran-Irak Savaşı'nda İran'ın savunma konsepti Ordu Kara Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Veliyullah Fellahi tarafından dizayn edilmişti. Ordu savaş yönetiminden harekât düzenleme şekline kadar konvansiyonel metotları izleyerek zayiatı minimuma düşürmeye çalışırken, Devrim Muhafızları'nın deneyimsiz kadroları adeta deneme yanılma yöntemiyle operasyonlar düzenlemişti. Ordunun kilit operasyonlarda sergilediği başarılara rağmen, devlet destekli medya zaferleri Devrim Muhafızları'nın adına yazarken hezimetlerden orduyu sorumlu göstermişti. Ordunun profesyonel tutumu “korkaklık” olarak resmedilirken Devrim Muhafızları'nın intiharvarî insan dalgası saldırıları “Kerbela şehadet kültünün” tecellisi olarak resmedilmiş ve yüceltilmişti.
İran-Irak Savaşı'nın ardından Devrim Muhafızları ve ordunun tek bir çatı altında birleştirilmesi teklifi Ayetullah Humeyni tarafından onaylansa da, Humeyni'nin ölümü ve Ali Hamaney'in liderlik makamına gelmesiyle birlikte, Devrim Muhafızları'nın orduya entegre edilme çalışmaları iptal edildi. Bu dönemde Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani devrimci uygulamalara son vererek İran-Irak Savaşı'nın akabinde ekonomik kalkınma sürecini başlattı. Rafsancani'nin bu bağlamdaki kapsamlı icraatları, teknokratların iktidara gelmesine ve Devrim Muhafızları'nın güç kaybetmesine neden oldu. Rafsancani bu reformcu uygulamalarını güvenlik bürokrasisi ve özellikle İran Gizli Servisi VEVAK'ın desteğiyle ilerletti ve birçok istihbaratçıyı yönetici olarak kilit görevlere atadı. Bu durumu devrimci idealleri ve kendi liderliği için bir tehlike olarak gören Hameney, Devrim Muhafızları'nın durumdan rahatsız olan komutanlarını işbirliğine çağırdı ve Devrim Muhafızları bünyesinde paralel bir istihbarat aygıtı oluşturmaya başladı. İşte bu noktadan itibaren, Muhafızların istihbarat, ekonomi ve siyaset alanlarına girmesiyle birlikte, ordunun konumu daha da zayıfladı.
İlerleyen süreçte Devrim Muhafızları'nın siyaseti dizayn etme girişimleri, bu gücü sürekli olarak reformcu ve ılımlı kanatla karşı karşıya getirdi. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani 2017 yılında üst düzey ordu komutanlarıyla görüşmesinde, silahlı kuvvetlerin siyaset üstü bir tutum izlemesi gerektiğini ifade ederek askerin siyasete müdahalesinden rahatsız olduğunu dile getirmişti. “Ordu'nun en büyük sermayesi halkın güveni ve siyasi hiziplerden bağımsızlığıdır” diyen Ruhani, zımni olarak Devrim Muhafızları'nın halk nezdinde destek görmediğini ima etmişti. Cumhurbaşkanı Ruhani “Ordu siyaseti iyi anlıyor fakat İmam Humeyni'nin (silahlı kuvvetlerin siyasete müdahil olmamasına dair) vasiyetine uyarak hiçbir zaman siyasi oyunlara karışmamıştır” ve “Şah rejimi döneminde ordu komutanlarının adı birçok yolsuzluğa karışmış; fakat bugün ülkemizdeki herhangi bir yolsuzlukta ordunun adı geçmemektedir” şeklindeki ifadeleriyle Devrim Muhafızları'na göndermede bulunmuştu. Anayasaya göre silahlı kuvvetler üzerinde herhangi bir yetkiye sahip olmayan Cumhurbaşkanı Ruhani “silahlı kuvvetleri desteklemeye devam edeceğim” demişti. Bu görüşmeden iki gün sonra, Ali Hamaney üç üst düzey ordu komutanını görevden almıştı. Anayasaya göre başkomutanlık yetkilerine sahip olan Hamaney, ordu komutanlarına kırmızı çizgileri geçtikleri takdirde elenip gideceklerini göstermişti.
Değerlendirme ve projeksiyon
Devrim Muhafızları görev tanımını genişleterek siyaset, ekonomi, güvenlik ve istihbarat alanlarında faaliyet gösterirken, ordunun tek misyonu ulusal sınırları korumaktan ibarettir. Bu durumda toplumsal, ekonomik, siyasi ve askeri güçlerle sürekli yarışma halinde olduğunu hissettiren Devrim Muhafızları ile alakalı olarak toplumda “çatışmacı ve müdahaleci” bir imaj oluşmuş durumda. Bu yüzden Seyyari'nin Devrim Muhafızları'nı eleştirmesi, ülkenin konvansiyonel ordusuna duyulan sempatiyi de artırdı. Ayrıca Devrim Muhafızları'na karşı yeni bir eleştiri dalgasını da beraberinde getirdi.
Tuğamiral Seyyari ve Eski Deniz Albay Samedi'nin açıklamaları, devletin Devrim Muhafızları'na ayrıcalık tanıyan yaklaşımından ve orduya karşı sergilediği ayrımcılıktan doğan rahatsızlığın ordu saflarında kritik biçimde artışının bir belirtisi. Ordu komutanları, alışılageldiği üzere, ülkenin siyasi ve ekonomik meselelerine dair yorum yapmamaya geleneksel olarak dikkat etmişler ve bilhassa Devrim Muhafızları'nı eleştirmekten kaçınma hususunda özenli davranmışlardır. Seyyari'nin daha önce benzeri görülmemiş eleştirileri, İran silahlı kuvvetlerinin ikili yapısıyla ilgili krizin boyutlarını ortaya koyuyor. Ayrıca ortaya çıkan bu çatlak, 1979 Devrimi'nden sonra seküler subayları tasfiye etmesine ve Velayet-i Fakih rejiminin ideolojisini ordu personeline aşılama çabalarına rağmen, rejimin “güvenilir” bir ordu oluşturmakta başarısız olduğunu da gösteriyor.
Ordunun geçmişi, devrim sonrasında uğradığı ayrımcılık ve gündelik siyasetten uzak duruşu, kendisine milli bir kurum gözüyle bakılmasını sağladı. İslam Cumhuriyeti karşıtı muhalefet, halk nezdinde saygın bir imaja sahip olan ordunun “olası bir geçiş sürecinde” tarafsız tutum sergileyeceğini ve Devrim Muhafızları'nın Suriye benzeri olası şiddetli bastırma uygulamalarını engelleyeceğini umuyor. Milliyetçi Fars muhalefeti de Devrim Muhafızları'nı ana düşmanı olarak görürken orduyu “geçiş sürecinde” İran'ın toprak bütünlüğünü koruyacak güç olarak görüyor.
Devrim Muhafızları'nın yeni meclisin başkanlığı ve kritik komisyonlarını ele geçirmiş olması, bu iki silahlı güç arasındaki dengeyi tamamen ortadan kaldırmakta. 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yürütme erkini de kontrolü altına almak için hazırlıklarını yapan Devrim Muhafızları'nın siyasetin merkezine yürüyüşü ve iç politikadan dış politikaya kadar belirleyici ana aktör haline gelmesi orduyu daha da kaygılandırıyor. Sonuç olarak, savaş döneminde Devrim Muhafızları'nın ideolojik yaklaşımının getirdiği yenilgileri yakından gören ordu, ülkenin dümeninin tamamen onların kontrolüne geçmesini kaygıyla izliyor.
[Hâdi Khodabandeh Loui İran Araştırmaları Merkezi'nde (İRAM) Güvenlik Çalışmaları Koordinatörü olarak görev yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iranin-cift-basli-askeri-sisteminde-catlak-isaretleri/1871830 | 5,744 | 11,672 |
İran'ın Suriye'de mezhep odaklı stratejik hedefleri
Milyonlarca Sünni Suriyeli zorla yerinden edilerek mülteci durumuna düşürüldü. Esed rejimi Lübnan'da kalan ve özellikle Şam ve Humus'un kenar mahallelerine dönmek isteyen çok sayıda Suriyeli mültecinin geri dönüşüne izin vermiyor
İstanbul
İran Suriye'de halk ayaklanmasını bastırmak için Esed rejiminin yanında durdu. Bu amaçla milis örgütlerin kurulmasını sağladı ve Şiilerin kutsal mekânlarını koruma bahanesiyle bazı bölge ülkelerinden binlerce Şii milisi Suriye'ye getirdi.
Bununla beraber Suriye'de nüfuzunu güvence altına almak için bürokraside, orduda, güvenlik kurumlarında, üniversitelerde ve ticaret ve ekonomi sektörlerinde kendisine bağlı kişilerden bir ağ oluşturarak onların kritik karar mercilerinde görev almalarını sağladı. Ayrıca onlarca milyar dolarlık harcamalarını telafi etmek için Suriye'ye ekonomik anlaşmalar dayatarak bazı imtiyazlar elde etti. Dahası, Suriye devletini kendisine bağımlı hâle getirmek için kendisinden kredi almaya zorladı. Ne var ki tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Suriye'nin toplumsal yapısına yönelik başka bir çaba içine girdi. İran'ın bu çabası, Suriye'den çekilme mecburiyetinde kaldığı takdirde, uzun vadeli çıkarlarını koruyabilmek maksadıyla, yumuşak güç politikası doğrultusunda, Suriye halkında İran'a yakın toplumsal bir taban meydana getirme niyetini taşıyor.
Suriye rejimi ve müttefikleri şu anda Suriye topraklarının yaklaşık yüzde 65'ini kontrol ediyor. Fakat bu coğrafi bölgedeki bazı noktalar, İran için daha fazla önem arz ediyor. Şam şehri ve çevresi, Suriye'nin güneyi ve İsrail, Irak ve Lübnan sınırlarındaki bölgeler İran için stratejik öneme sahip. Bu nedenle İran Esed rejiminin işbirliğiyle söz konusu bölgelerdeki demografik yapıyı sistematik olarak değiştirmekte
İran kendi ideolojisine bağlı toplumsal bir tabanın yokluğunda Suriye'deki nüfuzunu uzun vadede koruyamayacağını biliyor. Suriye'de Şii bir nüfus bulunması bu nüfuzun uzun ömürlü olması açısından çok önemli olmasına rağmen, şu anda sayılarının çok az olması (2000 yılında toplumun sadece yüzde 1'i Şii idi) bu amacın gerçekleşmesini zorlaştırıyor. İran bu engeli aşmak için, Suriye toplumunda Şiiliği yaymak amacıyla kesintisiz bir çaba içinde. Bu doğrultuda Suriye'deki askerî varlığına son vermeden önce daha büyük kitleleri Şiileştirebilmek için siyasal çözümü geciktirmeye çalışıyor.
Hedef bölgeler
Suriye rejimi ve müttefikleri şu anda Suriye topraklarının yaklaşık yüzde 65'ini kontrol ediyor. Fakat bu coğrafi bölgedeki bazı noktalar, İran için daha fazla önem arz ediyor. Şam şehri ve çevresi, Suriye'nin güneyi ve İsrail, Irak ve Lübnan sınırlarındaki bölgeler İran için stratejik öneme sahip. Bu nedenle İran Esed rejiminin işbirliğiyle söz konusu bölgelerdeki demografik yapıyı sistematik olarak değiştirmekte. Milyonlarca Sünni Suriyeli zorla yerinden edilerek mülteci durumuna düşürüldü. Esed rejimi Lübnan'da kalan ve özellikle Şam ve Humus'un kenar mahallelerine dönmek isteyen çok sayıda Suriyeli mültecinin geri dönmesine izin vermiyor. Lübnan Hizbullahı da Lübnan-Suriye sınırındaki Kasir şehrinin bulunduğu bölgeyi ele geçirmesinin ardından, yedi sene geçmesine rağmen bölgenin Sünni nüfusunun geri dönmesine izin vermiyor.
İran kendi ideolojisine bağlı toplumsal bir tabanın yokluğunda Suriye'deki nüfuzunu uzun vadede koruyamayacağını biliyor. Suriye'de Şii bir nüfus bulunması bu nüfuzun uzun ömürlü olması açısından çok önemli olmasına rağmen, şu anda sayılarının çok az olması bu amacın gerçekleşmesini zorlaştırıyor
İran Şam'ın güneyindeki Zeynebiye bölgesini milisler aracılığıyla kontrol ediyor ve Beyrut'un güneyindeki Şii bölgesi gibi Şam'ın güneyinde de benzer bir bölge oluşturmayı planlıyor. Nitekim bu amaçla, yerel aracılar vasıtasıyla bölgede mülk ve arazi satın almakta. Ayrıca Şam'ın eski bir semtinde bulunan Seyyide Rukiye türbesine yakın bölgelerde mülk sahiplerine baskı yaparak mülklerini satmaya zorluyor. Doğu Guta ve Daria gibi, sakinlerinin ülkeyi terk etmek zorunda kaldığı ve artık geri dönemeyeceği bölgelerde gayrimenkul satın almak için ciddi çaba sarf edilmekte.
İran'ın dikkatini çeken bir başka yer, coğrafi konumuyla Deyrizor ili olmuştur. Deyrizor Suriye'yi Irak'a bağlayan bölge ve Tahran-Akdeniz karayolu üzerinde yer alıyor. İran'ın bu bölgeye ilgisi elbette yeni bir durum değil. İran'ın bu bölgede Şiiliği yayma çabaları 1980'lerin sonlarına dayanıyor. Son dönemde DEAŞ'ın bölgeden çıkarılmasının ardından İran, Şiiliği yayma çabalarına bu kez “teşvik ve tehdit” politikasıyla yeniden başladı. Böylece maddi ve manevi yardım ve destek sağlayarak halkla yakınlaşmaya çalıştı. Örneğin İran bu şehirde rejimin kontrolünde bulunan, yıkılma durumuna gelmiş sağlık merkezlerinden çok daha iyi ve donanımlı bir hayır hastanesi ve birkaç sağlık merkezi inşa etti. Ayrıca bazı cadde ve parkları yeniden onardı. Fakat bunlara karşılık, varlığını pekiştirmek için ilin güneydoğusunda, Çeşme Ali adıyla yeni bir kutsal mekân inşa etti ve birkaç gün sonra geri adım atmak zorunda kalsa da ilin doğusunda bulunan camilerde Şii ezanı okutturdu.
İran'ın Suriye'nin güneyine olan ilgisi, Lübnan'ın güneyinde olduğu gibi, İsrail ile sınır bölgelerinde benzer bir konuma sahip olmak istemesinden kaynaklanıyor. İran'a bağlı milislerin Ürdün ve İsrail sınırından en az 40 kilometre geri çekilmesini gerektiren anlaşmanın ardından, İran bölgedeki varlığını pekiştirmek için yeni yollar aramaya başladı. Bu doğrultuda Şiiliği yaymak için, Suriyeli gençleri kendisine bağlı yerel milis gruplarda örgütleme girişiminde bulundu.
Şiiliği yayma araçları
Esed rejimi ve müttefiklerinin halka karşı savaşının Suriye halkı için felaket sonuçları oldu. Ülkenin altyapısının yüzde 40'ı tahrip edildi; nüfusun yüzde 90'ı yoksulluk sınırının altına düştü; tüm okulların yüzde 40'ı, hastanelerin ve sağlık merkezlerinin yüzde 30'u tamamen veya kısmen yıkıldı ve okul çağındaki çocukların yüzde 35'i eğitimden mahrum kaldı. Vatandaşlar işsizlikten, iş fırsatlarının olmayışından, yerel para biriminin devalüasyonundan, yüksek enflasyondan ve hatta temel ürünlerin eksikliğinden muzdarip. İran ise halkın karşı karşıya kaldığı bu şartları Şiiliği ve kendi ideolojisini yaymak için altın bir fırsat olarak değerlendiriyor. Nitekim “hayır kurumları” vasıtasıyla giysi, örtü ve kırtasiye malzemeleri gibi maddi destekte bulunmak, sosyal olanaklar, sağlık ve eğitim hizmetleri sağlamak, kültürel, eğlence amaçlı ve dinî faaliyetler düzenlemek yoluyla vatandaşları yanına çekip Şiileştirmeye çalışıyor.
Milyonlarca Sünni Suriyeli zorla yerinden edilerek mülteci durumuna düşürüldü. Esed rejimi Lübnan'da kalan ve özellikle Şam ve Humus'un kenar mahallelerine dönmek isteyen çok sayıda Suriyeli mültecinin geri dönmesine izin vermiyor
İran'ın Suriye'de Şiiliği yaymaya çalıştığı, Aleviler ve İsmaililerle beraber diğer hedef kitleler ise şöyle sıralanabilir.
Çocuklar ve gençler
İran'ın Suriye'de Şiiliği yaymaya yönelik faaliyetleri son otuz yılı kapsıyor. Buna rağmen bu süre zarfında İran, Şii olan orta yaşlı veya yetişkinlerin daha çok maddi çıkarlar güderek mezhep değiştirdiklerini gördüğünden, bu kesimlere İran'ın çıkarlarını korumak açısından pek güvenemiyor. Bu nedenle dikkatini daha çok çocuklara ve gençlere yöneltmiş durumda. İran okulları kontrol etmek, müfredatı değiştirmek ve izcilik merkezleri kurmak gibi çeşitli yöntemlerle, Şiiliğin nüvelerini yeni kuşakların kafasına yerleştirmeye çalışıyor.
İran'ın bu konudaki ilk adımı, özellikle Şam, Deyrizor ve Halep bölgelerinde savaşta zarar görmüş onlarca okulun yeniden inşa edilmesiyle atıldı. Örneğin Mart 2017'de İran İmar Cihadı Kurumu, Halep'te hasarlı toplam 85 okuldan 55'inin onarımını tamamladı. Bu okullar Şii propagandası için temel hedeflerden biri hâline geldi. İranlı yetkililerin ve milis grupların komutanlarının bu okullara yaptıkları sık ziyaretlere ve gerçekleştirilen çeşitli programlara ek olarak, İran yoksul öğrencilere yardım dağıtarak birçok ihtiyaç sahibi aileyi çocuklarını bu okullara göndermeye teşvik ediyor. İran'ın başlattığı bu girişimler, geldiğimiz noktada resmiyet kazanmış durumda. Ocak 2020'de İran Eğitim ve Öğretim Bakanlığı Suriye Eğitim Bakanlığı ile bir mutabakat zaptı imzaladı. Bu mutabakat zaptına göre İran Suriyeli öğretmenler için eğitim kursları açacak, ders kitaplarının hazırlanmasında ve basılmasında yardımcı olacak ve 250 okulu onaracak. Suriye Eğitim Bakanlığı daha sonra iç kamuoyunda bu yönde oluşan tepkileri yatıştırmak için, İran'ın okulları onaracağını reddetse de İran'ın bu projeden gerçekten geri çekilmesi uzak bir ihtimal.
İran, okullara yönelik bu ilgisinin yanı sıra Şam, Deyrizor ve Halep bölgelerinde “İmam Mehdi İzcileri” ve “Velayet İzcileri” adlı iki izci topluluğu kurdu. Bu iki topluluk Şii ve Sünni çocuk ve gençlerden üyeler kabul etmekte ve eğitim, din, spor, sanat ve benzeri alanlarda programlar düzenlemekte. Ayrıca gönüllülerden ihtiyacı olanların ailelerine maddi yardım sağlamakta. Bu faaliyetlerin ideolojik yönü çok ağır basıyor. Topluluğun kendi yayınladığı görüntülere göre, askerî üniformalar giymiş gönüllü çocuklar dinî bir törene katılarak mezhep ihtilaflarını körükleyen sloganlar atıyorlar. Bazı raporlara göre bu iki topluluk şimdiye kadar 10 binden fazla çocuk ve gencin kendisine katılmasını sağlayabildi.
Yerel milis grupların üyeleri ve onların aileleri
İran gençleri kendi milis güçlerine katmak için çeşitli yöntemler kullanıyor. Bu gruplara katılacak kişiler için temel hizmetler ve dokunulmazlık sağlıyor. Buna göre, katılmak isteyen gençler güvenlik güçleri tarafından takip ediliyor olsalar bile, bu gruplara katıldıktan sonra güvenlik güçleri onları takipten çıkarıyor. Aşırı yoksulluk, iş imkânlarının olmaması ve güvenlik güçleri tarafından takip edilmenin bir sonucu olarak, Esed rejimine karşı protestolara katılanlar dâhil olmak üzere çok sayıda genç bu gruplara katılmış durumda. Şiiliğe inanmak üye olmak için gereken şartlardan biri olmasa da bu gençler üye olduktan sonra İran'ın yumuşak güç programlarıyla Şiiliğe çekilmekte. Sonraki aşamada çeşitli etkinlikler ve programlarla aileleri cezbedilmeye çalışılıyor. Milis grupların mensuplarının aileleri Şiiliğin yayılmasında en önemli hedef kitlelerden biri. Örneğin İran Halep'in güney ve doğusundaki kenar mahallelerinde “Bâkır Tugayı” militan grubu da dâhil olmak üzere “Neyreb Alayı'nın” çok sayıda üyesini Şiileştirmeyi başardı. Halen Safira kentinde, çoğu Bâkır Tugayı üyesi olarak Şiiliğe geçen yüzlerce Şii aile yaşıyor.
Aşiret reisleri ve kanaat önderleri
Yukarıdaki gruplara ek olarak, İran aşiret reisleri ve nüfuzlu yerel kişilerin etkisinin farkında olarak onları kendisiyle aynı çizgiye getirmeye çalışıyor. İran bazı aşiretlerin Ehl-i Beyt soyundan gelmelerini suiistimal ederek reislerine yakınlaşmaya ve böylece Şiiliği aralarında yaymaya çalışıyor. Beşinci İmam Muhammed el-Bâkır'ın soyundan geldikleri iddia edilen Baggara aşiretinin reislerinden biri, bu çabaların sonucunda İran'la ittifak kurdu. Bu ittifaktan sonra, söz konusu şahıs, Halep'in güneydoğusunda İran'a bağlı en güçlü yerel milislerden olan Bâkır Tugayı'nı kurdu ve bu tugayın üyelerinin çoğu aileleriyle birlikte Şiiliğe geçti. Öte yandan İran, resmî Sünni kurumlarından birçok Sünni din adamını yanına çekmeyi de başardı. Böylece bu din adamları, İran'ın İsrail karşıtı konumunu gerekçe göstererek İran propagandası yapıyorlar. Suriye Başmüftüsü Ahmed Bedrettin Hassun gibi, bu kişiler Şiiliğe geçmemiş olsalar da siyasi Şiiliği desteklemekteler.
Sonuç
İran krize yönelik herhangi bir siyasi çözümün sonucunda Suriye'den askerî olarak geri çekilmek zorunda kalacağını biliyor. Bu nedenle hem devlet kurumlarında hem de Suriye toplumunda etkinliğini sürdürebilmek için her türlü çabayı sarf ediyor. İran Suriye halkının zor yaşam koşullarından yararlanarak Şiiliği onların arasında yaymak suretiyle kendine bir toplumsal taban oluşturmaya çalışıyor. Şiiliği Suriye'deki Aleviler ve İsmaililer arasında yayma çabalarının yanı sıra, Tahran-Akdeniz hattına ve Irak, Lübnan ve İsrail sınırlarına yakın bölgelerde stratejik öneme sahip alanlara daha fazla odaklanmış durumda. İran'ın Şiiliği Sünniler arasında yayma projesi çeşitli zorluklarla yüz yüze. Halkın göstereceği olası direnç bunlardan biri. Bir diğer olasılık ise mali kaynaklar ve teşviklerin kesildiği veya koşulların değiştiği takdirde mezhep değiştirenlerin tekrar Şiiliği terk etmeleri. Bu endişelerin bir sonucu olarak İran, daha çok çocuklara ve gençlere odaklanmış durumda. İran böylece Suriye'deki nüfuzunu gelecekte de sürdüreceğini umuyor. Şiiliği Suriye toplumunda yayma çabaları sadece dinî saiklere dayanmıyor; inancın İran'ın siyasi emelleri uğruna bir araç hâline gelmesinden kaynaklanıyor.
[Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Tahran Üniversitesi'nde tamamlayan Dr. Muhammed Abdulmecid İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) kıdemli analistidir] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iranin-suriyede-mezhep-odakli-stratejik-hedefleri/2069274 | 6,519 | 12,848 |
İtalya'da koronavirüs travması
Çin'den ve Güney Kore'den sonra en çok sayıda vaka nasıl oldu da binlerce kilometre uzaklıkta bulunan İtalya'da ortaya çıktı? Neden İtalya'daki vaka sayısı Çin'le çok daha yoğun ilişkileri olan Japonya'dan bile daha fazla?
İstanbul
İtalya 22 Şubat'ta koronavirüs nedeniyle ilk ölüm vakasını kaydetmişti. Bundan önce ilk koronavirüs, 23 Ocak'ta Çin'in Hubey eyaletinden gelip Milano havaalanından ülkeye giriş yapan, kısa bir süre sonra Roma'da hastalanan iki Çinli turistte ve 6 Şubat'ta hastalığın çıktığı yer Vuhan'dan yeni dönmüş bir İtalyan vatandaşında görülmüştü. Bu ilk vakaların ardından İtalyan yetkililer, hastalığın 31 Aralık'ta ortaya çıktığı Çin'e tüm uçuşları yasaklamıştı. Avrupa Birliği (AB) içinde bu tedbiri alan ilk ülke olan İtalya, buna ilaveten uluslararası havaalanlarını da termal kameralarladonatmıştı. İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, özgüvenle “İtalya'nın uyguladığı önleme sistemi Avrupa'nın en katısıdır” demişti.
Bu ilk hastalar iyileşerek taburcu edilmişti. Fakat Milano'dan 60 kilometre uzaklıktaki Codogno kasabasında 14 Şubat'ta yeni bir vaka, aile hekimi tarafından basit bir grip olarak değerlendirilip tedavi önerilerek eve gönderilmişti. Hasta sadece iki gün sonra bölgedeki hastaneye akut solunum yolu enfeksiyonu şikâyetleriyle yeniden başvurduğunda gerekli önlemler alınmamış, virüs diğer hastalara ve görevlilere bulaşmıştı. Vakalar artınca testler yapılmaya başlanmış olmakla birlikte, virüs artık o bölgede yayılmıştı. Bahsedilen “hasta sıfır” (malato zero) Çin'den dönen bir arkadaşıyla buluşmuştu. Fakat daha sonra arkadaşına uygulanan test negatif çıkmış ve DNA incelemesinden virüsün kaynağının Münih veya Finlandiya olabileceği anlaşılmıştı.
Enteresan olan, virüsün sadece 16 bin sakini olan Codogno'ya nasıl vardığının bugüne dek anlaşılamamış olmasıdır. Bununla birlikte, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olan Codogno'nun, sakin bir kasaba olmasına rağmen bu epideminin merkezi olması şaşırtıcı görülmemeli. Kuzey İtalyalılar, nüfusu az ve yeşili bol yerleşimlerde yaşayıp ulaşım imkânlarını kullanarak, her gün çalışma ve eğitim için çevredeki büyük şehirlere gidip gelirler.
Avrupa ülkeleri arasında kültürel, sosyal ve ekonomik entegrasyon o kadar yüksek ki binlerce kişiyi mahsur bırakarak veya tedarik zincirini kırarak bütün bağlantıları birden koparmak mümkün değil. Ayrıca bununla alakalı bir acil eylem planı da bulunmuyor.
Hükümet 22 Şubat'ta epideminin yayıldığı on bir belediyeyi “kırmızı bölge” ilan ederek okulları tatil etti; hatta evden çıkma yasağı uygulayarak karantinaya aldı. Mart başında ise İtalya'daki vaka sayısı AB ülkeleri arasında en hızlı artışı gösterdi. Bu artışın, virüsün ilk ortaya çıktığı Çin dışında dünyadaki ikinci en yüksek artış olduğu görülünce, 4 Mart'ta yurt genelinde ilk, orta ve yükseköğretim kurumlarında eğitime ara verilmesi kararlaştırıldı. 8 Mart'ta ise virüsün yayılmasının önlenemediği görülünce, İtalya Başbakanı Conte, ülkenin kuzeybatısında vakaların en yoğun görüldüğü Lombardiya bölgesinin bütün illerini, bunlara ek olarak da kuzeyde bulunan on dört ilin karantinaya alınması kararını verdi. Sonraki gün ise 60 milyondan fazla insanın hareket özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde, bütün ülke karantinaya alındı.
Peki, pandeminin merkezi olan Çin'den ve komşusu Güney Kore'den sonra en çok sayıda vaka nasıl oldu da binlerce kilometre uzaklıkta bulunan İtalya'da ortaya çıktı? Neden İtalya'daki vaka sayısı Çin'le çok daha yoğun ilişkileri olan Japonya'dan bile daha fazla? Bu meselenin anlaşılabilmesi için, elbette İtalya'ya has bazı hususiyetlerin hatırlanması gerekiyor. Ülkede Kovid-19 sebebiyle görülen ölüm oranı, yüzde 4'ün üzerine çıkarak, Çin'de görülenden bile daha yüksek bir rakama ulaştı. Bu acı verici bilgileri toplamak hiç kolay değil elbette. Ama bahsi geçen bölgelerdeki tüm ölüm vakalarında koronavirüs tespit edilmişse de ölümlerdeki tek ve hakiki sebebin bu virüs olup olmadığının tespiti, mevcut kriz ortamında yapılamıyor.
Mülteci krizinde olduğu gibi, bu salgında da AB kurumlarının meselelere hızlı ve net bir çözüm üretmekte veya acil bir eylem planı kurgulamakta zorlandığı açıkça görüldü. Bu sorun sadece İtalya için değil, AB'ye üye bütün ülkeler için de ciddi bir tehlike arz ediyor.
Aslında virüs krizini yöneten Sivil Savunma'ya (Protezione Civile) ve medyaya demeç veren uzmanlara göre, bu sebeplerden biri İtalya'nın yaşlı bir nüfusa sahip olması. Maalesef Kovid-19 virüsü bağışıklık sistemi daha zayıf olan ve halihazırda başka hastalıklardan muzdarip yaşlıları doğal olarak daha çok etkiliyor. 2015 yılında ülkenin 65 yaş ve üzeri nüfus oranı yüzde 22'ye yakınken, 14 yaş altı nüfusu ise sadece yüzde 14'tü. Bu verileri daha iyi anlayabilmek için Türkiye ile bir karşılaştırma yapılabilir. 2015'den beri artış göstermiş olsa da aynı yılda Türkiye'nin 65 yaş üstü vatandaşlarının nüfusa oranı sadece yüzde 8 iken 14 yaş altı nüfus oranı yüzde 26 olarak kaydedilmiştir.
Vakaların fazlalığının sebeplerinden biri de elbette tedbirlerin geç alınmış olmasıdır. Örneğin Türkiye'de İtalya ile bütün uçuşlar 29 Şubat tarihinde durdurulmasına rağmen, İtalya Çin uçuşlarını ancak sonraki gün durdurdu. Buna rağmen, AB'nin başka bir ülkesinde alınmayan bu tedbir ciddi polemiklere yol açtı. Bazı uzmanlara göre, uçuşlar durdurulmadan önceki haftalarda Çin'den veya epideminin görüldüğü diğer ülkelerden gelen herkesin kendi evinde karantinaya alınması ve sağlık personeli tarafından müşahede altında tutulması gerekiyordu. Fakat bu yapılmadı. Bununla beraber unutulmamalı ki Çin, uluslararası turizme en çok para harcayan ülke. İtalya'ya gelen Çinli turist sayısı de sadece 2019 yılında 3,1 milyonu bulmuştu.
Doğrudan uçuşlarda en azından Çin'den gelenlerin kaydı alınabilirdi. Ancak uçuş yasağı konulduktan sonra, virüsün görüldüğü bölgelerden gelen yolcuları kontrol edebilme şansı büyük oranda azalmıştı. Nitekim havaalanlarına konulan termal kameralar, yüksek ateşe yol açan birçok hastalığı tespit edebilse de henüz semptomların görünmediği bir Kovid-19 taşıyıcısını tespit edemiyor. Bu noktada en büyük sorunu, AB'nin temellerinden olan ve kişi, mal ve hizmetlerin serbest geçişini sağlayan Schengen Anlaşması teşkil etmiştir. Uçuşlar iptal edildiği halde, başka ülkeler üzerinden aktarma yapan veya başka bir Schengen ülkesine uçup farklı yollarla ülkeye giriş yapan kişiler dolayısıyla Çin'le irtibat tamamen kesilemedi. Bu noktada, AB'nin en büyük ülkesi olan Almanya'nın çekingen tutumları dikkat çekici. Bu satırlar yazılırken Milano Linate havaalanından İtalya'nın diğer bölgelerine giden uçuşların büyük bir kısmı iptal edildiği halde, Paris veya Londra ile bağlantılar haricinde, diğer Avrupa ülkeleriyle uçuşların devam ettiği endişeyle izlendi. Sadece Avusturya Schengen anlaşmasını askıya alıp eski gümrüklerine polis ve sağlık kontrollerini yeniden koydu. Viyana daha önce mülteci krizinde benzer bir tavır sergilemişse de gümrüklerin virüs konusunda ne kadar etkili olabileceğine dair ciddi şüpheler bulunuyor.
Avrupa ülkeleri arasında kültürel, sosyal ve ekonomik entegrasyon o kadar yüksek ki binlerce kişiyi mahsur bırakarak veya tedarik zincirini kırarak bütün bağlantıları birden koparmak mümkün değil. Ayrıca bununla alakalı bir acil eylem planı da bulunmuyor. Bununla beraber, mülteci krizinde olduğu gibi, AB kurumlarının meselelere hızlı ve net bir çözüm üretmekte veya acil bir eylem planı kurgulamakta zorlandığı açıkça görüldü. Bu sorun sadece İtalya için değil, AB'ye üye bütün ülkeler için de ciddi bir tehlike arz ediyor.
Sorunun büyümesinin nedeni olarak sayılabilecek bir başka problem de İtalya'daki sağlık sektörüdür. Avrupa ülkeleri arasında en düşük yatak sayısına sahip olan hastaneler İtalyan hastanelerdir. Bu sayı Türkiye'ye nazaran daha yüksek olsa da nüfusun ortalama yaşına kıyasla yetersiz kalıyor. Her mahallede bulunan aile hekimlerine bakıldığında başarılı gibi görünse de sistem böyle bir krizin yönetilme sürecinde yetersiz kaldı. Şu anda hükümet yoğun bakım ünitelerinin kapasitesini artırmak gayesiyle solunum cihazları üretmek üzere, karantinada bulunan bir fabrikaya mühendis subaylar gönderdi.
Alınan tedbirlerin çok net olmaması da insanlar arasında ara ara paniğe neden oluyor. Sokağa çıkma yasakları gündeme geldiği anda, gıda stoklarında bir sorun yaşanmadığı halde, ilk önce marketlere koşuldu. Kırmızı bölgeler artmaya başladıkça, memleketine dönmek isteyen vatandaşlar tren garları ve havaalanlarını doldurdular. Ciddi bir iç göçün yaşandığı ülkede, hemen ailelerinin yanına dönmek isteyen binlerce insanın etkisiyle, virüsün yayılma olasılığı arttı. Panik hapishanelere bile sirayet etti. Mahkûmları korumak amacıyla, aileleriyle yapacakları yüz yüze görüşmeler askıya alındı. Bu sebeple -ve muhtemelen yüz yüze görüşmelerin askıya alınması yerine genel af umudu taşıyan mahkûmların bulunduğu- en az 22 ıslah evinde çıkan isyanlarda 12 kişi hayatını kaybetti.
Tüm bu yaşananlara rağmen, ilk vakalardan sonra İtalya'nın aldığı tedbirlerin fazlaca çekingen olduğu düşünülüyor. İlk karantina kararları önemli olmakla birlikte, coğrafi kapsamının daha geniş olması bekleniyordu. Coğrafi kapsamın beklenenden dar tutulmasının sebebi, yetkililerin vatandaşlar arasında gereksiz bir panik havasının yayılmasını engellemek ve ekonomik etkileri en aza indirmek arzusuydu. Unutmayalım ki Codogno, endüstri merkezi olan Milano ve 2018 yılında 12,1 milyon turisti misafir eden Venedik'in hemen yanı başında bulunuyor. Elbette bu bölgelerdeki yöneticilerin büyük bir kısmının ana muhalefet partisi Kuzey Ligi (Lega Nord) mensubu olması da karantinanın sınırlandırılması konusunda siyasi bir çekince doğurmuş olabilir.
Milano Belediye Başkanı Giuseppe Sala, İtalyanların meşhur hafife alma tavrı ve pozitif yaklaşımına güvenerek, ısrarla #Milanononsiferma (Milano durmaz) kampanyasına devam etti. Aynı partiye (Partito Democratico [Demokrat Parti]) mensup ulusal lider Nicola Zingaretti ise toplantılarına ve Milano'da miting düzenleyerek kameralar karşısındaki olağan hayatına devam etti. Fakat birkaç gün sonra sosyal medyada bir video yayınlayarak virüs kaptığını ve evde karantinada kalacağını açıkladı.
Diğer taraftan, bazı uzmanlara göre, İtalya buzdağını ancak zirvesi yüzeye çıktıktan sonra fark edebildi. Yani olağan tedavilere cevap vermeyen ilk ağır vaka ortaya çıktıktan sonra Kovid-19 testleri uygulanmaya başlandı. Ayrıca pandeminin mevsim itibariyle griplerin yoğun olduğu bir döneme rast gelmesi de vaka artışları konusunda şüphe uyandırmamış, sadece Çin'den gelen hastalara özel bir protokol uygulanmıştı. Muhtemelen Ocak ayının ortasından itibaren hastanelerde görünen ilk vakaların Çin'le bir bağlantısı yoktu. Bu vakalarda daha önce rastlanmış, solunum sistemini ağır etkileyen H1N1 ve N3N2 virüsü tedavisi ve protokolü uygulanmıştı.
Eğer bu son yorum doğruysa İtalya'nın uyguladığı tedbirler diğer Avrupa ülkelerinde de vakitlice uygulanmazsa maalesef Kovid-19 virüsü başka bölgelerde de benzer bir şekilde hızla yayılacaktır. Eski Başbakan Matteo Renzi'nin ifadeleriyle “İtalya, Avrupa'nın deneme tahtası olmuştur” ve bu İtalya'ya özel bir durum olmasa da sadece ilk vakayı teşkil etmiştir.
Bugün “bella vita” (güzel hayat) ülkesinde hayat durmuş durumda. Canlı ve hareketli sokakların yerine sessizlik ve endişe hâkim. Buna rağmen umutlar tükenmiş değil ve insanın aklına Boccaccio'nun Decameron'u geliyor: 1348 yılındaki veba salgınından kurtulmak için on genç Floransa'dan kaçarak bir köye sığınırlar. Orada yalnızlık, sıkıntı ve korkuyu gidermek için, her genç sırayla sonu mutlu biten bir hikâye anlatır ve böylece ortaya unutulmaz bir eser çıkar.
[Prof. Dr. Michelangelo Guida İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/italya-da-koronavirus-travmasi/1767496 | 5,899 | 11,881 |
James Webb'le kainatın kökenlerine yolculuk
James Webb Uzay Teleskobu insanlığın şimdiye kadar uzaya gönderdiği en gelişmiş uzay teleskobu olma özelliğini taşıyor. James Webb ile çok daha uzaklara bakmak, yani kainatın daha erken dönemlerine şahit olmak mümkün.
İstanbul
Muaz Erdem ve Ebubekir Şark, 12 Temmuz'da ilk bilimsel görüntüleri paylaşılan ve büyük yankı uyandıran James Webb Uzay Teleskobu'nun serüvenini AA için kaleme aldı.
***
25 Aralık 2021'de uzaya fırlatılan ve 6 aylık kurulum aşamasını başarıyla tamamladıktan sonra elde ettiği ilk bilimsel görüntüleri 12 Temmuz'da paylaşılan James Webb Uzay Teleskobu, muhteşem detaylara sahip yeni görüntüler göndermeye devam ediyor. Teleskobun tam kapasite çalışmaya başlamasının üzerinden henüz 1 ay bile geçmemişken gönderdiği görüntüler ve verilerle keşifler peş peşe geliyor.
Kainatın en derin noktasını ve bulutsuları şimdiye kadar görülmemiş detaylarıyla görüntüleyen James Webb, 1000 ışık yılı uzaklıktaki WASP-96b ötegezegeninin atmosferinde suya dair bulgular keşfederek şimdiden neler yapabileceğini tüm dünyaya gösterdi. Peki James Webb Uzay Teleskobu'nu özel kılan ne? Neden uzay keşiflerinde yeni bir çağ açacağı düşünülüyor?
Neden önemli?
James Webb Uzay Teleskobu, insanlığın bugüne kadar uzaya gönderdiği en gelişmiş uzay teleskobu olma özelliğini taşıyor. 1,32 metre çapındaki 18 adet altıgen şekilli aynadan oluşan ana aynasının toplam çapı 6,5 metre. Teleskop, bu ayna çapıyla daha çok ışık toplayarak uzayın derinliklerine dair bizlere daha net ve keskin görüntüler gönderebilecek. Ayrıca aynalar ultra hafif berilyumdan imal edildiği için uzay soğuğuna karşı da oldukça dayanıklı.
10 milyar dolara mal olan James Webb Uzay Teleskobu'nun inşasında başta NASA ve ESA olmak üzere toplamda 16 ülkeden bilim insanı yer aldı. James Webb Uzay Teleskobu'nun bir başka önemli özelliği ise Güneş Kalkanı'na sahip olması. Bu kalkan sayesinde yapılan gözlemler Güneş'ten gelen ısı ve ışığın olumsuz etkilerinden korunarak, daha sağlıklı sonuçlar alınması sağlanacak.
James Webb aynı zamanda kızılötesi dalga boyunda gözlem yapma kapasitesine de sahip. Dünya atmosferi kızılötesi dalga boyundaki ışığı geçirmediği için dünya yüzeyinden bu dalga boyunda gözlem yapmak mümkün olmuyor. Bu nedenle James Webb'in bu dalga boyunda yapacağı gözlemler büyük önem arz ediyor. James Webb kızılötesi dalga boyunda yapacağı gözlemlerle, görünür ışıkta görünmeyen ve yıldızların adeta doğumevi niteliğinde olan bulutsuların içini de görüntüleyerek yepyeni keşiflere kapı aralayacak.
James Webb'in fiziksel özellikleri dışında uzayda bulunduğu nokta da çok özel. Dünya'dan 1,5 milyon km uzaklıkta Güneş ile Dünya'nın kütleçekim etkilerinin sıfırlandığı ikinci Lagrange (L2) noktasına yerleştirilen James Webb, Dünya'nın etkisinde kalmadan her an her yeri görüntüleyebilecek. James Webb'e 5-10 yıl arasında bir görev süresi biçilse de sahip olduğu kapasite vesilesiyle bu kısa sürede çok sayıda keşfe imza atacağından kimsenin şüphesi yok.
Hubble Uzay Teleskobu'ndan farkı ne?
1990 yılından bu yana hizmet veren ve çektiği görüntülerle herkesin hafızasına kazınan emektar Hubble Uzay Teleskobu çok sayıda keşfe öncülük etti. Astronomi çalışmaları için önemli bir yer edindiği için Hubble'a tam 5 kez astronot gönderilerek çalışma ömrü uzatıldı. Zaman zaman teknik arızalar yaşamasına rağmen hala çalışmalarına devam eden Hubble, 32 yıl öncesine ait teknolojiyle donatıldığı için hâliyle James Webb'e göre oldukça ilkel kalıyor.
James Webb, 6,2 tonluk ağırlığıyla Hubble'ın yarısı kadar, 6,5 metrelik ayna çapıyla ise neredeyse Hubble'dan 3 kat daha büyük. Bu sayede James Webb ile çok daha uzaklara bakmak, yani kainatın daha erken dönemlerine şahit olmak mümkün. Çünkü uzayda ne kadar uzağa bakılırsa, o kadar geçmişe gidiliyor. Bunun dışında Hubble yalnızca görünür ışıkta gözlemler yaparken, James Webb kızılötesi gibi başka dalga boylarında da gözlem yapabilme yeteneğine sahip.
Yerden 550 km yukarıda Dünya'nın yörüngesinde dolanan Hubble, Dünya'ya çok yakın olduğu için kısıtlı bir gözlem alanı ve süresine sahip. Ancak James Webb 1,5 milyon km uzaktaki L2 noktasında olduğundan onun için böyle bir durum söz konusu değil. Bu durum bir avantaj olduğu kadar bir dezavantaj da olabilir. Çünkü Hubble'a herhangi bir arıza durumunda astronot göndererek müdahale etme şansı varken, James Webb için bu mümkün değil.
Neden James Webb ismi?
Proje ilk başladığında Yeni Nesil Uzay Teleskobu (Next Generation Space Telelescope) şeklinde adlandırılan uzay teleskobunun adı 2002 yılında James Webb olarak güncellendi. James Edwin Webb, Şubat 1961 ile Ekim 1968 yılları arasında Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA'nın 2. yöneticisiydi. Onu meşhur kılan ise ABD'nin ilk insanlı uzay yolcuklarını kapsayan Mercury Projesi'ne ve Apollo Projesi'ne hazırlık olarak başlatılan Gemini Projesi'ne öncülük etmiş olmasıydı.
NASA'nın bu tarihi döneminde yöneticilik yapan James Webb, ABD'nin Ay'a çıkmasında ve NASA'nın gelişmesinde önemli rol oynamıştı. Ancak normalde önemli uzay araçlarına yalnızca bilim insanlarının adı verildiği için, Yeni Nesil Uzay Teleskobu'na NASA'nın bir yöneticisinin adının verilmesi eleştirilere neden olmuştu.
James Webb'i bekleyen tehlikeler
James Webb Uzay Teleskobu, Dünya'dan 1,5 milyon kilometre uzakta olduğu için uzayın tehlikeleriyle de karşı karşıya. Bilim insanları bu kapsamda bazı tedbirler almış olsalar da tehlike tamamen geçmiş değil. Güneş'in zararlı etkilerinden korunması için James Webb'e 5 katlı tabakadan oluşan geniş bir Güneş Kalkanı yerleştirildi ancak büyük bir Güneş fırtınası karşısında hasar alması olasılığı hala bulunuyor.
Hubble Dünya'nın yörüngesinde, atmosferin kısmen koruması altında olduğu için bu konuda daha şanslı. Güneş fırtınaları dışında uzayda dolanan irili ufaklı mikrometeoritler de James Webb için başka bir tehdit. Hatta henüz daha yeni göreve başlamasına rağmen James Webb'e 22-24 Mayıs arasında bir mikrometeoritin çarpması sonucu aynada çok ufak çapta bir hasar oluştuğu tespit edildi. Ancak bu hasar şimdilik önemli bir etkiye sahip değil. James Webb'in aynalarının parça parça olması bu gibi durumlarda büyük avantaj sağlayarak, aynalardan biri zarar görse de diğer aynalarla gözleme devam edilebiliyor. Ayrıca Dünya'daki teleskop ekibi, tehlikelere karşı yörüngesinde düzeltmeler yaparak James Webb'i korumaya çalışıyor.
Neden ertelendi?
Hubble Uzay Teleskobu henüz uzaya bile gönderilmemişken planları yapılmaya başlanan James Webb Uzay Teleskobu'nun 2007 yılında göreve başlaması düşünülüyordu. Ancak bu tarih siyasi zorluklar, iletişim kopuklukları, ekonomik şartlar ve son olarak da salgın sebebiyle defalarca ertelenmek zorunda kaldı. Projeye başlandığında maliyeti milyon dolar cinsinden ifade edilirken, erteleme süreçlerinde ilave edilen özellikler ve artan maliyetlerle birlikte James Webb'in yapımı sonunda 10 milyar doları buldu. Bütün bu ertelemeler ve artan maliyetlerin ardından umutları tükenen bilim insanları nihayet James Webb'in 25 Aralık 2021'de uzaya fırlatılmasıyla mutlu sona kavuşmuş oldu.
***
[Muaz Erdem, gökbilimci, Takiyüddin Astronomi Topluluğu (TAKAT) kurucu başkanı]
[Ebubekir Şark, İstanbul Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri öğrencisi, Ulusal Gökyüzü Gözlem Şenlikleri uzmanı]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/james-webble-kainatin-kokenlerine-yolculuk/2655045 | 3,621 | 7,500 |
Kamu bankalarının 15 yıllık değişim ve dönüşümü
Geçmiş yıllarda kriz dönemlerinde "görev zararları" ile adından söz ettiren kamu bankaları, son 15 yıldaki dönüşümle karlılıkları, düşük faiz oranları, mega projelere sundukları finansman desteği ve ekonomideki etkin rolleri ile konuşuluyor.
İstanbul
Kamu bankaları, kriz dönemlerinde "görev zararları" ile adından söz ettirirken, son 15 yıldaki dönüşümle karlılıkları, düşük faiz oranları, mega projelere sundukları finansman desteği ve ekonomideki etkin rolleri ile konuşuluyor.
Bankacılık sektörünün kredi bakiyesinde kamu bankalarının payı 2000 yılında yüzde 18 iken, yıllar itibarıyla kademeli artarak 2018'de yüzde 34,4'e ve 2019'da yüzde 36'ya ulaştı.
2000'li yılların başındaki kriz dönemlerinde görev zararı alacakları, yüksek borçlanma düzeyleri ve sermaye ihtiyaçları konularıyla gündeme gelen kamu bankaları, son 15 yıllık süreçte yenilenen iş modelleri ve finansal yapılanmalarıyla anılır oldu.
Kriz sonrasında kamu bankalarının yapılandırılması ve bankacılık sektörünün yeniden düzenlenmesi için yoğun çalışmalar yapıldı. Özellikle 4603 sayılı kanun, kamu bankalarının rekabete hazırlanmasına imkan sağladı.
Geçmiş yıllarda asli faaliyetlerinden zarar eden kamu bankaları, ağırlıklı Hazine'ye borç verirken, bilançolarının içindeki kredilerin payı yüzde 20'ler seviyesinde idi.
Kamu bankaları, bireysel kredi, esnaf ve sanatkarlara kredi imkanı sunarken, ticari kredilerde ve mega projelere finansmanında çok geri kalmıştı.
Son 15 yılda kamu bankalarının katettiği mesafe, hem bilanço kalemlerinde hem de Türkiye ekonomisinde görüldü.
Kamu bankalarının büyüklüğü 1,5 trilyon lirayı aştı
Üç kamu bankasının 2004 yılında 108,4 milyar lira seviyesinde olan aktif büyüklüğü, 2019'da 1 trilyon 532 milyar liraya yükseldi.
Türkiye'de son 15 yılda sağlanan siyasi ve ekonomik istikrar, ekonomik ve mali politikalardaki kararlılık, kamu bankalarına da yansıdı. Ziraat Bankası, Halkbank ve VakıfBank, söz konusu dönemde bilanço dönüşümünü sağlıklı bir şekilde başararak, reel sektörü ve KOBİ'leri daha fazla destekler duruma geldi.
Üç kamu bankasının 2000 yılında 77,1 milyar lira olan aktif büyülüğü, her sene kademeli olarak artış gösterdi. 2004 yılında 100 milyar liranın üzerine çıkan aktif büyüklük, 2019'da 1 trilyon 532 milyar liraya ulaştı. Böylece kamu bankaların aktif büyüklüğü yaklaşık 15 yılda 13 kat arttı.
Bankacılık sektörünün geçen sonu itibarıyla aktif büyüklüğü 4 trilyon 492 milyar lira düzeyinde gerçekleşti.
Kamu bankaları asli görevine döndü
Kamu bankalarının, 2000 ve öncesi yıllarda menkul kıymetlerin bilançoları içindeki payı yüzde 40'ın üzerinde iken, bankaların asli görevlerine dönmesiyle bu oran yüzde 10'un altına geriledi.
2004'te yüzde 10,7, 2009'da yüzde 4,5 ve 2018'de yüzde 3,04'e kadar gerileyen kamu bankalarının NPL rasyosu, geçen yıl yüzde 4,05 olarak gerçekleşti.
2000 yılında bankacılık sektöründeki menkul kıymetlerin yüzde 70'i kamu bankalarının bilançolarında bulunuyordu. Kamu bankalarının Hazine'ye borç vermek yerine reel sektörü fonlaması ile bu oran 2019'da yüzde 45 seviyesine indi.
Bankacılık sektörünün kredi bakiyesi 2000 yılında 49 milyar lira iken, kamu bankalarının payı ise yüzde 18 düzeyindeydi. 2004 yılına gelindiğinde kamu bankalarının payı yüzde 21'in üzerini gördü. Yıllar itibarıyla bankacılık sektörünün kredi bakiyesinde kamu bankalarının payı kademeli artarak 2018'de yüzde 34,4'e ve 2019'da yüzde 35,5'e ulaştı. 2019'da kamu bankalarının kredi bakiyesi büyüklüğü 922,5 milyar lira oldu.
Son yıllarda KOBİ'lere finansman desteği anlamında önemli kampanyalar yapan kamu bankalarının bu alandaki kredi bakiyesi, 2019 yıl sonunda 250 milyar liraya dayandı.
Kamu bankalarının, sektörün toplam KOBİ kredi bakiyesindeki payı 2000'li yıllarında başında yüzde 20'nin altında iken, 2019'da yüzde 40'ın üzerine çıktı.
Ticari, konut, taşıt, tüketici, ihracat gibi farklı kredi türlerinde kamu bankaları, kullandırılan kredilerin en az 3'te birini verir duruma geldi.
Özkaynaklar 11 kat arttı
2000-2001 krizlerinde bankacılık sektöründeki olumsuz gelişmeler kamu bankalarını da etkilemişti. 2000 yılında 74 milyon lira dönem zararı yazan kamu bankaları, yeniden yapılanma, reel ekonomiyi destekleme gibi adımlarla faaliyetlerini karlılıkla sürdürdü. 2018 yılında 14,7 milyar lira net kar elde eden kamu bankaları, geçen yıl 11,4 milyar lira kar açıkladı.
Kamu bankalarının 2000 yılından 6 milyar liranın üzerinde olan özkaynak büyüklüğü, 2004 yılında 11 milyar lirayı aştı. Kamu bankalarının özkaynak toplamı yaklaşık 15 yılda 11 katlık artışla 2019'da 136,8 milyar liraya yükseldi.
Kamu bankalarında rasyolar iyileşti
Kamu bankalarının finansal oyuncu olarak sektörde ağırlığını hissettirmesi, faaliyetlerinden kar elde etmesi ve proaktif davranmasıyla rasyolarda da pozitif gelişmeler yaşandı.
2000'li yıllarda çift haneli olan takipteki alacak rasyosu (NPL), 2000 yılında yüzde 30'un hemen altına bulunurken, bankacılık sektöründe bu oran yüzde 11,5 düzeyindeydi. Kredilerde seçici davranarak, aktif kalitesini koruyan kamu bankalarında takipteki kredi rasyosunda (NPL) iyileşme oldu.
Kamu bankalarının NPL rasyosu 2004'te yüzde 10,7'ye, 2009'da yüzde 4,5'e, 2018'de yüzde 3,04'e kadar geriledi. Geçen yıl kasım ayında bu oran yüzde 4,05 olarak gerçekleşti.
Bankacılık sektörünün NPL rasyosu da aynı dönemlerde azalsa da kamu bankalarında bu oran her zaman daha düşük seviyede gerçekleşti.
Kredilerin mevduata oranı kamu bankalarında 2004 yılında yüzde 28,9 iken, sektörde bu oran yüzde 55'in üzerinde bulunuyordu. Kamu bankalarının kredi kanallarını daha etkin kullanması ve reel sektörü fonlama iştahının artmasıyla kredi/mevduat rasyosu 2019'da yüzde 110,8'e yükseldi. Aynı dönemde sektörün kredi/mevduat oranı yüzde 110 oldu.
Kamu bankalarının yurt içi personel, şube ve ATM sayılarının sektör içindeki payları yüzde 30 civarında yatay seyrediyor.
Geçen yıl sonu itibarıyla kamu bankalarında yurt içinde 3 bin 674 şubede 60 bin 151 personel istihdam edilirken, 15 bin 539 ATM'le hizmet veriliyor.
Görev zararı tarih oldu
Kamu bankaları kriz yıllarında "görev zararları" nedeniyle adından söz ettiriyordu. Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması ve asli görevlere dönüşün sağlanmasıyla kamu bankalarının faaliyetlerinden ötürü görev zararları da tarih oldu.
Türkiye'nin tarihi mega projelerine finansman desteği sunarak, önemli görevleri yerine getiren kamu bankaları, son birkaç yılda da özellikle ticari, konut ve taşıt kredi faiz oranlarının düşürülmesinde öncü rol oynadılar. Kamu bankaları, reel sektörün ve vatandaşların düşük oranlarla krediye erişimini sağladı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kamu-bankalarinin-15-yillik-degisim-ve-donusumu-/1722414 | 3,382 | 6,758 |
Kasım Süleymani: 'Kurtarıcı' mı, vitrin malzemesi mi?
ABD'nin 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından Afganistan ve Irak işgallerine girişerek Orta Doğu'da istikrarsızlığı yaymasını müteakip İran'da adını en sık duyuran kişilerden biri Kasım Süleymani oldu.
İstanbul
ABD'nin 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından Afganistan ve Irak işgallerine girişerek Orta Doğu'da istikrarsızlığı yaymasını müteakip İran'da adını en sık duyuran kişilerden biri Kasım Süleymani oldu. Geçen yıllar boyunca şöhret ve itibarı sürekli artan, Devrim Muhafızları Kudüs Ordusu'nun “şahin” komutanının, askeri sınırları aşan bir önemi var ve bu önem iki temel nedene dayanıyor.
İran'da Rafsancani ve Hatemi ile geçen 90'lar boyunca kurumsal yapısı tartışılan Devrim Muhafızları, 2000'lerde varlık nedenini dosta düşmana ispat edecek çeşitli fırsatlar buldu ve bunu da sonuna kadar kullandı. Kasım Süleymani de bu sürecin önemli bir parçası.
İlk olarak, 11 Eylül'den hemen sonra, dönemin ABD yönetimince Irak ve Kuzey Kore ile beraber “şer ekseni”ne dahil edilerek hedefe konulan İran, yer yer haklı, yer yer de histeri boyutuna varan saiklerle, büsbütün bir güvenlik devletine dönüştü. İkinci olarak, İran'da Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi ile geçen 90'lar boyunca kurumsal yapısı tartışılan Devrim Muhafızları, 2000'lerde varlık nedenini dosta düşmana ispat edecek çeşitli fırsatlar buldu ve bunu da sonuna kadar kullandı. Süleymani de bu sürecin önemli bir parçası. Öyle ki onun adı muhafazakâr kanatta zaman zaman, 2021 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri için dahi geçiyor. Dahası Süleymani'nin destekçileri, onu ülkenin önemli muhafızlarından ve sınır dışı direniş hattının bekçilerinden biri olarak görüyorlar. Ülkede bu önemli figüre karşı olanlar için ise o hapsedildikleri bir dünyanın kapısındaki muhafızlardan biri. Süleymani'nin uzun yıllar sonra 1 Ekim akşamı İran'da bir televizyon kanalında yayımlanan röportajda yaptığı değerlendirmeler, onun konumu ve olaylara bakışı konusunda önemli fikirler veriyor.
İsrail-Lübnan Savaşı
2006 yazında İsrail Lübnan'a saldırdı ve İsrail-Lübnan savaşı patlak verdi. ABD'de dönemin Bush yönetiminin ve özellikle Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın İsrail'in saldırganlığını desteklemesinin bölge için ironik sonuçları oldu. Savaşın sürdüğü haftalarda, bir üniversite öğrencisi olarak bölgeyi gezmek üzere çıktığım seyahatte, Lübnan-Ürdün-Suriye hattında yaşananlara bizzat tanıklık etmiştim. Bu süreçte gözlemlediğim birkaç husus özellikle çarpıcıydı: Diğer birçok Arap lider gibi, Mısır'da dönemin Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve Ürdün'de Kral Abdullah, süreçteki İran etkisinden dolayı çekimser bir tutum takınıyorken, bu tavır halkın bir kısmında önemli rahatsızlıklara neden oluyordu. Diğer yandan İran, biraz da dönemin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın popülist karakteri nedeniyle, süreçte öne plana çıkmıştı ve özellikle Suriye sokaklarında Esed-Nasrallah-Ahmedinejad üçlüsünün posterlerini her yerde görmek mümkündü. Diğer bir ifadeyle, savaş Hizbullah'a ve ona verdiği destek nedeniyle İran'a bölgede önemli bir prestij getirmişti. Fakat sonraki gelişmeler bunun İran ve bölge açısından sorunlar barındırdığını ortaya çıkardı.
Süleymani'nin röportajı (süresinden dolayı ve biraz da Altı Gün Savaşı'na telmihen) Otuz Üç Gün Savaşı olarak da bilinen bu savaşı konu alıyor. Savaşın arka planı, çıkış nedeni ve çıktıktan sonraki süreçle ilgili konulara değinen Süleymani'nin anlattıkları, İran'ın olaya bakışının bilindik yönlerini içerse de, bölgedeki güncel duruma ilişkin belirli göndermeler barındırıyor. Süleymani'nin üzerinde durduğu birinci nokta, savaşı çıkaran tarafın Hizbullah olmadığı. Zira İsrail Lübnan'a saldırdığında, (bundan kısa süre önce iki İsrail askerini kaçırmış olan) Hizbullah bazı Arap ülkeleri tarafından savaşa neden olmakla suçlanmıştı. Süleymani ise eldeki kanıtların ve bizzat İsrail tarafından yapılan açıklamaların bunun aksini kanıtladığını iddia ediyor. Süleymani'ye göre, 2006 yılında İsrail Hizbullah'ı gafil avlamak amacıyla bir süredir hazırlık yapmaktaydı ve asker kaçırma eylemi, savaş çıkarmak şöyle dursun, bilakis planladığından erken harekete geçmek durumunda bırakarak İsrail'i başarısızlığa uğratmıştı. Süleymani bu noktayı, savaşın ilk haftasında duruma ilişkin rapor vermek amacıyla İran'a çağırılarak Meşhed'de görüştüğü İran Devrim Rehberi Ali Hamaney'in ifadelerine dayandırıyor. Süleymani'nin savaşın gidişatına ilişkin gözlemlerini dinleyen Hamaney, Hizbullah'ın hamlesinin İsrail'in planını bozduğunu söyler. Elinde bu yönde bir istihbarat verisi olmayan Süleymani bunu Hamaney'in ferasetine bağlar. Daha sonra bölgeye dönerek görüşmeyi Hasan Nasrallah'a aktaran Süleymani, İsrail askerlerini kaçırdıkları ve savaşa neden oldukları hissinden dolayı rahatsızlık duyan Nasrallah'ın, bu ifadeleri “ilahî ve gaybî” sözler olarak değerlendirdiğini ve rahatladığını kaydediyor.
Süleymani'nin röportajda üzerinde durduğu diğer bir konu da İran'ın savaş sürecine bakışı. Kudüs Ordusu Komutanı'na göre İran'ın bu savaşa ilişkin bakışını belirleyen üç unsur vardı: ABD'nin Irak ve bölgedeki varlığı ve saldığı korku; Arap ülkelerinin İsrail yanlısı tavrı, gizlice İsrail'i desteklemeleri, Lübnan'ın güneyinde demografiyi değiştirme projesine arka çıkmaları ve İsrail'in savaşı fırsat bilerek Hizbullah'tan bütünüyle kurtulmayı amaçlaması. Dolayısıyla Süleymani'ye göre İran'ın süreçteki dahli, Lübnan'ın içişlerine müdahale etmeyi değil, bu planların önüne geçmeyi amaçlıyordu. Süleymani İran'ın verdiği desteğin mahiyeti konusunda ise Hizbullah'a verilen manevi desteğin yanı sıra teçhizat ve para yardımından bahsediyor. Süleymani'nin bu açıklamaları, her ne kadar bölge politikasını büyük oranda bu tarz müdahalelere bağlamış olan İran açısından bir anlam ifade etse de, İran'ın bir bütün olarak bölgeye yaklaşımı hesaba katıldığında ikna edici durmuyor. Zira İran'ın 2000'lerin başında ve halihazırda Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen'deki varlığı Süleymani'nin çizdiği çerçevenin çok daha ötesinde ve kapsamlı boyutlar içeriyor.
Beklendiği üzere, Süleymani'nin anlatısında Ali Hamaney'in liderliğine özel bir vurgu var. Hamaney'in süreci somut istihbarî bilgilerin de ötesinde değerlendirdiğini savunan Süleymani, savaş henüz başlamış ve Lübnan'ın güneyinden başlayarak çeşitli yerlerinde binalar yerle bir oluyorken, Hamaney'in Meşhed'deki söz konusu görüşmede, bu savaştan çıkacak zaferin Hicretten sonra Medine'deki ilk yıllarda meydana gelen ve Müslümanlar lehine sonuçlanan Hendek Savaşı zaferi gibi olacağını söylediğini kaydediyor. Bu görüşmenin olduğu tarihte ufukta herhangi bir zafer belirtisi görmediğini belirten Süleymani, Hamaney'in bu değerlendirmesinin de takvadan kaynaklı bir ferasete dayandığını savunuyor. Süleymani ayrıca Hizbullah'a destek konusunda Tahran'daki bütün yetkililerin görüş birliğinde olduğunu savunuyor ve bunun bütüncül olarak “Kutsal Direniş” yaklaşımına dayalı olduğunu belirtiyor.
Kasım Süleymani'nin değerlendirmeleri dikkatle takip edildiğinde, savaş sürecine bakışının mezhepçi bir yaklaşım taşıdığı görülür. Örneğin Süleymani, savaşın ilk günlerindeki gözlemlerini aktarırken, Lübnan'da Şii köyleri bombalanırken hemen yakınındaki Hıristiyan ya da Sünni köylerinde insanların nargile içecek kadar rahat olduğunu belirtiyor. Süleymani'nin Arap devletlerinin sürece ilişkin tavrı konusundaki yaklaşımı ise son derece eleştirel. Bir diğer konu da İran'da geniş halk kesimlerinin sürece bakışı, ki Süleymani bu konuda neredeyse tek kelime dahi etmiyor. İran'da geçim sıkıntısından şikayetçi kesimler arasında, devletin sınır ötesi operasyonlar için yaptığı masraftan rahatsızlık duyan, kayda değer bir kitlenin olduğu biliniyor.
Süleymani'nin “hayatını verdiğini” söylediği “Kutsal Direniş”, birçok İranlı açısından pek bir anlam taşımıyor. Bu sebeple, ondan bir siyasi kurtarıcı ya da lider çıkarma uğraşları nasıl sonuç verir, bilinmiyor.
İsrail'in bölgedeki saldırganlığının açık örneklerinden biri olan 2006 savaşının ardından bölgedeki fasit daire daha da karmaşık bir hal aldı. Bir yandan Hizbullah'ı çökertmek isteyen İsrail bunu başaramazken, diğer yandan İran bu savaş vesilesiyle bölgedeki güç ve prestijini artırdı. Fakat diğer yandan İran, birkaç sene sonra Suriye'deki savaşta da aktif taraflardan biri haline gelerek bölgede kendi imkân ve kapasitelerini zorlayan bir sürece girdi. İran'ın (Süleymani'nin baş aktörlerinden olduğu) bu süreci ilanihaye sürdürmesi imkânsız. ABD'nin doğrudan ya da dolaylı şekilde zeminini hazırladığı bu sürecin ardından İran'ı bölgeden çıkarmak istediği görülüyor; ama bunun kolay olmayacağı da aşikâr.
Kasım Süleymani'yi dinlerken, anlattıklarının ülkesinde ancak sayısı azalmakta olan bir kitleye anlamlı geleceğini görmemek imkânsız. İranlılar ülkelerinin dış politikasının ve güvenlik yaklaşımının rasyonelleşmesini bekliyor. Süleymani'nin “hayatını verdiğini” söylediği “Kutsal Direniş” birçok İranlı açısından pek bir anlam taşımıyor. Bu nedenle, ondan bir siyasi kurtarıcı ya da lider çıkarma uğraşları sonuç vermeyecektir. Belki de muhafazakârlar Süleymani'yi geçiş döneminde bir vitrin malzemesi olarak kullanıyorlar; süreç tamamlandığında ise Süleymani ve emsalleri eski bir paradigmanın muhafızları olarak anılır hale gelecekler.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Dr. Serhan Afacan İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kasim-suleymani-kurtarici-mi-vitrin-malzemesi-mi/1600075 | 4,812 | 9,570 |
Kore'den bugüne ittifakın sonbaharı
Amerikan diplomasisinin ve müttefiklik anlayışının davranış bozukluğu emareleri taşıyan yaklaşımları Rus yapımı S-400 füze savunma sistemi ile Amerikan malı F-35'lerin alımı konusunda Türkiye'yi bir kavşak noktasına getirdi.
Istanbul
Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak ilişkisi 1964'teki Johnson Mektubu'ndan bu yana yaşanması beklenen en şiddetli türbülansa doğru yaklaşıyor. Amerikan diplomasisinin ve müttefiklik anlayışının davranış bozukluğu emareleri taşıyan yaklaşımları Rus yapımı S-400 füze savunma sistemi ile Amerikan malı F-35'lerin alımı konusunda Türkiye'yi bir kavşak noktasına getirdi. ABD Başkanı Trump'ın G20 Zirvesi sırasında, Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu füze savunma sistemlerinin ülkesi tarafından tedarik edilememiş olmasının sorumluluğunun selefi Obama yönetimine ait olduğunu söylemesi de Pentagon, Amerikan Kongresi ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı koridorlarında bir yankı oluşturmamış gibi görünüyor.
S-400 füzelerinin teslim takviminin kapıya dayanmasına paralel yaşanan gelişmeler, Türkiye'nin, ABD ile müttefiklik ilişkisinin bir muhasebesini masaya koymasını da beraberinde getirmesinin kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. Aslında ABD'nin Türkiye'ye silah sağlama meselesini bir şantaj politikası haline getirmesinin geçmişi neredeyse iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisinin başlamasıyla paralel şekilde ilerliyor. Türkiye'nin Batı kampına dahil olmak hedefiyle Kore Savaşı'na müdahil olmasının açtığı NATO kapısı, yalnızca Marshall Yardımlarını alarak Sovyet tehdidine karşı bir koruma kalkanı elde etmek olmadı. ABD'nin planlı bir şekilde, başta hava kuvvetleri olmak üzere, Türkiye'nin milli savunma sanayiini de ortadan kaldırmasını beraberinde getirdi. “Biz size uçak veriyoruz, sizin uçak yapmanıza gerek yok” masalıyla başlayan süreç 1952'de Kayseri'de kurulan ilk uçak fabrikasının kapatılmasına, 1954'te ise uçak motoru imal fabrikasının kapanmasına yol açtı. İstiklal madalyalı müteşebbis, Türkiye'nin kendi uçak bombaları, denizaltı su bombaları ve mayınlarını üreten Şakir Zümre'nin tesisleri de Marshall Yardımı adı altında Türkiye'ye bir Truva Atı gibi giren Marshall Planı'ndan payını aldı ve tarih sahnesinden silindi.
"İyi polis-kötü polis" oyunu
Türkiye, Amerikan yardımları uğruna ulusal çıkarlarını koruma imkanının nasıl ortadan kalktığına dair ilk darbeyi yalnızca 10 yıl gibi kısa bir sürede böğründe hissetti. 1963'te Kıbrıs'taki Kanlı Noel saldırılarına karşı soydaşlarını korumak isteyen Türkiye, ABD malı uçaklarla bu harekatı yapamayacağı uyarısıyla karşılaştı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü her ne kadar ABD Başkanı Johnson'a cevabi mektubunda “Yeni bir dünyanın kurulacağı ve Türkiye'nin orada yerini alacağını” iddia etse de 1960'lı yıllardaki tırmanan gençlik olayları Türkiye'nin enerjisini tüketmeye başlamıştı. Keza Kıbrıs meselesi Türkiye'nin silahlanma konusunda ABD'nin maruz kaldığı tek vaka olmadı. Amerikan yönetimi, Başkan ve Kongre'nin “iyi polis-kötü polis” oyununu yine 1960'lı yıllarda yürürlüğe koydu.
Yaklaşık yarım asırdır Ankara'daki siyasetçi ve bürokratlar, Washington'daki muhataplarının “Başkan size bu silahları vermek istiyor ama biliyorsunuz Kongre karşı” şarkısına maruz kalmaya devam ediyor. ABD'nin askeri yardımları nasıl bir şantaj malzemesi haline getirdiğine dair bir başka örneği (E) Tümgeneral Celil Gürkan'ın anılarından okuyabiliriz. Yıl 1964 ve olay Washington'da geçmekte. CENTO ( Merkezi Antlaşma Teşkilatı) Dışişleri Bakanları Konseyi ve askeri komuta toplantısı düzenlenmekte. Türk delegasyonuna merhum Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay başkanlık ediyor. Toplantının resepsiyon kısmında, Dışişleri Bakanı Erkin ve Genelkurmay Başkanı Sunay, ABD'li muhatapları Dışişleri Bakanı Dean Rusk ve Genelkurmay Başkanı Earle Gilmore Wheeler ile bir araya gelir. Gündemde NATO'nun Akdeniz'de kurmayı planladığı “çağrı kuvveti” (on-call force) vardır ve Türkiye'nin de bu kuvvete bir muhrip ile katılması istenmektedir. Orgeneral Sunay, Türkiye'nin bu kuvvete katılması için öncelikle ABD tarafından söz verilen muhriplerin tesliminin gerçekleşmesi gerektiğini hatırlatır. ABD Dışişleri Bakanı Rusk'ın bu hatırlatmaya yanıtı, Türkiye-ABD ilişkilerinde yarım asırdır hiç bir değişiklik olmadığının belgesidir. Rusk, muhriplerin teslimi için Türkiye'nin Lozan Anlaşması ile sahip olduğu hakları hedef alan bir şart ileri sürer ve şöyle der: “Türkiye'ye vaat ettiğimiz muhripleri hemen veririz. Ama bir şartla. Siz de İstanbul'da Fener Ortodoks Patrikhanesi'nde başlattığınız hesap teftişlerine son verin. Bu hareketiniz kongre üyeleri üzerinde çok menfi etki yapıyor. Bir mabedin hesaplarının denetlenmesini Kongre üyelerine anlatmak çok zor. Onaylamıyorlar. Böyle olunca da kongre kararını gerektiren muhrip verilmesi işi askıda kalıyor.”
Rusk'ın sözlerini temel alırsak 55 yıldır Türkiye'nin silah taleplerinde önüne Amerikan Kongresi ve orada etkili olan lobilerin sürülmesi çok eski bir oyunun parçası. Bugün de Türkiye aleyhinde Kongre gündemine gelen her karar ya da yasa tasarısına Türkiye'ye F-35 satılmaması ya da S-400 alması durumunda ambargolar uygulanmasına yönelik maddelerin eklenmesi işte bu yüzden tesadüf değil. Bu örnek henüz o yıllarda Rum lobisi başta olmak üzere bölgesinde Türkiye ile sorun yaşayan ülkelerin lobiler vasıtasıyla Amerikan Kongresi'ni silah olarak kullanarak nasıl bir baskı mekanizması inşa ettiğinin de çarpıcı bir örneği.
Sorun ABD ile sınırlı değil
ABD'nin Türkiye'ye savunma sanayii üzerinden şantaj yapmaya başladığı 1960'lı yıllarda dönemin SSCB Ankara Büyükelçisi Nikita Rijov'un, Moskova adına yaptığı bir teklifi de hatırlatmakta fayda var. Büyükelçi Rijov, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sunay ile bir araya geldiği bir yemek davetinde, Türkiye topraklarında petrol araştırma faaliyetlerinin ABD'ye verilmesi nedeniyle sonuçların olumsuz çıktığını, kendilerinin Türkiye için petrol aramaya hazır olduğunu bildirir. Hatta Rijov, petrol bulunması halinde SSCB'nin Türkiye'de rafineri kurmayı ve bunları devretmeyi de teklif eder. SSCB büyükelçisi ülkesinin teklifinin Başbakan İnönü'ye iletilmesini ister. Teklifin İnönü'ye ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz ama 1966 yılında önce SSCB Başbakanı Kosigin'in Türkiye ziyaretini, ardından Başbakan Demirel'in SSCB ziyaretinin gerçekleştiğini hatırlamakta yarar var.
İki ülke arasında 25 Mart 1967'de imzalanan kredi anlaşması ise Türkiye'ye İskenderun Demir Çelik Fabrikası, İzmir Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Bandırma Sülfirik Asit Fabrikası, Artvin Li Levha Fabrikası, Seyitömer Transmisyon Hattı, Paşabahçe Cam Sanayi tesislerini kazandırdı. Türkiye-SSCB ilişkileri bu şekilde ivme kazanırken araya giren 12 Mart Muhtırası da bunu durduramadı. 1975'de Kosigin bir kez daha Başbakan Demirel'in daveti üzerine Türkiye'ye gelerek İskenderun Demir Çelik Fabrikası'nın “Cemile” adı verilen birinci ocağını açtı. O günlerde Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak ilişkileri bir kez daha yeni bir krizin zirve noktalarını yaşamaktaydı. Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle Türkiye ABD'nin silah ambargosuna maruz kalınca, Süleyman Demirel başbakanlığındaki hükümet 25 Temmuz 1975'te ABD ile yapılmış olan Savunma İşbirliği Anlaşmasını yürürlükten kaldırdı. Türkiye'deki ABD ordusuna ait üs ve tesisler kontrol altına alındı. Bugün, S-400'ler odaklı yaşadığımız krizle karşılaştırıldığında Türkiye, ABD'ye karşı 1970'li yılların ikinci yarısında çok daha radikal önlemlere başvurmuştu.
Türkiye ile NATO müttefikleri arasında savunma sanayii konusunda yaşanan çatışmalar yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ile de sınırlı olmadı. Soğuk Savaş'ın bitimi ve iki Almanya'nın birleşmesiyle ortaya çıkan ihtiyaç fazlası askeri malzemenin Türkiye'ye hibe edilmesi de bir kriz meydana getirecekti. Bu kapsamda Türkiye'nin aldığı zırhlı araçların Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da terörle mücadelede kullanılması Berlin yönetiminde tepki uyandırmış ve Türkiye bu sefer bir başka NATO müttefikinin ambargosuna hedef olmuştu.
Fransa, Türkiye-AB ilişkilerini sabote ediyor
Tüm bu tecrübelere S-400 füzelerinin alımına bağlı olarak F-35 savaş uçaklarının teslim edilmemesi ve CAATSA yasası çerçevesinde açıklanmasına artık kaçınılmaz olarak bakılan yaptırım kararları eklenince ortaya şöyle bir ittifak tablosu çıkıyor: Bir tarafta NATO müttefikliğinin tüm gereklerini yerine getiren, askeri operasyonlara askerlerini sürmekten çekinmeyen, dahil olduğu savaş uçağı projesinin tüm yükümlülüklerini yerine getiren Türkiye var. Diğer tarafta ise Türkiye'nin Kıbrıs'taki haklarını savunmasına karşı çıkan, savaş gemisi karşılığında Lozan Anlaşması'ndan kaynaklanan haklarından vazgeçmesini isteyen, PKK terörüne karşı mücadelede elindeki silahları kullanmasına karşı çıkan, balistik füze tehdidinin küresel ölçekte arttığı bir ortamda kendisini savunacak füze savunma sistemine sahip olmasını baltalayan bir müttefiklik ve ittifak anlayışı ve bu zihniyetin temsilcisi Amerika Birleşik Devletleri.
Üstelik bu müttefik, Türkiye'nin talep ettiği her silah sistemini Kongre'ye taşıyarak yokuşa sürerken, anti-tank füze sistemleri gibi sofistike silahları Suriye'nin kuzeyinde “partneri/ortağı” olarak ilan ettiği bir terör örgütüne temin edebiliyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin S-400'lerin teslimini takiben gündeme getireceği yaptırımlara verilecek karşılık bu kez salt Türkiye-ABD-Rusya üçgenindeki konjonktürel gelişmeler çerçevesinde ele alınmayacaktır. 1960'lı yıllardan bugüne kadarki krizlerin çizdiği tablo “davranış bozuklukları” içeren bu ittifak ilişkisinin sürdürülebilir olmaktan çıktığı fikrini besleyecektir. Bu yaptırımlara Doğu Akdeniz ve Kıbrıs odaklı gelişmeler de eklendiğinde yalnızca Türkiye'nin değil ABD ile beraber kimi Avrupa ülkelerinin de perde gerisinden çıkarak gerçek niyetlerini ortaya koymaları gerekecek. Şüphesiz bu ülkelerin başında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nden üs elde etmeye çalışan Fransa geliyor. Fransa'nın Avrupa Birliği ve NATO politikalarından bağımsız olarak Doğu Akdeniz'deki enerji havzalarındaki nüfuzunu genişletmek için attığı adımlar Türkiye'nin Avrupa kurumlarıyla olan ilişkilerini de mayın tarlasına sürüyor.
Türkiye'nin savunma ve silahlanma politikasında yeni bir dönemin kapısını açacağı anlaşılan yaptırımlar süreci, Kıbrıs Barış Harekatı gibi bir dönüm noktası olacak. Kıbrıs Türklerini kurtarmak için çıkarma gemisi, paraşüt ve akabinde telsiz üretme yoluna giren Türkiye, CAATSA kapsamında savunma sanayi kuruluşlarını, şirketlerini ve bu yapıların başındaki yöneticileri hedef alacağı anlaşılan yaptırımlarla silahlı kuvvetlerinin ihtiyaçlarını karşılama mücadelesinde yeni bir yolculuğun ilk adımlarını atacak.
[Ankara'da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kore-den-bugune-ittifakin-sonbahari/1527724 | 5,300 | 10,948 |
Körfez ülkelerinin gazı Avrupa'nın soğuğunu kırabilir mi?
Avrupa ülkeleri enerji krizinin gölgesinde kış gelmeden doğal gaz tedarikini artırmaya çalışırken, Körfez ülkelerinin Katar dışında ihracat kapasitelerinin sınırlı olması akıllarda arz-talep dengesine ilişkin soru işaretleri oluşturuyor.
İstanbul
Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Umman, Katar ve Kuveyt'in yer aldığı altı Körfez İşbirliği Konseyi ülkesinin her birinin kapasitesi, doğal gaz rezervleri, üretim ve ihracat rakamları farklılık gösteriyor.
Katar dışındaki Körfez ülkeleri, son dönemlerde artan doğal gaz ihtiyacını karşılamakta zorlanıyor; hatta çözüm olarak gazı ithal edip sıvılaştırdıktan sonra yeniden başka piyasalara ihraç etmeye başvuruyor.
Katar doğal gaz ihracatında Asya'yı önceliyor
Körfez'deki en büyük doğal gaz ihracatçısı Katar, Asya'daki müşterileriyle uzun vadeli sözleşmelerine bağlı kalarak Avrupa'ya ihracatını artırdı
Katar sadece Arap dünyasının en büyük gaz ihracatçısı değil aynı zamanda Rusya ve İran'dan sonra dünyadaki en büyük gaz rezervine sahip üçüncü ülke.
Cezayir rezervlerinin 5 katı, Mısır'ın da 13 katı kadar doğal gaz rezervine sahip olan Katar'ın 842,62 trilyon fit küplük doğal gaz rezervi bulunuyor.
British Petroleum (BP) verilerine göre, Katar küçük bir alanda sahip olduğu bu devasa rezervden 2021'de 177 milyar metreküp doğal gaz üretti.
Avrupa'ya büyük miktarda doğal gaz ihraç eden tek Körfez ülkesi konumunda bulunan Katar, Avrupa ülkelerine ihracatını 2021'de yüzde 65'in üzerinde artırdı.
Katar, Avrupa'daki en büyük müşterisi İngiltere'ye bu sene şimdiye kadar 408 bin ton, İtalya'ya ise 340 bin tonun üzerinde doğal gaz ihraç etti.
Ancak Alman Der Spiegel dergisine göre bu miktarlar yeterli değil. Avrupa Birliği (AB) günde yaklaşık 1 milyar metreküp gaza ihtiyaç duyarken, Katar'ın Avrupa'ya temin ettiği miktar günde 60 bin metreküpü geçmiyor.
Bunun başlıca nedeni ise, Katar'ın ihracatının yüzde 90'ını Hindistan (886 bin ton), Pakistan (yaklaşık 600 bin ton), Güney Kore (526 bin ton) ve Çin'e (390 bin ton) yapıyor olması.
Suudi Arabistan kaya gazıyla pazara girmeyi hedefliyor
Suudi Arabistan gaz üretiminde kendi kendine yetmeyi başardı; kaya gazı sayesinde de ihracatçılar kulübüne girmeye hazırlanıyor
Körfez ülkelerinde doğal gaz konusundaki paradokslardan biri, Suudi Arabistan'ın 333 trilyon fit küp (tarafsız bölgenin rezervleri dahil) gibi büyük bir doğal gaz rezervine sahip olması ve üretiminin, Cezayir, Mısır ve Nijerya'nın ürettiği 117,3 milyar metreküplük hacmi aşmasına rağmen 2021'de hiç doğal gaz ihraç etmemesi.
Suudi Arabistan, doğal gaz rezervleri açısından Arap dünyasında ikinci, küresel ölçekte sekizinci ve üretim açısından dünyada altıncı sırada yer alıyor. Ancak küresel gaz piyasasında büyüklük açısından önemli bir yer teşkil etmiyor ve gelecek kış Avrupa'nın imdadına yetişebilecek bir fazlalığa sahip değil.
Suudi Arabistan'ın petrol sektörüne yatırım yapmaya odaklanması, kendi iç ihtiyaçlarını karşılama çizgisi dışında gaz sektörüne fazla önem vermemesine neden oldu.
Ancak Riyad, 2030 vizyonu çerçevesinde ülkenin güneydoğusundaki İhsa bölgesinde yer alan El-Cafura gaz sahası projesini tamamlayarak doğal gaz ihraç eden ülkeler kulübüne dahil olmayı hedefliyor.
El-Cafura gaz sahası projesi, 110 milyar dolarlık yatırım gerektiren 200 trilyon fit küp olarak tahmin edilen kaya gazı rezervini içeriyor.
BAE'deki ithalat ve ihracat çelişkisi
BAE ve Umman, ithal ettikleri doğal gazı sıvılaştırarak ihraç ediyor
BAE'nin hikayesi Suudi Arabistan'dan biraz farklı olsa da içinde bir yine paradoks barındırıyor. BAE'nin doğal gaz rezervlerinin 272,83 trilyon fit küp olduğu tahmin ediliyor, bu da Cezayir ve Mısır'ın toplam rezervinden daha büyük olduğu anlamına geliyor.
Ettaqa internet sitesine göre, BAE 2021'de 57 milyar metreküp gaz üretti. Bu miktar az değil; gaz ihraç eden ülkelerden Libya'nın üretiminin 4 katını aşıyor, ancak tüketimi karşılamıyor.
BAE, 2021'de yaklaşık 1,7 milyar metreküp, 2020'de ise 1,6 milyar metreküp gaz ithal etti. Bu Körfez ülkesi, 2016'da 4,2 milyar metreküple tarihinin en yüksek gaz ithalatına tanık oldu.
Öte yandan BAE, 2021'de çoğunluğu Hindistan ve Japonya'ya yönelik olmak üzere yaklaşık 8,8 milyar metreküp sıvılaştırılmış gaz ihraç etti.
BAE'nin sıvılaştırılmış gaz ihracatı, kendi kendine yeterli olduğu anlamına gelmiyor. Bu ülke, doğal gaz ile sıvılaştırılmış gaz arasındaki fiyat farkının yüzde 50 ile 70 arasında değiştiğini bilerek ithal ettiği doğal gazı sıvılaştırıp ihraç ediyor.
Abu Dabi, 2030'a kadar kendi kendine yeterliliği sağlayabilmek adına gaz sektörüne 20 milyar dolar yatırım yapmayı planlıyor.
Umman, Katar gazını ihracata dönüştürüyor
Umman'ın doğal gaz rezervleri, Katar, Suudi Arabistan ve BAE kadar büyük olmasa da az da sayılmaz.
2021'in sonunda ülkenin rezervlerinin 23 trilyon fit küpe ulaştığı kaydedildi. Bu da Moritanya ve Senegal arasındaki ortak Es-Sulehfa/Ahmim sahasının rezervlerinden biraz daha azına tekabül ediyor.
Gaz üretimi de orta büyüklükte olan Umman'da 2020'de 41,8 milyar metreküp üretim gerçekleşirken tüketim 46,5 milyar metreküpü buldu. Bu da ülkeyi aradaki açığı kapatmak için ithalata zorladı.
BAE örneğindeki gibi doğal gazdaki açık, Umman'ın sıvılaştırılmış gaz ihracatını engellemedi. Umman, Katar'ın Kuzey Sahasını BAE ve Umman'a bağlayan Dolphin boru hattı aracılığıyla Katar'dan ucuz doğal gaz ithal ediyor, bir kısmını sıvılaştırıp yeniden ihraç ediyor.
Umman'ın 2022'nin ilk çeyreğindeki sıvılaştırılmış gaz ihracatı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 11,5 artışla yaklaşık 2,9 milyon tona ulaştı.
En büyük ithalatçı Kuveyt
Kuveyt ve Bahreyn, üretim-tüketim açığını kapayabilmek için ithal gaza bağımlı durumda
Kuveyt'in 63 trilyon fit küplük gaz rezervi, Mısır'ınkiyle eşdeğer. Mısır'ın nüfusu kendisinden 22 kat daha fazla olmasına rağmen Kuveyt gaz ithalatına başvuruyor.
Elektrik üretiminde petrole güvenen ve onlarca yıldır gazdan faydalanmayı ihmal eden Kuveyt, 2017'de 17,4 milyar metreküp gaz üretti.
BP'ye göre, Kuveyt 2021'de yaklaşık 7,7 milyar metreküp gaz ithal etti. Bu da onu Körfez ülkeleri arasında gaz ithalatı listesinde ilk sıraya taşıdı.
En az rezerve sahip ülke Bahreyn
BP, 2020'nin sonuna kadar Bahreyn'in onaylanmış gaz rezervlerinin 2,3 trilyon fit küp olduğunu belirtiyor. Bu verilere göre gaz rezervleri açısından Bahreyn, Körfez ülkeleri arasında sonuncu sırada yer alıyor.
Bahreyn, 2020'de 17,2 milyar metreküp gaz üretimi yaptı. Bu miktar, özellikle gaz sahalarındaki üretimin gerilemesinin ardından Bahreyn'in kendi tüketimi için bile yeterli değil.
Bu nedenle Bahreyn, sıvılaştırılmış doğal gaz ithal etmek durumunda kalıyor.
Sonuç olarak bu rakamlara bakıldığında AB'ye ihracatını artırabilecek tek Körfez ülkesinin Katar olduğu görülüyor. Ancak Katar'ın Avrupa'ya yönelik arzından artış olmasına rağmen yine de ihracatının çoğunun Asya'ya yönelik olduğu biliniyor.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/korfez-ulkelerinin-gazi-avrupanin-sogugunu-kirabilir-mi/2708293 | 3,564 | 7,056 |
Kovid-19'dan kaçarken dezenformasyona tutulmak
Küresel bir hale gelen Kovid-19 salgını, sayısız çevrimiçi söylenti ve sahte haber üretmiş durumda. Tüm dünya bir yandan Kovid-19'la savaşırken diğer yandan da “infodemik” olarak adlandırılan bu tür içeriklerle başa çıkmaya çalışıyor.
İstanbul
KORONAVİRÜS HABERLERİ
- KORONAVİRÜS NEDİR: Bir bakışta koronavirüs salgını
- NE YAPMALIYIZ: Koronavirüsten nasıl korunuruz
- BİLMENİZ GEREKENLER: Koronavirüs hakkında Sağlık Bakanlığının bilgilendirmeleri
- A'DAN Z'YE KOVİD-19 REHBERİ: Koronavirüsle ilgili aradığınız tüm cevaplar
- SON DURUM NE: Anlık koronavirüs yayılma haritası
- RAKAMLARLA: Ülke ülke koronavirüs istatistikleri
- KOVİD-19 TÜRKİYE PORTALI: TÜBİTAK COVID-19 Türkiye Web Portalı
- DÜNYADA ANLIK DURUM: Dünya haritası üzerinde son veriler
- ŞÜPHELERİNİZ Mİ VAR: Sağlık Bakanlığı online koronavirüs kontrol uygulaması
Sosyal medya, sosyal dünyamızdaki bilgileri son derece hızlı ve kapsamlı bir şekilde öğrenmemize izin veren bir ortam. Dünyanın diğer bölgelerindeki yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla ilgili haberleri veya bulunduğumuz mahallede meydana gelen anlık olayları bu sayede dakikalar içinde öğrenebiliyoruz. Özellikle hepimizin sosyal mesafe uyguladığı şu dönemde psikolojik sağlığımız için inanılmaz derecede önemli olan sosyal medya, birbirimizle sosyal olarak bağlantı kurmanın önemli bir yolu. Ancak sosyal medyada yer alan tüm bilgilere erişmek bazen endişelere yol açabiliyor. Çünkü insan, doğası gereği kötü haberlere dikkat etme eğiliminde ve bu durum bir şekilde kaygıyı arttırıyor.
Sosyal medyadaki dezenformasyon, tedavi yöntemleriyle ilgili asılsız ve yanıltıcı tıbbi tavsiyelerden, bölücülüğü, ayrımcılığı ve isyanı teşvik eden, panik doğuracak mesajlara, komplo teorilerine kadar uzanıyor.
Küresel bir hale gelen Kovid-19 salgını, sayısız çevrimiçi söylenti ve sahte haber üretmiş durumda. Tüm bu belirsizliğin ortasında paniğe neden olan yanlış bilgiler, sahte haberler ve aldatmacalar yeni tip koronavirüsün patlak vermesinden bu yana çevrimiçi ortamda giderek yaygınlaştı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) salgın dönemindeki dezenformasyona “infodemik” kavramını yakıştırırken kendi web sitesinde doğru/yanlış bilgileri yayınlamaya başladı. Dolayısıyla bu durum sadece ülkemize has bir durum olarak değil hemen tüm ülkelerin savaştığı bir konu olarak tekrar gündeme geldi. Tüm dünya bir yandan Kovid-19'la savaşırken diğer yandan da bu tür içeriklerle başa çıkmaya çalışıyor.
Yeni tip koronavirüs hakkında çıkan ilk dezenformasyon Ukrayna'da henüz daha virüsün Avrupa'ya yayılmadığı tarihlerde belirdi. Küçük bir Ukrayna köyünde dezenformasyonun neler yapabildiğine dair ilk örnekleri bu sayede görmüş olduk. Ukrayna'ya 18 Şubat'ta Çin'in Hubey eyaletinin Vuhan kentinden gelen uçakta 45 Ukraynalı ile 27 yabancı uyruklu kişiden birkaçında Kovid-19 olduğu bilgisi hızla yayılmaya başladı. Hükümetten yapılan açıklamada serbest bırakılanların hepsinin test edildiği, hiçbirinde virüse rastlanmadığı ve endişelenecek bir şey olmadığı vurgulandı. Bu kişilerin sadece tedbir amaçlı 14 gün karantina altında tutulacağı bilgisi verildi. Ancak buna rağmen bu kişilerin enfekte olduğu söylentileri bir anda sosyal medyada hızla yayıldı ve kargaşaya neden oldu. 19 Şubat'ta, Lviv bölgesindeki insanlar, serbest bırakılanların oraya getirilebileceğinden korktukları için bir hastanenin girişini lastikler ve arabalarla kapatmaya çalıştılar. Ardından bu grubun Novi Sanzhary'de yerel bir sanatoryuma götürüleceğini öğrenen bölge sakinleriyse aşırıya kaçarak isyan çıkardı. Barikatlar kuruldu ve serbest bırakılanların otobüsleri hareket etmeye başladığında protestocular karşılarında belirdi. Gerginlikler arttı, şiddetli çatışmalar başladı. İki gün süren kaos ve isyanlar, halkın hükümete güvenmediği, bunun yerine sosyal medyada yayılan söylentilere inandıklarının en büyük ispatıydı.
Sahte reçeteler, komplo teorileri ve partizan yaklaşımlar
Gerçek haberlere kıyasla sahte haberler daha şaşırtıcı, üzücü, öfkeyi veya endişeyi tetikleyen bilgiler içerir. Çünkü sahte haberler dikkati çekmeye odaklı olduğundan gerçek hikayelerden daha abartılı olurlar.
Dünya genelinde Kovid-19 hakkında birçok yanlış bilgi halihazırda dolaşımda bulunuyor. Tedavi yöntemleriyle ilgili; yılan yağının tedaviye iyi geldiği, fazla su içmenin mide asidini arttırdığı ve bu yeni tip koronavirüsü öldürdüğü, antibiyotik kullanımının virüsü önlediği, sıcak sıvılar içmenin virüsü temizlediği, kolloidal gümüş sıvısı içmenin faydalı olduğu gibi birçok dezenformasyon mevcut. Sirkeler, vitaminler, çaylar, uçucu yağlar ve daha birçoğu çeşitli Whatsapp gruplarında dolaşım halinde. Ancak bunların hiçbiri onaylanmış tedaviler veya hastalığa karşı önleyici tedbirler değil. Hatta bazı ülkelerdeki eyalet ve sağlık yetkilileri, ibuprofen etkin maddeli ilaçların etkinliği hakkında Whatsapp'ta dolaşan bilgilere yanıt vermek zorunda bile kaldı. Afrika'da virüsün sivrisinek ısırığından bulaştığı bilgisi, yüksek derecede sıcaklığın virüsü öldürdüğü ve hatta ABD Başkanı Donald Trump'ın bu şekilde hayatta kalabildiği iddiası bile yayıldı.
Bunun dışında bölücülüğü, ayrımcılığı ve isyanı teşvik eden, panik oluşturacak türden partizan yaklaşımlar da yok değildi. Çeşitli yetkililer adına açılmış sahte hesaplar, terör örgütleri tarafından organize edilen ve düşmanlığı körükleyen paylaşımlar yapıldı. Yerel bir süpermarketteki boş rafların fotoğrafı panikle satın almayı tetiklerken diğer taraftan halkı bankalardan para çekmeye teşvik eden terör örgütleri hesapları devreye girdi. Şehirlerin kapanacağı teorileri, karantina iddiaları, insan kaynakları departmanlarından, yöneticilerden veya sağlık kuruluşlarından geldiği iddia edilen e-postalar, sesli ve yazılı çevrimiçi mesajlar başını alıp yürüdü.
Geçtiğimiz hafta ABD genelinde cep telefonlarına gelen acil bir mesaj Başkan Donald Trump'ın ülke çapında karantinayı zorunlu kılacağı üzerineydi ve bu mesaj ülkede büyük karmaşa doğurdu. Örneğin ABD'de şu an dolaşımda olan birçok mesaj şu şekilde başlıyor: “Birleşmiş Milletler'e (BM) bağlı güvenilir bir arkadaştan”, “FBI'da bulunan bir arkadaşın arkadaşı”, “Yüksek rütbeli bir askerden”… ABD'li yetkililer ise bu mesajların Rusya ve Çin'e ait işaretler taşıdığını belirtiyorlar.
Şüphe uyandırması gereken diğer ipuçları arasında içeriğin olağandışı sayıda beğeni alması veya yüksek oranda paylaşıma sahip olması dikkati çekiyor.
Hastalığın yayılması konusunda genellikle yanıltıcı tıbbi tavsiye veya yanlış bilgilendirmedeki artış hem ABD hem de Avrupa Birliği (AB) yetkililerinin başa çıkmakta zorlandığı bir konu haline geldi. Örneğin bu ayın başlarında İngiltere hükümeti, virüs dezenformasyonunu yaymaya çalışan ve arka planında yer alan devlet aktörünü tespit etmek amacıyla başbakanlık ve bazı bakanlıkların bulunduğu Whitehall Caddesindeki ekipler arasında bir “karşı dezenformasyon birimi” kurma sözü verdi. Hindistan hükümetiyse sosyal medya şirketlerinden Kovid-19'a dair sahte haberleri kontrol etmelerini istedi. Sosyal medya platformlarından farkındalık kampanyaları başlatmasını, platformdaki yanlış bilgilerin kaldırmasını ve virüsle ilgili gerçek bilgilerin tanıtılması talebinde bulundu. Bu çağrılar üzerine Facebook yayınlarını kontrol etmeye, açıkça yanlış olanları belirlemeye ve hatta bu tür içeriklerin sıralamalarını aşağılara çekmeye çalışıyor. Sosyal medya platformları Twitter, YouTube ve TikTok da yanlış bilgileri sınırlandırmak için adımlar atmaya başladı. Ancak hepsini yakalamak neredeyse imkansız görünüyor.
Komplo teorilerini de unutmamak lazım. Birçok ülkede ABD hükümetinin yıllar önce Kovid-19 için bir aşı bulduğu ve patentini aldığı, bu yeni tip koronavirüsün laboratuvarda insan yapımı bir virüs olduğu, ilaç firmalarının aşıyı sakladığı, virüsün biyolojik bir silah olduğu, 5G ile dijital bulaşıcılık sağlandığı (Diamond Princess gemisindeki enfekte olmuş yolcuların bu teknolojiyi kullandığı iddiası) kulaktan kulağa dolaşan söylentiler arasında.
Peki bu virüsten nasıl korunuruz?
Medya iş modelleri dikkat ekonomisine dayandığı için, birinci grubu oluşturan kötü aktörler bu dikkatten para kazanmak için Kovid-19 hakkında mal-bilgi (sahte haberler, yanlış bilgi ve dezenformasyon) üretmeye çalışırlar. Burada öncelikli amaç paradır. İkinci grubu ise partizanlar oluşturur. Partizanlar “fırsat bu fırsattır” düşüncesiyle hükümeti krizden sorumlu tutmaya çalışıp oylarını azaltma çabasına girerler. Üçüncü grubu ise bölücü terör örgütleri oluşturur. Amaç halkın huzurunu bozmak ve karışıklık çıkarmaktır. Kriz dönemlerinde alışık olduğumuz bu yönelimler tıpkı bir öncekilerde olduğu gibi yine kendini belli edecek türden ipuçları taşıyor. İşte bu gibi dönemlerde öncelikle yetkililerden gelen bilgileri yakından takip etmek gerekiyor. Sahte haberlere karşı en iyi panzehrin ülkenin saygın haber ajansları ve resmî kurumları tarafından sağlanabileceği unutulmamalı.
İnsanlar yüksek belirsizlik, kaygı ve panik döneminde kesinlik ararlar. Böylesi bir ortamda, ne yazık ki, yanlış ama kolay çözümler sunan bilgiler daha kolay kabul edilir. Sağlıkla ilgili bilgiler sosyal medyada paylaşılan hikayeler yerine yerleşik haber kaynaklarından kontrol edilmeli. Bu tür içeriklerle karşılaşıldığında öncelikle kaynak sorgulanmalı. Salgın sırasında “Tayvanlı uzmanlar”, “Japon doktorlar” veya “Stanford Üniversitesi” ne atıflar yapılmış olabilir. Bu hikayelerin orada yayınlanıp yayınlanmadığı resmî web siteleri üzerinden kontrol edilmelidir, mesela.
Gerçek haberlere kıyasla sahte haberler daha şaşırtıcı, üzücü, öfkeyi veya endişeyi tetikleyen bilgiler içerir. Çünkü sahte haberler dikkati çekmeye odaklı olduğundan gerçek hikayelerden daha abartılı olurlar. Bu özellikleri barındıran içerikler iki kez kontrol edilmeli. Örneğin dramatik bir şey okuyorsanız, ulusal medyanın bunu rapor etmiş olma olasılığı çok yüksektir. Eğer bunu haber olarak bulamıyorsanız bu bilgi güvenilir bir bilgi olmayabilir. Bazen bu gibi içeriklerde sırf kafa karıştırmak için doğru bilgiyle yanlış bilginin harmanlanıp sunulduğu da görülüyor ki bu durum doğru olanı tespit etmeyi zorlaştırıyor. Hatta bazen bu tür mesajların, doktorlar, hemşireler ya da güvenilir yakınlarımız tarafından paylaşıldığına şahit oluyoruz. Bu kişiler paylaşmadan önce tüm hikâyeyi okumamış, sadece gözden geçirmiş olabilirler. Bu durumda paylaşmaya karar vermeden önce, hikayelerin doğru bir şekilde okunduğundan emin olunmalı ve doğruluğunu teyit etmek için bazı kontroller yapılmalı. Örneğin içeriklerin doğruluğunu kanıtlamak için anahtar kelimelerle arama yaparak başka kaynaklara ulaşılabilir.
Paylaşım yapan hesabın gerçek hesap olup olmadığı ve ne zaman oluşturulduğu kontrol edilmeli. Örneğin bugünlerde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca adına açılan birçok sahte hesaptan paylaşım yapılıyor. Sosyal medya platformları, gerçek hesapları doğrulamanın yanı sıra sahte hesapları ve hikayeleri kaldırmaya veya işaretlemeye çalışan bir sistemle yürür ancak görüyoruz ki bu da bazen yetersiz kalıyor. Bu sisteme hâkim olmayan kullanıcılar hesabın doğruluğunu teyit etmeden sahte hesaptan yapılan paylaşımı rastgele kendi hesaplarından da paylaşıyor.
Şüphe uyandırması gereken diğer ipuçları arasında içeriğin olağandışı sayıda beğeni alması veya yüksek oranda paylaşıma sahip olması dikkati çekiyor. Bu belirtiye dikkat etmeli, aşırı derecede paylaşmaya teşvik eden mesajlara şüpheyle yaklaşılmalı. Bununla birlikte güvenilir gazetecilerin ve kuruluşların tekrarlanan yazım ve dilbilgisi hataları yapma olasılığı epey düşüktür. Bu belirtiye dikkat ederek, tamamen büyük harflerle yazılmış veya çok sayıda ünlem işareti içeren içeriklere karşı tedbirli olunmalı.
[Doç. Dr. Berrin Kalsın İstanbul Medipol Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kovid-19dan-kacarken-dezenformasyona-tutulmak/1781644 | 5,937 | 11,859 |
Küresel ekonomide 'büyük sıfırlama' mümkün mü?
2020'nin ilk yarısında Dünya Ekonomi Forumu Başkanı Schwab ve Galler Prensi Charles tarafından ortaya atılan “Büyük Sıfırlama” kavramı yeni tip koronavirüs salgını sonrasında dünya ekonomisini yeniden inşa etme ana fikri etrafında şekilleniyor.
İstanbul
2020 yılının ilk yarısında Dünya Ekonomi Forumu (WEF) Başkanı Klaus Schwab ve Galler Prensi Charles tarafından ortaya atılan “Büyük Sıfırlama” (Great Reset) kavramı yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını sonrasında dünya ekonomisini yeniden inşa etme ana fikri etrafında şekilleniyor. Büyük Sıfırlamanın fikir babaları bütün dünyanın bir yıldan fazla bir süredir altında ezildiği Kovid-19 pandemisini bir “fırsat penceresi” olarak görüyor ve bu fırsat iyi değerlendirilirse dünyanın gidişatına yeni bir yön verilerek daha yeşil, daha adil, sürdürülebilir ve daha katılımcı bir dünya yaratabileceğini düşünüyorlar.
Temel kavramları sürdürülebilirlik, doğaya dost olma, adalet, kapsayıcılık ve dijital ve sınırsız bir dünya olan Büyük Sıfırlama, insanların özel hayatına dijital imkânlarla daha fazla müdahale edilmesi ve hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması endişelerini de beraberinde getiriyor.
Kovid-19 krizinin yol açtığı siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde mevcut sistemin eksikliklerini gözler önüne serdi; var olan eşitsizlikler Kovid-19 ile daha da arttı. Küresel dünyanın içinde bulunduğu durumu sanki dışarıdan gelen başka bir güç yaratmışçasına, şu an dünyanın önde gelen liderleri ve iş insanları tarihi bir dönüm noktasında olduğumuzu, tüm sistemi yeniden başlatarak dünyadaki pek çok sorunun çözüleceğini iddia ediyorlar.
Büyük Sıfırlama'nın bileşenleri
Büyük Sıfırlama fikri dördüncü sanayi devriminden faydalanma, bölgesel kalkınmayı güçlendirme, küresel işbirliğini canlandırma, sürdürülebilir iş modelleri geliştirme, çevreyi iyileştirme, sosyal sözleşmeleri, beceri ve işleri yeniden tasarlama ve ekonomik toparlanmanın şekillendirilmesi olarak yedi ana başlık altında açıklanıyor. Alt başlıklarda ise pek çok detay var; LGBTI katılımı bile düşünülmüş.
Büyük Sıfırlamanın fikir babalarına göre Kovid-19 sonrası dünyanın toparlanması için eğitimden sosyal sözleşmelere ve çalışma koşullarına kadar pek çok alanda köklü değişiklikler yapılmalı, ülkeler birlikte hareket etmeli, tüm endüstriler yeni koşullara ve çalışma şekillerine uygun olarak dönüştürülmeli. Çünkü Kovid-19 pandemisinin ekonomik büyüme, kamu borcu, istihdam ve insan refahı üzerinde ciddi ve uzun vadeli sonuçları olacak ve bu sonuçlar sosyal tansiyonu yükseltecek, zaten kötüye giden küresel ısınma ve çevre sorunları ile birleşerek sorunlar yumağı büyüyecektir. Bütün bunlara artan gelir dağılımı eşitsizliği de eklenince çok kırılgan bir iktisadi yapı ile karşılaşılacak ve günü kurtarmaya yönelik politikalar yetersiz kalacaktır. İşte bu nedenle ekonomik ve sosyal sistemlerin yeni temeller üzerinde sıfırdan inşa edilmesi gerekli.
Büyük Sıfırlama konusunda yazılanlar ve yapılan toplantılar incelendiğinde tartışmaların şu an “neden” konusuna yoğunlaştığı ve bu fikri meşrulaştırmaya yöneldiği, ancak bu sıfırlamanın “nasıl” yapılacağı konusuna henüz geçilmediği görülüyor.
Büyük Sıfırlamanın savunucularına göre pandemi, insanların yaşam tarzında ve iş yapış şekillerinde gerektiği zaman hızlı ve radikal değişiklikler yapabildiğini gösterdi. Eski alışkanlıklar terk edildi. Bu süreç herkese gerektiği zaman hızlıca dijitalleşebildiğimizi de göstermiş oldu. Bu noktada dördüncü sanayi devrimi ve akıllı teknolojilerin büyük sıfırlama amacına yönelik temel bir araç olarak kullanılması hayati bir önem taşıyor. Ancak şimdiye kadar devlet müdahalesinin asgari düzeyde kalması ve piyasanın ana karar verici olması gerektiğini düşünenler, devletin büyüyerek ve daha kontrolcü bir şekilde geri gelmesi fikrini savunmaya başladılar. Büyük Sıfırlama yolunda özel sektörün hükümetlerle kol kola çalışması bekleniyor. Çünkü ünlü Davos toplantılarının ve Dünya Ekonomik Forumu'nun olmazsa olmazı olarak küresel büyük şirketlerin her şart altında kâr etmesi ve planlanan büyük sıfırlamadan aslan payını alması gerekiyor.
Büyük Sıfırlama nasıl yorumlanıyor?
Büyük Sıfırlamanın yedi unsurundan biri “Endüstri 4.0 devriminden faydalanmak” şeklinde belirtiliyor. Bilindiği gibi dijital dönüşümle birlikte tüm elektronik cihazlar akıllı hale gelecek, sensörler yardımıyla birbirleriyle iletişim kurup ihtiyaç halinde yapay zekâ yardımıyla kendi kendine karar verebilecek. Bir yandan Endüstri 4.0 Devrimi kapsamında bireysel iletişim cihazları, evdeki beyaz eşyalar, üretimdeki makineler ve arabalardaki elektronik sistemler gibi etrafını algılayan cihazlar marifetiyle devasa miktarda veri üretilen ve bu veriyi her an işleyen bir dünya tasarlanırken, bir yandan da Büyük Sıfırlama adı altında her alanda yeni bir sayfa açılması ve dünyanın sıfırlanması fikri ortaya atılıyor. Bu iki plan birleşince insanın tüm hareket ve hatta düşüncelerinin bile izlendiği George Orwell'ın 1984 romanında tasarlanan bir dünya akıllara geliyor. Bu bakımdan Büyük Sıfırlama ve 4. Sanayi Devriminin teknolojiye ve teknoloji şirketlerine büyük vurgu yapması bu girişimin pek de masum bir yeni dünya tasavvuru olmadığı, arkasında çok daha karanlık ve saklı planlar olduğu şeklinde yorumlanıyor.
Örneğin kapitalist küresel sistemin ürettiği gelir adaletsizlikleri, açlık, yoksulluk, çevre kirliliği ve finansal problemler gibi sorunların nasıl çözüleceğine dair bir yol haritası yok.
2014 yılında IMF Başkanı Christine Lagarde'ın Dünya Ekonomi Forumu'nda ekonomik sistemin sıfırlaması konusunu gündeme getirmiş olması ve Klaus Schwab'ın pandemi henüz altı ayını doldurmadan “Kovid-19: Büyük Sıfırlama” isimli bir kitabı piyasaya sürmesi göz önüne alındığında Kovid-19'un bile bu planın bir parçası olduğu konusunda pek çok komplo teorisi dillendiriliyor.
Bazı yorumcular ise pandemi sonrası dünyada pek çok dengenin değişeceğini söylüyor ve şu an gücü elinde tutan WEF, IMF, Dünya Bankası ve büyük şirketlerin bu değişimi yönlendirmek için Büyük Sıfırlama fikrini ortaya attığını ve tartışmaları tekelleştirmeye çalıştıklarını iddia ediyor. İşte bu nedenle Büyük Sıfırlama teorisi pek çok kişiye anlatıldığı gibi “daha adil, daha yeşil ve daha eşitlikçi” bir dünya sözü vermekten ziyade dünyadaki mevcut sistemi elinde tutan güçlerin yeni bir planı olarak görülüyor. Büyük Sıfırlama kapsamında gündeme getirilen, paydaşlar arasında serbest veri akışı ve fikri mülkiyetin gönüllü olarak lisanslanması konuları da çok eleştiriliyor.
Büyük Sıfırlama'nın yol haritası var mı?
2021 yılı Ocak ayında gerçekleşen Sanal Davos Zirvesi Büyük Sıfırlama ana fikri etrafında şekillendi. Zirvede Kovid-19 salgını sonrasında ekonomilerin nasıl ayağa kalkacağı ve kaybedilen güven ve iyimserliğin nasıl tekrar inşa edileceği konuşuldu. Ancak dünyada fakirliğin, açlık ve eşitsizliğin artmasından en çok küresel elitlerin rahatsız olması ve büyük şirket CEO'larının Dünya Ekonomik Forumu ile birlikte sadece “daha adil, daha yeşil ve herkesin daha eşit olduğu” bir dünya için gecesine gündüzüne katarak kafa yoruyor olması pek çok kesime inandırıcı gelmedi. Temel kavramları sürdürülebilirlik, doğaya dost olma, adalet, kapsayıcılık ve dijital ve sınırsız bir dünya olan Büyük Sıfırlama, insanların özel hayatına dijital imkânlarla daha fazla müdahale edilmesi ve hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması endişelerini de beraberinde getiriyor.
Alman gazetesi Handelsblatt Büyük Sıfırlama gerçekleşirse 2030 yılına gelindiğinde elitlerin, koyunlarını koruyan çobanlar gibi kitleleri yönlendirdiği yeni bir dünya yaratılacağını öngörüyor. Dünya Ekonomik Forumu önceki yıllarda da "Kriz Sonrası Dünyayı Şekillendirmek" (2009) veya “Büyük Dönüşüm” (2012) gibi çok iddialı kavramlar ortaya atmıştı. 2020 yılında piyasaya sürülen Büyük Sıfırlama kavramının tanıtıldığı Klaus Schwab'ın “Kovid-19: Büyük Sıfırlama” isimli kitabının sonunda anlatılan hikâye çok manidar. Hikâyede bütün bir köy yaklaşan bir felaketi öngörüyor ama köylülerin hiçbiri bunu önlemek için uğraşmıyor ve sonunda hep beraber yok oluyorlar. Bu hikâyenin verdiği mesaja göre Büyük Sıfırlama sadece bir öneri değil mutlak bir ihtiyaç, Kovid-19 salgını ise bizlere daha iyi bir dünyanın kapısını aralayan bir fırsat penceresi.
Büyük Sıfırlama konusunda yazılanlar ve yapılan toplantılar incelendiğinde tartışmaların şu an “neden” konusuna yoğunlaştığı ve bu fikri meşrulaştırmaya yöneldiği, ancak bu sıfırlamanın “nasıl” yapılacağı konusuna henüz geçilmediği görülüyor. Örneğin kapitalist küresel sistemin ürettiği gelir adaletsizlikleri, açlık, yoksulluk, çevre kirliliği ve finansal problemler gibi sorunların nasıl çözüleceğine dair bir yol haritası yok. Görünen o ki küresel elitler, -çoğunluğu teknoloji alanında olmak üzere- büyük şirketler ve politika yapıcılar Kovid-19'a iyi tarafından bakarak ve “bu da bize ders olsun” diyerek yeni bir plan ve dizayn yapıyor.
[Türk-Alman Üniversitesi'nde İktisat Bölümü Başkanı olan Prof. Dr. Elif Nuroğlu, uluslararası iktisat, yerçekimi modeli, ampirik uluslararası ticaret, ekonometrik modellemeler, ampirik makroekonomi, yapay sinir ağları ve fuzzy yaklaşımlar alanlarında çalışmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kuresel-ekonomide-buyuk-sifirlama-mumkun-mu/2153975 | 4,721 | 9,351 |
Kuzey Makedonya'nın AB ile ilişkilerinde yeni bir sayfa
Kuzey Makedonya ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler yalnızca bölgede değil, Bulgaristan'ın Kuzey Makedonya'nın Avrupa Birliği (AB) entegrasyonunu veto etmesi nedeniyle ötesinde de kamuoyunun ilgi odağı haline geldi.
Üsküp
Bulgaristan, Kasım 2020'de Kuzey Makedonya'nın AB ile müzakere çerçevesini; ortak tarih, dil ve ülkedeki Bulgar topluluğunun haklarına ilişkin talepler üzerindeki anlaşmazlık nedeniyle veto etti.
Anlaşmazlığın çözümü adına, Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Buyar Osmani ve Bulgar mevkidaşı Teodora Gençovska, 17 Temmuz'da Bulgaristan'ın başkent Sofya'da, Kuzey Makedonya'nın AB ile müzakerelere başlaması için kilit belgelerden biri olan ikili protokol imzaladı.
Protokol, Kuzey Makedonya ve Bulgaristan'ın tarihi şahsiyetleri ve olayları ortaklaşa anmalarını, tarih ve coğrafya kitaplarında değişiklikler yapılmasını, her iki ülkede de toprak iddialarından ve nefret söyleminden kaçınmayı öngörüyor.
Kuzey Makedonya, Arnavutluk ile birlikte bugün, 19 Temmuz'da AB ile katılım müzakerelerine başladı. Arnavutluk ile Kuzey Makedonya yine bugün yapılacak hükümetler arası konferansa katılacak ardından AB ilk adım olarak iki ülkenin tarama sürecine başlayacak.
Protokolün imzalanmasının öncesinde, 16 Temmuz'da Kuzey Makedonya Meclisinde, Fransa'nın Bulgaristan ile Kuzey Makedonya arasındaki anlaşmazlığın çözümü için AB dönem başkanlığı sırasınca sunduğu önerinin sonuçları oylandı. Aynı gün, Kuzey Makedonya hükümeti, oturum düzenleyerek Meclisin aldığı sonuçları kabul etti ve ülkenin AB entegrasyon sürecindeki engeli kaldıracak 30 Haziran tarihli Fransız önerisini onaylama kararı aldı.
Fransız önerisi
Fransa'nın AB dönem başkanlığı sırasınca sunduğu öneri, iki belgeden oluşuyor. AB Konseyi sonuçları ve Müzakere Çerçevesi. Konseyin sonuçlarında, diğer hususların yanı sıra Bulgarların Kuzey Makedonya Anayasasına girmesi, ilk hükümetler arası konferans ve müzakerelerin resmi olarak başlamasının ardından öngörülüyor. Müzakere Çerçevesinde, Makedon dili, ek dipnotlar ve açıklamalar olmadan, "Makedonca" olarak tanımlanıyor. Kuzey Makedonya hükümetinin memnun olmadığı bir önceki Fransız önerisinin aksine, son öneride dil ile ilgili paragraf daha açık ve basit yazıldığı görülüyor.
Kuzey Makedonya'daki iç siyasi durum göz önünde bulundurulduğunda, muhalefetteki VMRO-DPMNE ve lideri Hristiyan Mickoski, her fırsatta Fransız önerisine karşı olduklarını ve "Makedonya'nın Bulgarlaşmasını" önlemek için sonuna kadar savaşacaklarını ifade ediyor.
Kuzey Makedonya Başbakanı Dimitar Kovaçevski, önerinin Mecliste onaylanmasının ardından düzenlediği basın toplantısında, bu kararla ülkesinin katılım müzakereleri sürecinin başladığını, "objektif olarak ülke için tarihi bir adımın daha tamamlandığını" ifade etti.
Ancak bu doğrultuda Bulgaristan ile imzalanan protokole göre Kuzey Makedonya, Bulgarları anayasaya dahil etmeden AB ile fasıl açamayacak. Bunun gerçekleşmesi için 120 sandalyeli Meclisin üçte iki çoğunluğuna, yani 80 milletvekiline ihtiyaç bulunuyor.
Şimdilik hükümet koalisyonu bu desteğe sahip değil, öte yandan İç Makedon Devrimci Örgütü-Makedonya Ulusal Demokratik Birliği (VMRO-DPMNE) önderliğindeki muhalefet koalisyonu da buna karşı olduklarını ifade ediyor.
Bulgaristan Dışişleri Bakanı Teodor Gençovska, ülkesindeki medyaya verdiği brifingde, bundan sonra AB'ye ne zaman gireceği ve müzakere sürecinin ne kadar süreceğinin yalnızca Kuzey Makedonya'ya bağlı olduğunu belirtti.
Kuzey Makedonya ve Bulgaristan arasındaki ikili protokolde ne var?
Protokolün imzalanmasının ardından, Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Buyar Osmani, basın mensuplarına verdiği brifingde, protokolü tanıttı.
Protokolün karşılıklı olduğuna işaret eden Osmani, "Kuzey Makedonya için üç konu önemliydi. Bunlar, protokolün müzakere çerçevesinin bir parçası olmaması, Makedon dilinin AB ile iletişimde temiz olması ve tarihi meselelerin müzakerelerin dışında olması." ifadelerini kullandı.
Osmani, yasal özünde protokolün içinde gündemin, siyasi diyaloğa, toplantı ve faaliyetlere genel bakışın yanı sıra sektörel iş birliği ve departmanlar arası çalışma gruplarına genel bakış içeren bir toplantı tutanağı olduğunu aktardı. Protokolde her iki ülkenin de önlem almasını gerektiren 5 konu bulunuyor. Bu 5 konu tarih, AB entegrasyonuna destek, nefret söylemi, toprak iddiaları ve komünist rejimin baskı kurbanlarının rehabilitasyonu içeriyor.
Gençovska: Bulgaristan, Kuzey Makedonya'nın resmi dili konusundaki tutumundan geri adım atmıyor
Öte yandan Bulgaristan Dışişleri Bakanı Teodor Gençovska, ülkesindeki medyaya verdiği brifingde, bundan sonra AB'ye ne zaman gireceği ve müzakere sürecinin ne kadar süreceğinin yalnızca Kuzey Makedonya'ya bağlı olduğunu belirtti. Gençovska, "Gelecek adımlar, Bulgarların sadece Makedon Anayasası'na değil, tüm mevzuata dahil edilmesine yol açmalıdır." değerlendirmesinde bulundu.
Bulgaristan'ın, AB ile müzakere belgelerinin Makedon diline çevrileceği göz önüne alındığında, dil konusundaki tutumundan geri adım atmadığına işaret eden Gençovska, "Bulgaristan, Kuzey Makedonya'nın resmi dili konusundaki tutumundan geri adım atmıyor. Bulgaristan'ın bu dili tanımadığı yönündeki Ulusal Meclis kararına tamamen saygı duyuyoruz. Kalan 26 üye bağlamında, onların kendi tutumları var ve biz hiçbir şekilde bizim tutumumuzu kabul etmelerine zorlayamayız ancak Bulgaristan'ın konumu tüm müzakere çerçevesinde garanti altına alındı." ifadelerini kullandı.
Kuzey Makedonya'daki muhalefetten referandum talebi
Bu arada, Kuzey Makedonya'daki iç siyasi durum göz önünde bulundurulduğunda, muhalefetteki VMRO-DPMNE ve lideri Hristiyan Mickoski, her fırsatta Fransız önerisine karşı olduklarını ve "Makedonya'nın Bulgarlaşmasını" önlemek için sonuna kadar savaşacaklarını ifade ediyor.
Mickoski, bir televizyon programında yaptığı açıklamada, partisinin Bulgarların ülke anayasasına eklenmesi noktasında yapılması planlanan anayasa değişiklikleri için referandum talep etme olasılığını değerlendireceğini belirterek, 150 bin imza toplama girişiminde bulunarak vatandaşların meseleyle ilgili fikrini referandumla vermesini sağlamayı amaçladıklarını söyledi.
Geçen dönemde Kuzey Makedonya'daki muhalefet başta hükümet ve Meclis binaları olmak üzere başkent Üsküp'te "Ültimatom-hayır sağ olun" sloganıyla protestolar düzenledi, Fransa'nın Bulgaristan ile anlaşmazlığı çözmeye yönelik sunduğu öneriye karşı memnuniyetsizliklerini ifade etti.
Özetle, Kuzey Makedonya'daki bu siyasi ilişkiler durumunda ve hükümet ile muhalefet arasında Anayasa'nın açılması konusunda fikir birliği eksikliğinde, iki ülke tarafından imzalanan protokolün pratikte ne kadar uygulanacağı belirsiz.
Kuzey Makedonya'ya 2005'te "aday statüsü", müzakerelere başlaması için ilk tavsiye de 2009'da verildi.
Çok engel, tek yol
Ülkeye AB yoluna ilk olarak Yunanistan engel koymuş, bu yüzden Makedonya olan ismini 2018'de Birleşmiş Milletler (BM) arabuluculuğunda imzalanan Prespa Antlaşması ile Kuzey Makedonya olarak değiştirmişti. Ardından ülke 2019'da Fransa'nın AB ile katılım müzakerelerinin metodolojisinde değişiklik talep etmesiyle bir kez daha engelle karşılaşmıştı. 2020 yılının sonuna doğru ise Bulgaristan verdiği vetoyla, Kuzey Makedonya'nın Avrupa entegrasyonunun dil ve tarihi meselelerdeki anlaşmazlıklardan dolayı engellemişti.
Tüm bu gelişmelerin ışığında Kuzey Makedonya, Arnavutluk ile birlikte bugün, 19 Temmuz'da AB ile katılım müzakerelerine başladı. Arnavutluk ile Kuzey Makedonya yine bugün yapılacak hükümetler arası konferansa katılacak ardından AB ilk adım olarak iki ülkenin tarama sürecine başlayacak.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kuzey-makedonyanin-ab-ile-iliskilerinde-yeni-bir-sayfa/2640080 | 3,744 | 7,759 |
Kuzey Makedonya'ya AB yolunda yeni engel: Bulgaristan
Yunanistan ile isim krizini aşarak AB'ye üyelik yolunda önemli bir mesafe alan Kuzey Makedonya, bu sefer doğu komşusu Bulgaristan'ın üyelik sürecini bloke etme girişimleriyle karşı karşıya.
İstanbul
Bağımsızlığını ilan ettiğinden beri Avrupa Birliği (AB) ve NATO'ya üye olmayı stratejik bir hedef olarak belirleyen Kuzey Makedonya, 2005 yılı Kasım ayında AB üyeliğinde aday ülke statüsü kazanırken, söz konusu statünün kazanılmasının ardından 15 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen AB üyelik müzakerelerinin başlatılması için halen tarih alamadı.
Bulgaristan, 2017'de iki ülke arasında imzalanan dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği anlaşmasının şartlarını yerine getirmediği gerekçesiyle Kuzey Makedonya'nın AB üyeliğine karşı çıkıyor.
Bu stratejik hedeflere ulaşma yolunda sürekli engellerle karşılaşan Kuzey Makedonya, güney komşusu Yunanistan ile yaşadığı isim sorunu nedeniyle 2008 yılında Bükreş'teki NATO zirvesinde Yunanistan tarafından veto edilmiş, böylece ittifaka üye olamamıştı. Bu adım Kuzey Makedonya'nın AB entegrasyon sürecinde de bir engel olarak önüne çıkmıştı.
Söz konusu olaydan tam 10 yıl sonra, Kuzey Makedonya ve Yunanistan siyasileri Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde Prespa Anlaşmasını imzalayarak yıllardır süren isim sorununa nokta koydu. Bu kapsamda “Makedonya” ismini “Kuzey Makedonya” olarak değiştirdikten sonra Yunanistan artık Kuzey Makedonya'nın Avrupa entegrasyonu yolunda engel olmaktan çıktı; Kuzey Makedonya da bu sayede 2020 yılı Mart ayında NATO'nun 30. üyesi oldu.
Bulgaristan, AB üyeliği için Kuzey Makedonya'nın yerine getirmesi gereken ve birçoğu ülke ve vatandaşların kimlikleri ile tarihi meseleleri içeren 20 civarında şart öne sürüyor.
Kuzey Makedonya'nın stratejik hedeflerine ulaşmasında komşu engeli
Kuzey Makedonya AB ile üyelik müzakerelerine bir adım daha yaklaşmışken bu sefer doğu komşusu Bulgaristan, 2017 yılında iki ülke arasında imzalanan dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği anlaşmasını anımsatarak Sofya'nın ısrar ettiği şartların yerine getirilmediği gerekçesiyle Kuzey Makedonya'nın önüne engel çıkarıyor.
2017 yılının Ağustos ayında iki ülke hükümetleri arasında düzenlenen toplantıda Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev ve Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov tarafından dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği anlaşması imzalanmıştı. Anlaşma kapsamında tarihi konular ve eğitim gibi meseleler için Ortak Uzman Komisyonu da kurulmuştu.
Yunanistan ile de 2018 yılında anlaşmaya varmasının ardından Kuzey Makedonya bu kez iki ülke arasındaki tarihi ve kimlik meselelerinin çözülmesi yönünde Bulgaristan'ın baskılarını hissetmeye başladı. Bulgaristan meclisi 2019 yılının Ekim ayında AB'nin Kuzey Makedonya ile müzakereleri başlatması yönündeki deklarasyonunu onayladı. Bu deklarasyonda, “Avrupa entegrasyonuna yönelik destek, tarihi olaylar, belgeler ve eserler ile Bulgar tarihindeki şahsiyetlerin rolü ve görüşlerinin zararına olmamalıdır” ifadeleri yer alıyor.
AB üyesi olabilmesi için Kuzey Makedonya'nın yerine getirmesi gereken ve aralarında “Makedon dili” ve “Bulgar faşist işgalcisi” ifadelerinden bahsedilmemesi meselesi de bulunan 20 civarında şart bulunuyor. Şartlar, ülke ve vatandaşların kimlikleri ile tarihi meseleleri içeriyor.
Bulgaristan'ın, Kuzey Makedonya'nın AB üyeliğini desteklemek için talep ettiği bu şartlar, 2019 yılı Ekim ayında Fransa'nın AB'nin genişlemesine karşı çıkması ve üyelik müzakereleri için yeni metodoloji talep etmesi meselesinin ardından gölgede kaldı. Söz konusu yeni metodolojinin onaylanmasının ardından geçen yılın Mart ayında AB Kuzey Makedonya ve Arnavutluk'la üyelik müzakerelerinin başlatılması kararı aldı, ancak bu yönde herhangi bir tarih belirlenmedi.
Kuzey Makedonya AB üyelik müzakerelerinin başlatılması süreci eşiğindeyken, Bulgaristan 2019 yılı Eylül ayında AB ülkelerine mektup göndererek, Kuzey Makedonya'daki “Bulgar karşıtı devlet ideolojisi” hakkında tarihi gerekçeler sunup Makedon kimliği ve diline yönelik tutumu için destek istedi.
Üyeliğe aday ülkelerin AB'ye çözülmemiş sorunlar getirmemesi gerektiği belirtilen mektupta, Üsküp'le olan anlaşmazlıkların çözülmemiş çekişmeler olduğu ve bütün bunların, Kuzey Makedonya'nın üyeliğine ilişkin AB'de karar alma sürecine olumsuz etki edebileceği vurgulandı. Bu durum, Bulgaristan'ın Kuzey Makedonya'nın AB'ye entegrasyonu yolunda bir engel daha oluşturacağı sinyalini vermiş oldu.
Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev 6 Kasım 2020'de yaptığı açıklamada, AB Daimi Temsilciler Komitesi (COREPER) toplantısında Bulgaristan'ın, Kuzey Makedonya'nın AB üyelik müzakerelerinin başlatılmasına yönelik müzakere çerçevesinin birinci aşamasını bloke ettiğini ifade etti. Zaev, bu şekilde Kuzey Makedonya ve Bulgaristan arasında varılan dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği anlaşmasının ikinci maddesinin ihlal edildiğini söyledi.
Bulgaristan'ın bu yöndeki resmi vetosu 17 Kasım 2019'da yayınlanırken, Bulgaristan Dışişleri Bakanı Ekaterina Zaharieva, ülkesinin Kuzey Makedonya'nın AB katılım müzakere çerçevesini onaylamadığını belirtti. Kuzey Makedonya'nın AB'ye entegrasyon yolunun uzun olduğunu dile getiren Zaharieva, “Bulgaristan düşmanlığı temelli bir ideolojiye dayanan bir devletin AB'de yeri yok” görüşünü paylaştı. Ayrıca Zaharieva, Kuzey Makedonya'nın 1999 yılında uzlaştığı resmi dil konusundaki formülü desteklememesi, Bulgaristan ile dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği anlaşmasının uygulanması için yol haritasının yerine getirilmemesi ve Kuzey Makedonya'nın Bulgaristan'da sözde Makedon azınlığının bulunmasıyla ilgili iddialarının Bulgaristan'ın veto kararının ana nedenlerinin arasında yer aldığını söyledi.
Diplomatik temaslar
Bulgaristan'ın bu kararının ardından iki ülke arasındaki diplomatik müzakereler devam etti ancak Bulgaristan 10-11 Aralık 2020'de yapılan AB Liderler Zirvesinde bile bu yöndeki müzakere çerçevesine onay vermedi. Öte yandan, Kuzey Makedonya'da iktidarda bulunan siyasiler, bu yönde bir çözümün var olduğuna dair iyimser görüş sergiliyor.
Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev Bulgar medyasına yaptığı açıklamada, toprak iddiasında bulunmadıklarını, içişlerine karışmayacaklarını ve azınlıklara yönelik talepleri olmadığına dair bir evrak gönderdiklerini ifade etti.
Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Buyar Osmani sorunun giderilmesi için Üsküp ve Sofya arasında diplomatik bir kanalın mevcut olduğunu, çözümün ise Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Anlaşmasına olan güvenin geri getirilmesinde yattığını kaydetti. Ayrıca, Kuzey Makedonya hükümeti geçen yılın Aralık ayında, iki ülke arasında tarih ve kimlik alanındaki açık meselelerin çözüme kavuşması için eski Başbakan Vlado Buçkovski'yi Bulgaristan Özel Temsilcisi olarak görevlendirdi.
Geçtiğimiz dönemde Bulgaristan'ı ziyaret edip ilgili yetkililerle görüşen Buçkovski, sürecin önündeki engeli kaldıracak ve aynı zamanda Avrupa değerleri ruhuna uygun olacak bir çözüme ulaşılmasının mümkün olduğunu belirtti. Bu yönde ek süreye ihtiyaç duyulabileceğinin altını çizen Buçkovski, doğru yolda olduklarını ifade etti.
Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanlığı, Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Anlaşmasının uygulanmasına yönelik eylem planını 2020 yılı sonlarına doğru Bulgar tarafına ilettiklerini açıkladı. Osmani ve Zaharieva tarafından yapılan görüşmelerde görüş, fikir ve uygun öneri paylaşımında bulunulması hususlarında uzlaşı sağlandı.
Kuzey Makedonya hükümeti: Bulgaristan'ın vetosu jeostratejik bir hata
Bulgaristan'ın Kuzey Makedonya'nın Avrupa entegrasyonunu engelleme kararına tepki gösteren Kuzey Makedonya hükümeti yetkilileri, söz konusu kararı “sorumsuz ve jeostratejik hata” olarak nitelendirerek Kuzey Makedonya'nın geleceğinin Avrupa'da olduğunu vurguladı.
Hükümet organları tarafından yapılan açıklamalarda “Makedon ulusal kimliği, müzakere konusu olmadı, müzakere konusu değildir ve olması mümkün değildir. Makedon halkı ve Makedon dili, Makedon kimliğinin sütunlarıdır. Bunlar geçmişten gelmektedir ve bizim Avrupa'daki geleceğimizin de sütunlarıdır. AB'nin stratejik hedefi olan genişleme sürecini AB üyesi olan Bulgaristan durdurdu. Burada sorumsuz ve ağır bir jeostratejik hata söz konusu,” ifadeleri kullanıldı.
Öte yandan, ülkedeki İç Makedon Devrimci Örgütü-Makedonya'nın Ulusal Birliği Demokratik Partisi (VMRO-DPMNE) öncülüğündeki muhalefet ise “Makedon kimliğinin geleceği için müzakere edeceğini” söyleyerek Başbakan Zaev'in istifasını talep eden protestolar düzenledi.
Yeni bir kriz ihtimali
AB ülkeleri arasında birçok diplomatik girişime rağmen Kuzey Makedonya ile Bulgaristan arasındaki açık meselelerin çözümü ufukta görünmüyor. Avrupa entegrasyonu ve reform ihtiyacına olan bağlılığını sürdürdüğünü dile getiren Kuzey Makedonya hükümeti, Bulgaristan'la olan sorunun çözüme kavuşturulması için müzakerelere hazır olduğunu ifade ediyor. Ancak, sürecin ne şekilde işleyeceğine dair Bulgaristan tarafından henüz net sinyaller verilmiyor.
Bulgaristan ve Kuzey Makedonya arasındaki sorunun çözümüne dair ilkbahara doğru ilerleme kaydedileceği şeklinde bir umut bulunuyor. Bu dönemde Bulgaristan'da yapılacak genel seçimlerin ardından Bulgaristan'daki siyasi durumun dengelenmesi, bu sayede de komşu ülke Kuzey Makedonya ila açık sorunların çözüme kavuşturulmasına daha fazla odaklanması bekleniyor.
Bulgaristan'ın Kuzey Makedonya'ya yönelik vetosu, muhalefetin ara sıra düzenlediği protestolar, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının oluşturduğu krizle mücadele ve ekonomik gerileme, Kuzey Makedonya'nın halihazırda bulunduğu karmaşık durumu daha da karmaşık hale getiren şeylerden birkaçı. Söz konusu koşulların öngörülebilir bir vakitte değişmemesi durumunda Kuzey Makedonya'nın yeni bir siyasi krize sürüklenmesi an meselesi.
Mütercim: Furkan Abdulla
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/kuzey-makedonyaya-ab-yolunda-yeni-engel-bulgaristan/2124402 | 4,792 | 9,862 |
McDonalds'tan suşiye: Asya yemek kültürü dünyayı nasıl kasıp kavuruyor
Asya mutfakları giderek daha fazla küresel tanınırlık ve popülerlik kazanarak Batı yemek kültürünün hakimiyetine meydan okuyor.
İstanbul
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Nazmul İslam, Asya yemek kültürünün dünyada yaygınlaşmasını ve bir yumuşak güç aracı olarak kullanılmasını AA Analiz için kaleme aldı.
***
Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere Batılı ülkeler, propaganda temelli güçten ziyade cazibe yoluyla hakimiyet kurmaya yönelik benzersiz bir kültürel ve kamu diplomasisi stratejisi benimsedi. 30 yıllık tek kutuplu markalaşma ve cazibe siyasetinin ardından, küresel siyasette yeni bir meydan okuma ortaya çıktı. Çok kutuplu, [1] ve jeopolitik bir kültürel kamu diplomasisi stratejisi şekillendi. Bu noktada, yemekler gibi popüler kültür araçları kalpleri ve zihinleri kazanmada önemli bir rol oynamaya başladı.
Popüler kültürün savunulması, yumuşak gücün üretilmesi ve uygulanması noktasında hayati önem taşıyor. Bu kademeli sürecin sonunda yemek gibi yumuşak unsurların cazibesi, sert gücün tesis edilmesine yol açıyor. [2] İnsanlar, Amerikan hegemonyasını ya da Afganistan, Küba, Vietnam ya da Irak'taki askeri eylemleri eleştirseler de, Amerikan markalarının ürünlerini tüketmekten de hoşlanıyorlar.
Asya yemekleri popüler yemek kültüründe Batı'ya meydan okuyor
McDonald's'ta yemek yemek, Burger King'de sosyalleşmek veya Starbucks'ta kahve içmek bir zamanlar popüler kültürde bir yumuşak güç aracı olarak elitist ve etkili trendler olarak görülüyordu. Ancak son 10 yılda bu anlatı yavaş yavaş değişti. Yeni ve gelişen rakipler bu baskın Batılı markalara meydan okudu. Özellikle Asya yemek kültürü bu boşluğu doldurmak için yükselişe geçti. Çin'den Güney Kore'ye, Japonya'dan Hindistan'a, Endonezya'dan Pakistan'a, Malezya'dan Bangladeş'e, Türkiye'den Kazakistan'a, İran'dan Tayland'a ya da Yemen'den Afganistan'a kadar Asya mutfakları, popüler yemek kültüründeki Batı hakimiyetine meydan okuyarak küresel çekiciliklerini ortaya koydular. Buna ek olarak, McDonald's'ın İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırıları sırasında İsrail ordusuna ücretsiz yemek sağlaması gibi Amerikan markalarının dahil olduğu tartışmalar, etik güvenilirliklerini ve küresel algılarını olumsuz etkiledi. İsrail'e yapılan destekler, bazı küresel gıda markalarının tek taraflılığını gösterdi ve popüler gıda kültürü söylemindeki konumlarını daha da düşürdü. [3]
Popüler yemek kültürü her zaman çeşitlilik gösteren ve tek bir bölgeye odaklanmayan bir kültürdür. Ancak, Batı-Avrupa merkezli bakış açısı popüler yemek kültürünü genellikle Batı markalı mutfaklarla özdeşleştirdi. Çağdaş Batı etkisinin yükselişinden önce, Türk devletlerinden, Çin'den veya Hindistan'dan gelen baharat gibi gıda maddeleri, doğuyu, batıyı ve Afrika ülkelerini birbirine bağlayan ticaretin merkezinde yer alıyordu. Japon suşisi, Çin sichuan güveci, Türk kebabı, Güney Kore bibimbapı, Tayland baharatlı çorbası, Endonezya nasi gorengi, Hindistan biriyanisi, Kazakistan besbarmakı, Lübnan humusu, Bangladeş hilsa balık körisi, Malezya sasi lemakı veya Pakistan niharisi gibi yemekler Asya'nın zengin ve çeşitli mutfak geleneklerini sergiliyorlar. Asya mutfakları giderek daha fazla küresel tanınırlık ve popülerlik kazanarak Batı yemek kültürünün hakimiyetine meydan okuyor.
Yemek ve popüler kültür aracılığıyla Asya yüzyılına doğru
Batılı ülkelerde yaşayan Asyalılar, farklı yemek kültürleriyle güçlü bir bağ kuruyor ve bu da Batılı toplumlarla aralarındaki kültürel uçurumların kapatılmasına hizmet ediyor. Pek çok Asya büyükelçiliği bu bağları güçlendirmek ve "bağ kurmanın gücünü" kullanarak yerel halklarla etkileşime geçmek için yemek festivalleri ve sergiler düzenliyor. [4] Gastronomi diplomasisi Asya'nın diplomatik çabalarında giderek daha fazla öne çıkıyor. Asya yemek kültürünün küresel çapta markalaşması, tanınması ve etkileşime girmesi öncelikle küresel turizme ve yaygın Asya diasporasına bağlanabilir. [5]
Google arama verilerinin yakın zamanda yapılan bir analizinde, ABD'de en çok aranan 40 mutfak belirlendi. Paylaşılan verilerde, Aylık 3,35 milyondan fazla aramayla Çin yemeklerinin başı çektiği, onu 1,22 milyon aramayla Meksika yemeklerinin izlediği ortaya koyuldu. Tayland mutfağı 823 binden fazla arama ile 3'üncü, Hint mutfağı 673 bin arama ile 4'üncü ve Kore mutfağı 246 bin arama ile 5'inci sırada yer alıyor. Japon ve soul yemeklerinin her biri 201 bin arama alırken, Yunan, İtalyan ve Hawaii mutfakları sırasıyla 165 bin, 165 bin ve 90 bin 500 arama alıyor. İngiltere'de 2017 yılında The Guardian tarafından yayınlanan bir raporda "köri evlerindeki" şeflerin yüzde 80'inden fazlasının Bangladeş'in Sylhet bölgesinden geldiği belirtiliyor. [7]
Ayrıca, Netflix veya Amazon Prime gibi platformlar aracılığıyla uluslararası televizyon içeriklerine erişim, küresel izleyicilerin Asya'nın popüler mutfağına giderek daha fazla aşina olmasını sağlıyor. Örneğin, Japon TV dizisi "Midnight Diner: Tokyo Stories" ve anime serisi "Food Wars: Shokugeki no Soma", Asya gastronomisinin enfes mutfak geleneklerini sergileyerek küresel erişimine ve takdir edilmesine önemli ölçüde katkı sağlıyor.
Dünyanın dört bir yanındaki Asya yemekleri sergisi, Asya mutfağının geniş çeşitliliğini başarıyla sergilemeye devam ediyor. Dizi ve anime gibi diğer Asya kültürel unsurlarının artan küresel popülaritesinin yanı sıra, bu durum Asya mutfağının kültürel yumuşak gücünü önemli ölçüde artırıyor. Eğer 21. yüzyıl bir Asya yüzyılı olacaksa, popüler kültür, özellikle de mutfak, daha fazla anlayış ve işbirliğinin teşvik edilmesinde önemli bir rol oynamalıdır. Asya mutfağının cazibesi arttıkça, Batı yemeklerinin küresel cazibesi de bir geçiş dönemine giriyor ve Batı medeniyetinin etkisindeki daha geniş bir değişimi yansıtıyor. Bu geçiş siyaset, ekonomi ve dış politikanın ötesine geçerek popüler kültürü de kapsıyor ve burada mutfak önemli bir konuma sahip oluyor.
[1] https://medium.com/international-affairs-blog/what-is-a-multiplex-world-order-d942af3d2b45
[2] https://www.aa.com.tr/en/analysis/opinion-turkish-made-drone-akincis-charm-offensive-in-iran-how-can-hard-power-be-a-tool-of-soft-power/3226106
[3] https://www.reuters.com/world/middle-east/free-meals-israeli-soldiers-divide-mcdonalds-franchises-over-israel-hamas-war-2023-10-17/
[4] Islam, M.N. (2023). İran'da Bağ Kurma Gücü ve Batı Dışı Yumuşak Güç Stratejisi. Cham: Palgrave Macmillan. https://link.springer.com/book/10.1007/978-3-031-19867-0
[5] Islam, M.N. (2024). Bağ Kurma Gücü ve Batılı Olmayan Yükselen Büyük Güçlerin Katılımı: Çin ve Hindistan'ın Pakistan'daki Yumuşak Güç Stratejilerinin Karşılaştırılması. New York: Lexington, Rowman & Littlefield. https://rowman.com/ISBN/9781666920994/Power-of-Bonding-and-Non-Western-Emerging-Great-Powers-Engagement-Comparing-China-and-India%E2%80%99s-Soft-Power-Strategy-in-Pakistan
[6] https://www.qualityassurancemag.com/news/new-study-reveals-most-popular-cuisines-in-america/
[7] https://www.theguardian.com/lifeandstyle/2017/jan/12/who-killed-the-british-curry-house
[Doç. Dr. Nazmul İslam, Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (ULİSA) Türkiye, Asya ve Hint-Pasifik Çalışmaları (TAIPS) Bölüm Başkanı ve Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (AYBÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde Doçent olarak görev yapmaktadır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/mcdonaldstan-susiye-asya-yemek-kulturu-dunyayi-nasil-kasip-kavuruyor/3279559 | 3,619 | 7,642 |
Mültecileri hedef alma politikasının gölgedeki yüzü
DEAŞ gibi örgütlerin dini kullanarak Suriye veya Irak'ta yaptığını, milliyetçiliği kullanarak Türkiye'de yapıyorlar. Onların bu şekilde sıkıştırması, içte de sağlıklı bir göç politikasının gerektirdiği adımların atılmasını engelliyor.
İstanbul
İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bekir Berat Özipek, Kayseri ve Antalya'da mültecileri hedef alan saldırıların hangi odaklar tarafından kullanılabileceğini AA Analiz için kaleme aldı.
***
“Neden kurbanlar daima en zayıf ve en zararsız olanlardan seçilir?” Alexander Douglas, insanları günah keçisi haline getirmenin kirli siyasetinin analizine bu soruyla başlar. Cevap aslında sorunun içindedir. Onun ifadeleriyle “ensesi kalınlar” günah keçisi olamayacak kadar güçlüdür. “Ayak takımı” da onlara kızabilir. Ama “sosyal anlamda” günah keçisi, güvenli bir şekilde saldırılabilecek bir kurbandır, misilleme tehlikesi olmaksızın hedef alınabilecek bir kurban.
Dünyanın her yanında, etnik ve dini azınlıklar, yabancılar, göçmenler, mülteciler ve herhangi bir kimlik özelliği yüzünden “bizden” görülmeyenler kolay hedeftir. Siyasi bakımdan ise en alttakiler, risk almadan iktidara tırmanmak için üstüne basılıp ezilebilecek insanlardır. Özellikle demokrasi dalgasının geri çekildiği, ayrımcı ve dışlayıcı dalganın tüm dünyayı sarstığı günümüzde, bu daha fazla böyledir. İki hafta önce bir çocuk öldürüldü. Ahmed Handan El Naif, sadece Suriyeli olduğu için, başka bir şehirde, başka birinin işlediği iddia edilen bir suç yüzünden, Antalya'da hiç tanımadığı kişiler tarafından vahşice katledildi.
Bir çocuğun ırkçı bir cinayete kurban gittiği ve onu kurban edenlerin sessizce kenara çekilip yeniden sırasını beklediği bu ortam hepimize sorumluluk yüklüyor. “Bizde olmaz” dediğimiz bir kötülüğün alenileşmesinin sebeplerini sorgulamamız elbette önemli. Ama ahlaki sorumluluğun ötesinde kurumsal ve hukuki boyutlarıyla başka bir sorumluluğumuz daha var ki hem çocukların hayatını korumak hem de ülkeyi bu kötülüğün vereceği tahribattan kurtarmak için öncelikle onu konuşmamız gerekiyor.
Türkiye'nin yumuşak karnı
Sosyal medyanın Türkiye'nin yumuşak karnı olduğunun anlaşıldığı yıllardan bu yana, toplumun her kesimini bir diğerine karşı harekete geçirmek isteyenlerin önüne yeterince denetlenemeyen çok geniş bir alan açıldı. Mülteci düşmanlığı da esas olarak oradan yayılıyor, mültecileri hedef alan siyasi odaklar esas olarak sosyal medya üzerinden taraftar topluyor.
Ülke olarak 10 yıldan fazla bir zamandır bir nefret propagandası ve dezenformasyon bombardımanı altındayız. Sadece bu amaçla oluşturulmuş sayısız sahte hesaptan, yapay zeka ve diğer teknik imkanlarla teçhiz edilen ve sürdürülen sistematik bir operasyondan söz ediliyor. Mültecileri savunanların büyük ölçüde sindirilip susturulduğu bir ortamda alan, Türkiye'nin iyiliğini istiyormuş görünen kötülüğe kalmış durumda. Yalanın söylem üstünlüğü var ve Facebook, Twitter gibi mecralarda da ayrımcı ve ırkçı mesajlar bariz bir görünürlük üstünlüğüne sahip.
Bu durumu medyada olumsuz mesajların daha hızlı yayılma özelliğiyle açıklayanlar da var, söz konusu mecraların Türkiye'de ayrımcı paylaşımları bir şekilde daha görünür hale getirmesiyle açıklayanlar da. Tabii bir de “örgütlü azınlıklar örgütsüz çoğunlukları yönetir” kuralıyla, örgütlenmiş kötülüğün hak temelli yaklaşımı sosyal medyadan elbirliğiyle kovmasıyla da açıklanabilir bu durum.
Yaşadığımız nefret dalgasını arkasına alarak Antalya'daki gibi kriminal olayları çıkaranların, siyasi olarak örgütlenip bu hadiseleri tezgahlayan “vatansever” odakların, bunu başka bir devlet veya devletler adına yaptıkları da dile getiriliyor. Bu yaklaşıma göre başka bir devlet, Türkiye'de mülteci düşmanlığı üzerinden “vatan, millet” gibi kavramlarla gerçek niyetini kamufle eden uzantıları aracılığıyla ülkedeki sosyal barışa saldırıyor ve Türkiye'nin iç ve dış politikasını etkileyecek ve onun manevra alanını daraltacak şekilde etki yapıyor. DEAŞ gibi örgütlerin dini kullanarak Suriye veya Irak'ta yaptığını, onlar da milliyetçiliği kullanarak Türkiye'de yapıyor. Onların bu şekilde sıkıştırması, içte de sağlıklı bir göç politikasının gerektirdiği adımların atılmasını engelliyor.
Meselenin devletler ve istihbarat örgütleriyle ilgili boyutuna dair tartışmalar bu analizin konusu dışında kalıyor. Ancak günümüz dünyasında, demokratik hukuk devleti olarak görünen devletlerin kirli faaliyetlerine ilişkin basit bir hafıza tazelemesi, bu açıklamaları ciddiye alma gereğine işaret ediyor. Günün sonunda yaşadıklarımız ister başka bir devletin Türkiye'deki faaliyeti olsun ister olmasın, alınması gereken öncelikli önlemlerin ve atılması gereken temel adımların aynı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Karanlık odaklarla mücadele mecburiyeti
Türkiye'nin uzak ve yakın tarihini bilenler ve olayları yakından takip edenler, Altındağ'dan Kayseri'ye yaşananların “kendiliğinden gelişen olay” veya “halkın anlık tepkisi” olarak açıklanamayacağını bilirler. Nitekim Kayseri'de gerçekleşen tutuklamalar da olayın örgütlü siyasi arka planına dair genel gözlemlerle örtüşüyor. Sonrasında yaşananlar da bu kaygıyı pekiştiriyor.
14 yaşında bir çocuk elbette ayaklanma çağrısı da yapabilir, devrim de. Ama o çocuğun paylaşımı Türkiye'deki tüm Suriyelilerin nüfus ve adres bilgilerini içeriyorsa ve bu içerik bir pogromda ev ev herkesin nerede olduğunu bilmek isteyenlerin ihtiyacını karşılıyorsa, bunu bir çocuğun paylaşımından ibaret görmek doğru olmaz. O bilgilerin o çocuğa ulaşmasından, onun eliyle paylaşılmasından önce sızdırılmasından başlayarak yaşananları ciddi bir biçimde incelemek gerekiyor.
Yıllardan beri Suriyelileri, mültecileri nefret objesi olarak işleyenlerin, onları potansiyel katillere hedef gösterenlerin, Türkiye'nin stratejik hedefleri açısından paha biçilmez bir önem verdiği uluslararası öğrencileri hedef alanların ülkeye verdiği zarar rakamsallaştırılabilir olanın çok ötesinde görünüyor. Türkiye'nin uluslararası öğrenci politikasına yaptıkları sabotajda büyük ölçüde amaçlarına ulaştılar. Yüksek Öğretim Kurumu'nun (YÖK) verilerine göre her yıl ortalama yüzde 20 artış gösteren uluslararası öğrencilerin yeni kayıt sayısı, bir önceki yıla göre yüzde 6 düştü. Ama sadece onların başarılı sabotajından dolayı olmadı bu, üniversitelerin uluslararası öğrencilerini Geri Gönderme Merkezlerinden (GGM) toplamaya çalıştığına ilişkin görüntüler de “Türkiye'ye gitmeyin” kampanyalarına malzeme verdi.
“Kanser tek bir hücreyle başlar”
Geldiğimiz aşamada hukuku uygulayıp uygulamamakla, mevzuatta var olan ama karanlık siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin alenen çiğnedikleri ayrımcılık yasağını işletip işletmemekle, ülkeyi sanal ortam üzerinden esir alan kötülükle gerçekten mücadele edip etmemekle ilgili bir karar vermek durumundayız. Ama bunu akıl ve bilgelikle, hukuk içinde kalarak yapmak gerekiyor. Bir cerrah titizliğiyle kanserli tüm hücreleri bünyeden söküp atma süreci, meşruluk, iletişim ve ikna boyutlarıyla beraber bütünleşik bir göç politikasının parçası olarak yürütülmeli.
Kayseri örneğinde linç, talan ve cinayet için kriminal profilleri sahaya sürenlerin, gelişmelere bağlı olarak yollarına devam etme derdinde olacaklarını öngörmek güç değil. Eğer hukuk ve adalet tarafından örgütlerini dağıtacak ve hukuki sorumluluklarını gereği gibi sağlayacak bir yaptırımla karşılaşmazlarsa, yarın el artırarak yollarına devam etmenin hesabını yapacaklarından kuşku duymamak gerek.
Alexander Douglas'ın, en zayıfın kolay lokma olduğu için hedef alındığı tespiti doğru. Ama belki de kolay hedef görünen öksüz bir mülteci çocuğun canı, bu kötülüğün şimdiye kadar çarptığı en sert kaya olabilir. Erken teşhis ve uyarı işaretlerini okumak için geç kaldık. Ama Kayseri olayları ve masum bir çocuğun Serik'te çalınan hayatı, bizim için sarsıcı bir uyarı ve dirayetli bir yeniden başlangıç anlamına gelsin.
[Prof. Dr. Bekir Berat Özipek İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesidir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/multecileri-hedef-alma-politikasinin-golgedeki-yuzu/3277575 | 4,013 | 8,015 |
Otonomi arayışları ve Batı'da Türkiye'nin negatif temsili
Uluslararası meselelerde Türkiye'nin izlediği politikaların gerçeklerle bağdaşmayan iddia ve ithamlara konu olması, hiç kuşkusuz Türkiye'nin bağımsız dış politika anlayışının sonucudur.
İstanbul
Batı'da 2010'lu yıllarda başlayan “otoriterleşme” ve “eksen kayması” eleştirileriyle Türkiye'nin izlediği dış politika arasında bir ilişki söz konusu mu? Türkiye'nin otoriterleşmesi gerekçesiyle mi, yoksa dış politikada izlediği otonom politikalar sonucunda mı bu negatif söylemler ortaya çıkmakta? Türkiye'nin hem bölgesinde hem de uluslararası düzlemde yürüttüğü otonomi arayışları, özellikle Batı'da, konvansiyonel dış politika tarzının değişimi olarak yorumlanıyor. Türkiye'nin süreç içerisinde hem materyal güç kapasitesinin getirdiği imkanlar sonucu ortaya çıkan operasyonel becerisi hem de lider diplomasisi gibi farklı formlarda izlediği siyaset tarzı, dış politikada bazı kırılmalara yol açtığı gibi, “eksen kayması” ve “otoriterleşme” gibi söylemsel tartışmalara da kapı araladı. Hemen her kritik evrede ve Türkiye'nin müdahil olduğu olayda bahse konu söylemlerin kendini göstermesi, bu yönüyle önemli ölçüde otonomi arayışlarıyla ilişkilidir. Öyle ki dış politikada geleneksel adımların dışına taşan ve mevcut hegemonyanın hilafına atılan her adımda, Batı'da yoğun bir eleştiri dalgası yükselmekte. Basın-yayın araçları ve düşünce kuruluşları aracılığıyla kendini gösteren bu dalga, sadece dış politikadaki gelişmelerle de sınırlı kalmıyor, evrenini iç politik gündemiyle de genişletiyor. Tersinden bakıldığında ise Türkiye'nin dış politikadaki hemen her adımı iç politik çekişmelerde bir tema olarak kendine yer buluyor ve hiç olmadığı kadar tartışılıyor.
Bir milat olarak Davos
2009 yılına kadar hem Batı'da hem de Orta Doğu'da model ülke tartışmalarına konu olan Türkiye'nin “eksenini değiştirdiğine” ve “otoriterleştiğine” dair iddialar, dış politikada yaşanan kırılmalarla eşzamanlı biçimde ilerledi. Nitekim Batı medyasındaki Türkiye temsili, kronolojik ve olay bazlı incelendiğinde, bu tespit daha da anlamlı hale geliyor. Örneğin Türkiye ile İsrail arasında gerilime yol açan Davos Krizi (“one minute” krizi) ve Birleşmiş Milletler'de (BM) İran'a yönelik ambargo görüşmelerinde Türkiye'nin takındığı tavır, bu anlamda bir milat özelliği taşıyor. Her iki olayda da Türkiye'nin izlediği politikanın bölgesel ve küresel aktörlerinkiyle benzeşmemesi, tedrici biçimde artacak olan negatif Türkiye söyleminin köşe taşlarını inşa etmiştir.
Benzer biçimde Arap devrimleri esnasında ve sonrasında yaşanan siyasi farklılaşma da çeşitli biçimlerde krizlere yol açmıştır. Örneğin Suriye iç savaşı sürecinde yaşananlar ve Türkiye'nin zaman zaman Esed rejimi üzerinden Rusya'yla, zaman zaman da terör örgütü PYD/YPG üzerinden ABD ile yaşadığı çatışmalar, dış kamuoyunda gerçeklikten bağımsız biçimlerde tartışılmış ve olgulardan ziyade algılar üzerinden şekillenen bir söylem alanı inşa edilmiştir. Buradaki en önemli nokta, Türkiye'nin kendi ulusal güvenliğini tesis etmek adına Rusya ve ABD ile ayrışan otonom politikalarının, farklı söylemsel repertuvarlarla manipüle edilerek mahkûm edilmeye çalışılmasıdır. Örneğin Türkiye'nin sınır güvenliğiyle doğrudan ilişkili olan Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi askeri operasyonlar sürecinde, Türkiye'nin DEAŞ'a yardım ettiği iddiaları sıklıkla dile getirilmiştir. Bazen sofistike, bazen de doğrudan farklı söylemsel stratejiler işletilerek, bir yandan Türkiye “DEAŞ'a yardım eden ve terörü destekleyen bir ülke” olarak takdim edilmiş, diğer yandan da PKK'nın Suriye'deki türevi YPG meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Nitekim YPG Suriye iç savaşı boyunca “DEAŞ'a karşı mücadele eden meşru bir güç” olarak konumlandırılmış ve “terörle mücadelede” aktif rol üstlendiği yönünde söylemler üretilmiştir. Öyle ki örgüt üyesi kadınlar, uluslararası dergilerde “özgürlük savaşçısı” olarak çerçevelenmiş ve kadın imgesi üzerinden bir direniş miti oluşturulmuştur.
Libya'daki iç savaş
Libya'da General Halife Hafter'in meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti'ni (UMH) darbeyle ortadan kaldırma girişimleriyle başlayan ve Mısır, Rusya ve Türkiye gibi aktörlerin dahil olmalarıyla bambaşka bir noktaya evrilen süreç, Batı basınında süregelen negatif Türkiye imgesini besleyecek örnekler teşkil etmektedir. Nitekim meşru hükümetin isteğiyle sürece dahil olan Türkiye, uluslararası kamuoyunda, bölgedeki petrolleri ele geçirmeyi hedefleyen emperyal bir ülke olarak kategorize edilmiştir. Suriye iç savaşı ve DEAŞ'a yardım iddialarının devamı olarak, İdlib'deki cihatçı grupların Libya'ya taşındığı ve Türkiye'nin bu gruplar üzerinden sınır ötesi operasyonlar yaptığı suçlamaları da her olayda revize edilerek güncelleştirilmektedir. Söz konusu iddiaların sadece Batı basını ile sınırlı kalmadığı, (Türkiye'nin hem Suriye'de hem de Libya'da Rusya ile farklı politikalar izlemesi sonucunda) bu iddiaların Rus menşeli diplomatik ve gayrı resmî mecralar üzerinden de dolaşıma sokulduğu görülüyor. Güvenliğini sınırlarının ötesinde inşa etmeyi amaçlayan ve Doğu Akdeniz'de yasal iddiaları gerekçesiyle ısrarcı olan Türkiye'nin, “Orta Doğu bataklığına” asker gönderen bir ülke olarak resmedilmesi de benzer söylemlerin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
Dağlık Karabağ işgali
Bir işgal girişimiyle başlayan ve fiilî olarak devam eden Karabağ olayına ek olarak Ermenistan'ın Eylül ayının son günlerinde Azerbaycan topraklarına saldırması, Azerbaycan ve Ermenistan arasında var olan gerilimin yükselmesine neden oldu. Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarını geri almak için yürüttüğü başarılı askeri operasyonlar sonrasında, Türkiye'nin süreçteki rolü sorgulamaya açılmış ve gerçekliği olmayan manipülatif içerikler bu olay ekseninde de tedavüle sokulmuştur. İlk evrede Batılı basın organlarında karşımıza çıkan ve Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adında bir örgütün raporuna dayanarak ortaya atılan iddia, Türkiye'nin Dağlık Karabağ'a paralı askerler göndererek sürece doğrudan müdahil olduğudur. “Güvenli kaynaklara” atıfla ortaya atılan bu iddia, herhangi bir somut gerçekliğe tekabül etmediği gibi, Türkiye'yi de uluslararası mecralarda zora sokmayı hedefleyen bir söylem alanı yaratmaktadır.
Suriye iç savaşı, Libya'da meşru hükümeti devirmeyi hedefleyen darbe girişimi ve Ermenistan'ın Azerbaycan'a hukuksuz saldırıları gibi örnek olaylarda, Türkiye'nin izlediği politikaların gerçeklerle bağdaşmayan iddia ve ithamlara konu olması, hiç kuşkusuz Türkiye'nin bağımsız dış politika anlayışının sonucudur. Özellikle son dönemlerde Batı basınında ve kamuoyundaki Türkiye içerikli tartışmalara bakıldığında, gerçekliği olmayan manipülatif içeriklerin hemen her kritik evrede dolaşıma sokulduğu biliniyor. Nihai kertede şu sonuç ortaya çıkıyor: Türkiye'nin 2010'lu yıllarda başlayan ve geleneksel ittifakların dışında bir siyaseti ortaya koyan otonom politikaları Batı basını ve kamuoyunda ciddi rahatsızlıklara sebep olmuştur. Öyle ki sadece bahsi geçen bölgesel ve küresel gelişmeler bir kenara, 2013 Gezi Parkı protestoları, 15 Temmuz darbe girişimi ve 2017 cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi gibi iç politikayı ilgilendiren konularda bile ciddi bir müdahillik söz konusu olmuş ve Türkiye'deki hemen her olaya doğrudan taraf olunmaya çalışılmıştır.
Batı'da özellikle düşünce kuruluşları ve basın mecraları üzerinden kendisini gösteren ve “otoriterleşme” tartışmalarına kapı aralayan Türkiye karşıtı bu dalga, büyük ölçüde Türkiye'nin bağımsız dış politika anlayışıyla ilişkilidir. Bu sebeple, Türkiye içerikli haber ve tartışmaların önemli bir bölümü, olgusal bir gerçekliği ihtiva etmediği gibi, var olan gündemleri de manipüle etmeyi hedefliyor.
[İletişim teorileri, oryantalizm ve İslamofobya konuları üzerine uzmanlaşan ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi olan Dr. Turgay Yerlikaya, aynı zamanda SETA Toplum ve Medya Araştırmaları Direktörlüğü'nde araştırmacı olarak çalışmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/otonomi-arayislari-ve-batida-turkiye-nin-negatif-temsili/2005674 | 3,953 | 8,050 |
Prof. Dr. Şener Aktürk: Batı Avrupa'da Katolik olmayan tüm azınlıklar etnik temizliğe uğradı
Prof. Dr. Şener Aktürk, "Ortaçağ'da gerek İslam coğrafyasında ve Ortodoks Hristiyan coğrafyasında, Katolik Batı Avrupa'da gözlemlediğimiz etnik temizlik ve soykırım mekanizmasına rastlamıyoruz." dedi.
İstanbul
Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şener Aktürk, Ortaçağ'da Batı Avrupa'da yaşayan Müslüman ve Yahudi azınlıkların uğradığı etno-dini temizliği AA Stratejik Analiz için değerlendirdi.
Aktürk, "Ortaçağda Batı Avrupa'nın pek çok yöresinde, Müslümanlar ve Yahudiler yaşıyordu ve bazı bölgelerde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Batı Avrupa'nın tamamında, kökeni Ortaçağa kadar dayanan Müslüman bir topluluk, bir köy, Müslüman bir sülale veya faal durumda tek bir cami bile yok." dedi.
***
Batı Avrupa'da Katolik olmayan tüm azınlıklar etnik temizliğe uğradı
Modern Avrupa oluşurken etnik temizlikle mi bugünkü şeklini aldı? Avrupa'nın bir Hristiyan topluluğu olduğu söylenir, bu her zaman böyle miydi?
Ortaçağda Batı Avrupa'nın pek çok yöresinde, Müslümanlar ve Yahudiler yaşıyordu ve bazı bölgelerde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Mesela sadece Sicilya adasının Palermo şehrinde 300 mescit olduğu rivayet ediliyor. Bugün Palermo şehrinde, hatta Sicilya'nın ve İtalya'nın genelinde ve hatta Batı Avrupa'nın tamamında, kökeni Ortaçağa kadar dayanan Müslüman bir topluluk, bir köy, Müslüman bir sülale veya faal durumda tek bir cami bile yok.
Fotoğraf, yapay zeka ile oluşturulmuştur
Hangi gruplar bu etno-dini temizlik veya soykırım yoluyla Avrupa'da yok edildi?
13. yüzyılın başlarında bugünkü İtalya, İngiltere, Fransa, Macaristan, İspanya ve Portekiz'e karşılık gelen bölgelerde Müslümanlar ve Yahudiler, Hristiyan hükümdarların yönetimi altında yaşıyordu fakat Batı Avrupa'daki tüm Müslümanlar ve neredeyse tüm Yahudiler sürgün, zorla din değiştirme ve katliamlar yoluyla ortadan kaldırıldı.
Başat aktör papalık liderliğindeki ruhban sınıfı
"Hiç de Masum Değil: Ruhbanlar, Hükümdarlar ve Batı Avrupa'nın Etnik-Dini Temizliği" başlıklı makalenizde anlattığınız etnik temizlik ve soykırım mekanizması Ortaçağ Batı Avrupası'nda hangi dinamikler üzerine kurulmuştu?
Batı Avrupa'nın tamamında tüm Müslümanların ve Yahudilerin yok edilmesini sağlayan mekanizma, Gregoryen Reformuyla hızla güçlenen Papalık liderliğindeki ruhban sınıfının, hükümdarlara yaptığı baskıdır. Papalık liderliğindeki ruhban sınıfı, Müslümanları, Yahudileri veya Katolik mezhebinden olmayan herhangi bir azınlığı koruyan hükümdarları cezalandırmış ve hatta tahttan indirmiş, yerlerine azınlıkları yok edecek hükümdarlar getirmiştir. Papalığın elinde, cezalandırdığı hükümdarı aforoz etmek, tahttan indirmek, ülkesinin tamamını dini hizmetlerden mahrum bırakmak, nikahını iptal etmek ve haçlı seferi düzenlemek gibi somut sonuçları olan çok sayıda yetki vardı. Burada kilit aktör, devletler üstü bir güç olan Papalık ve onun liderliğinde, tüm Katolik toplumlarda Gregoryen Reformundan itibaren hızla güçlenmekte olan ruhban sınıfıdır.
Bu ayrımcı politikalardan sadece Müslüman topluluklar değil onlara destek veren siyasi otoriteler de payını almış. Bunun nedeni neydi?
Katolik Hristiyan devletlerin iç siyasi mücadelesinde, Papa liderliğindeki ruhban sınıfının esas siyasi rakibi hükümdarlardı. Daha öncesi de var ama esas 13. yüzyılın başlarından itibaren Müslümanlar ve Yahudiler hükümdarların malı sayıldıkları için ve ruhban sınıfıyla mücadelede hükümdarların tarafını tuttukları için yok edildiler. Bu siyasi güç mücadelesinin sonucu olarak, Batı Avrupa devletlerini ve toplumlarını büyük ölçüde Papalık liderliğindeki ruhban sınıfı şekillendirdi.
Etnik temizlikler 13. yüzyıldaki ruhban sınıfına kadar götürülebilir
Günümüzde soykırımların ve etnik temizliklerin ulus devletlere ait bir maraz hatta tabii bir sonuç olduğu yönünde bir algı olduğunu görüyoruz. Bu algı gerçeği ne kadar yansıtıyor sizce?
Günümüzde etnik temizlik ve soykırım başta olmak üzere nüfus mühendisliği politikaları ulus devletlere ait doğal bir sonuç olarak görülüyor ki bu büyük ölçüde doğru. Fakat Katolik Batı Avrupa'da nüfus mühendisliğinin ve soykırıma varan etnik-dini temizliğin en azından 13. yüzyılın başlarına kadar gittiğini iddia ediyorum. İşte tam da bu açıdan Batı Avrupa'nın dünya çapında emsalsiz bir örnek olduğunu düşünüyorum, çünkü bırakın 13. yüzyılı, 14., 15., ve hatta 16. yüzyıllarda bile Batı Avrupa'yla karşılaştırabileceğimiz ölçekte başka herhangi bir bölgede böylesi bir dini ve mezhepsel temizlik yaşanmamış. Batı Avrupa'nın tamamında tüm toplumlar sadece Hristiyan ve hatta sadece Katolik mezhepli Hristiyanlardan oluşuncaya kadar bu temizlik devam etmiş.
Modern dönemde de etnik temizliklerin devam ettiğini biliyoruz. Modern soykırımların karakteristiği Ortaçağ'dakilerden farklı mı sizce? Burada öne çılan aktörler ve motivasyonlar nelerdir? Modern dünyada şahit olduğumuz etnik temizliklerle benzerlikler görüyor musunuz?
Modern dönemde ve Ortaçağ'da Avrupa kıtasında gerçekleştirilen etnik temizlik ve nüfus mühendisliği politikaları arasında en azından iki önemli fark var. Birincisi, modern dönemde ulus devletlerin güvenlik tehdidi ve dış güçlerin “beşinci kolu” olarak gördüğü gruplar daha çok hedef alınırken, Ortaçağ Avrupa'sında bizzat kendisi uluslararası ve devletler üstü bir otorite olan Papalık liderliğindeki ruhban sınıfı her Avrupa ülkesinde aslında hükümdarın malı olan ve hükümete sadık olan Müslümanların ve Yahudilerin yok edilmesini sağlamış. Bu çok önemli bir fark. İkincisi de modern dönemde nispeten seküler ve din dışı ideolojilerin desteğiyle bu politikalar gerçekleştirilirken Batı Avrupa'da Papalık ve ruhban sınıfı hem siyasi hem de dini sebeplerin sonucu olarak Müslümanların ve Yahudilerin yok edilmesini sağlamış.
Batı medeniyetinin oluşumunda karanlık bir taraf olarak ışık tuttuğunuz bu etno-dini temizlik ve soykırım mekanizmalarının kilise ve devletin ayrılması ile doğrudan ilgili olduğunu söylüyorsunuz. Bu noktayı açar mısınız?
Belki de en meşhuru Samuel Huntington olmak üzere pek çok sosyal bilimci, Batı Hristiyan geleneğinde kilise ve devletin kurumsal olarak ayrılmasını, Batı medeniyetinin diğer medeniyetlere göre üstün bir özelliği olarak vurguladılar. Oysa kilise ve devletin böylesine keskin bir şekilde ayrılması, benim açıkladığım etnik temizlik ve soykırım mekanizmasını mümkün kılan önemli bir önkoşul. Eğer dini otoriteyi adeta tekellerine alan, profesyonel bir ruhban sınıfı olmasaydı, hükümdarları böylesi katı ve istisnasız bir etnik temizlik ve soykırıma zorlayacak bir aktör de olmayacaktı. Papalık liderliğindeki Katolik Kilisesi kendini haklı olarak, dünya tarihinin en uzun süredir ayakta kalan kurumu ve bin yılı aşkın süredir Batı Hristiyan toplumlarının bireysel seviyedeki en detaylı bilgilerine sahip olan kurumu olarak görüyor. Devletler üstü düzeyde ve asırlardır yeryüzünün en kalabalık dininin en kalabalık mezhebine mensup bireylere ait en mahrem bilgileri toplayabilen ve saklayabilen böylesi bir merkezi otoritenin Batı medeniyetini şekillendirmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.
Yahudilerin ve Müslümanların Hristiyan olmaması kabul edilemedi
Batı medeniyetinin bu etno-dini temizlik yoluyla oluşmuş homojen yapısı günümüzde de Batı'nın “öteki"yle ilişkisini etkilemiş midir? Bu nedenle mi Batı medeniyeti günümüzde de farklı kültürlerle büyük sorunlar yaşıyor, uzlaşamıyor yahut ötekini yadırgayan tepkiler veriyor?
Batı medeniyetinin böylesi bir etnik-dini temizlik yoluyla oluşmuş türdeş yapısı günümüzde de Batı'nın “öteki” ile ilişkisini pek çok seviyede derinden etkiliyor. Bugün Batı Avrupa'da yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler Avrupa'nın yerlisi olmamakla itham ediliyorlar. Oysa bin yılı aşkın süre önce Batı Avrupa'nın pek çok yöresinde Müslüman ve Yahudi toplulukları yaşıyordu ve yüzyıllarca yaşamaya devam ettiler. Zannedilenin aksine yönetim Hristiyan hanedanlara geçince bir anda kaybolmadılar ve pek çok örnekte Hristiyan yönetiminde de yüzyıllarca yaşadılar, kıtayı terk etmemekte inat ettiler.
Yine özellikle 12. yüzyıldan itibaren ruhban sınıfı tarafından Müslümanların ve Yahudilerin akıl yürütme yeteneğinden mahrum oldukları ve dolayısıyla insan olmadıkları fikri geliştiriliyor. Bunun da sebebi Müslümanların ve Yahudilerin asırlarca Hristiyan yönetiminde yaşasalar bile din değiştirmemekte ısrar etmeleri ve Hristiyan olmamaları. Bu da ruhban sınıfının Hristiyanlığa olan inancını temelinden sarsıyor. Hatta tam tersine Müslümanlar ve Yahudilerle temas ettikçe Hristiyanların da din değiştireceklerinden korkmaya başlıyorlar. Bu dini özgüven eksikliği günümüzde Batı toplumlarında bile var ve İslamofobik politikaları motive ediyor. Eğer İslami uygulamalar serbest kalırsa Müslümanlık yayılır korkusu var; dolayısıyla ezandan sünnete, Kuran kurslarından kurban kesmeye çeşitli İslami uygulamaları yasaklama çabaları var.
Ortaçağ'da dini azınlıkların tamamen yok edilişini Batı dışındaki toplumlarda görmüyoruz
Ortaçağ Batı Avrupası'nda yapılan etnik temizlik ve soykırım mekanizmalarına İslam coğrafyasında ve Ortodoks dünyasında rastlanmadığını söylüyorsunuz. Bunun nedenleri nelerdir?
Ortaçağ'da gerek İslam coğrafyasında ve Ortodoks Hristiyan coğrafyasında, Katolik Batı Avrupa'da gözlemlediğimiz etnik temizlik ve soykırım mekanizmasına rastlamıyoruz, çünkü bu mekanizmanın 3 unsuru da eksik. Birincisi, hükümdarlara dini azınlıkları yok etmeleri için zorlayıcı bir baskı yapacak kadar güçlü devletler üstü bir dini otorite yok. Bu farklılıklar arasında en önemlisi, Papalık ve ona itaat eden ruhban sınıfının Batı Avrupa'da hükümdarları ve hatta hanedanları değiştirebilecek kadar güç sahibi olması. Oysa Ortodoks Rusya'da veya İslami Osmanlı İmparatorluğu'ndan dini bir otoritenin örneğin Osmanlı hanedanı veya Romanov hanedanını tahttan indirip başka bir hanedanı başa getirmesi görülmüş bir şey değil, ki bu Batı Avrupa ile Batı dışındaki örnekler arasındaki en önemli fark. İkincisi, azınlıkları insan saymayarak yok edilmelerini meşrulaştıracak bir dini düşünce de egemen değil. Hatta batı Hristiyanlığında gördüğümüz Haçlı Seferi gibi kavramlar Ortodoks Hristiyanlığında gelişmemiş.
Dolayısıyla Batı ve Doğu arasında örneğin Rusya, Bizans ve Batı Avrupa devletleri arasında böyle de bir fark var. Üstüne üstlük İslamiyet'te tam tersine Hristiyanlar ve Yahudiler başta olmak üzere gayrimüslimlerin varlığını ebediyen meşrulaştıracak bir dini gelenek ve hukuki yapı var.
Üçüncüsü, dini azınlıkları yok etmeyi talep edecek bir dini otorite ortaya çıksa bile ona karşı koyabilecek kadar kuvvetli büyük, Ortodoks Bizans, Rusya, Müslüman Osmanlı ve Babür imparatorlukları gibi imparatorluk yapıları var. Sonuç olarak Müslüman ve Ortodoks hanedanların yönetimindeki ülkeler Batı Avrupa'nın ulaştığı dini mezhepsel türdeşlikle karşılaştırılamayacak kadar çok dini ve mezhepsel çeşitliliği barındıran nüfuslara sahip ve durum en azından modern ulus devletlerin ortaya çıkışına kadar devam ediyor.
Batı Avrupa'da milliyetçilik ve ırkçılık, bu soykırımlar ve etnik temizlikler sonucu toplumu aynileştirme ve tek tipleştirme sürecinin bir neticesi olarak mı doğdu? Bir başka ifadeyle dini-etnik açıdan homojen olmakla milliyetçiliğin veya ırkçılığın kökenleri arasında bir bağlantı var mı?
Batı Avrupa'da milliyetçilik ve ırkçılık, Papalık liderliğinde ruhban sınıfının desteğiyle gerçekleştirilen etnik ve dini temizlikten sonra ortaya çıkıyor. Tüm Batı Avrupa toplumları sadece Hristiyan ve sadece Katolik mezhepli Hristiyanlardan oluşan toplumlara indirgendikten sonra Fransa gibi bazı örneklerde dil ve kültür açısından ve hatta Almanya gibi bazı örneklerde de etnik köken ve ırk açısından türdeş toplum yaratma çabası olarak seküler milliyetçilik ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Ortaçağ'da Batı Avrupa'daki tüm Müslümanların ve Yahudilerin yok edilmesi, müteakip dönemde milliyetçiliğin ve ırkçılığın doğuşu için Batı Avrupa'da zemini hazırlamıştır diyebiliriz.
Demokrasi, tüm vatandaşların tek bir mezhepten olduğu varsayımıyla ortaya çıkmış olabilir
Peki demokrasi ve ifade özgürlüğünün Batı Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmasını nasıl açıklayabiliriz?
13. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa'nın din ve mezhep temelinde türdeşleşmiş olmasının uzun vadede günümüze kadar yansıyan pek çok sonucu var. Öncelikle özellikle İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz dünyanın geri kalanını sömürge imparatorlukları yoluyla şekillendiren dört büyük güç. Dolayısıyla bu dört ülkenin de Ortaçağ döneminde tüm Yahudileri ve tüm Müslümanları ortadan kaldırmış olmasının Yeni Dünya'yı, Amerika kıtasını, Sahra Altı Afrika'yı, Okyanusya'yı keşfettiklerinde ve oraya yerleşimcileri gönderdiklerinde oluşturdukları toplum yapısını da doğrudan etkilememiş olması mümkün değil, etkilemiştir.
Dolayısıyla bugün Amerika kıtası dünyanın en Hristiyan ve en Katolik kıtası çünkü Portekizli ve İspanyol yerleşimciler tarafından kurulmuş, şekillendirilmiş.
Bunun gibi dünyanın ilk ulus devletlerinin ve ilk demokrasilerinin yine İngiltere, Fransa belki İspanya ve Portekiz'den çıkmış olmasının da anladığımız şekliyle Batılı ulus devlet ve Batılı demokrasi kavramlarının çıkış noktasında sadece Hristiyanlardan ve sadece Katolik mezhepli Hristiyanlardan oluşan toplumların ürünü olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Bu da çok önemli. Yani demokrasi ilk ortaya çıktığında tüm vatandaşların ve temsilcilerin tek bir din ve tek bir mezhepten olduğunu varsayan bir rejim olarak ortaya çıkmış olabilir.
Bugün dünyanın en eski demokrasisi olarak kabul ettiğimiz İngiltere 1688'deki devrimden evvelki yıla kadar 300 küsur yıl sadece Hristiyan ve sadece Protestan kökenli başbakanlar tarafından yönetildi. Geçtiğimiz günlerde başbakanlıktan istifa eden Rishi Sunak'a kadar bütün başbakanlar Protestan kökenli olmasalar bile küçük yaşlarda Protestan dinine geçtiler. Disraeli gibi Boris Johnson gibi Yahudi doğmuş, Katolik doğmuş kişiler ortaokul yıllarında devletin dini ve mezhebi olan Anglikan-Protestanlığa geçtiler. Veya Tony Blair gibi gizlice din değiştirenler başbakanlıkları dönemince kamusal alanda Protestan-Hristiyan olarak görünmeye devam ettiler. Ancak başbakanlığı bırakınca Katolik mezhebine geçtiklerini ilan ettiler.
Batı dışı toplumların Batılı toplumlardan daha iyi gözükeceği sorular sorulmuyor
Avrupa'nın bu homojen yapısına rağmen bizde neden bu kadar farklılıklara açık, liberal bir Avrupa imajı var? Avrupa'yı yeterince yahut doğru tanıyor muyuz sizce?
Evet, maalesef Avrupa'yı da dünyanın geri kalanını da yeterince ve doğru tanımıyoruz diye düşünüyorum. Bu da biraz Türkiye'de akademik üretim dahil düşünce üretiminin kendi kendine sömürge muamelesi yapmasından kaynaklanıyor. Bundan şunu kastediyorum: Türk sadece Türkiye'yi çalışabilir ve Türkiye'yle ilgili topladığı ve ürettiği bilgiyi Batılılara sunabilir, Batılılar da gerçek kuramsal ve kavramsal katkıyı yapabilir gibi bir anlayış var ki bunun en kısa zamanda aşılması gerekiyor. Türklerin zihinsel kapasitesini küçümseyen bu anlayışı aşmanın yolu da Türklerin farklı ülkeleri dilleri, kültürleri ve tarihleriyle öğrenmesi, oralarda saha çalışması yapması ve bu farklı ülkelerin uzmanları olarak evrensel bilime kavramsal ve kuramsal katkılar yapmaları.
Makalede ayrıntılarıyla yer alan etnik temizlik örneklerinin akademik araştırmalara konu edilmediğini görüyoruz. Sizce bunun nedeni nedir?
Makalede ayrıntılarıyla yer verdiğim Batı Avrupa'daki tüm Müslümanların ve Yahudilerin yok edilişinin benim çalışmamdan önce başka bir akademik araştırmanın başlıca sorusu olmamasını da sosyal bilimlerde Batı merkezci yaklaşımın bir yansıması olarak görüyorum. Batı merkezci sosyal bilimlerde, Batı dışı ülkelerin Batılı ülkelerden kimlik ve kültür konularında daha üstün gözüktüğü konular soru ve araştırma konusu yapılmıyor maalesef.
Mesela ben başka çalışmalarımda da azınlıkların siyasi temsiline baktığımda Doğu Avrupa'daki pek çok ülkenin Batı Avrupa'dan daha iyi konumda olduğunu buldum. Bu bana kalırsa normal olabilir. Bazı konularda Doğu Avrupa Batı Avrupa'dan daha iyidir. Cinayet oranlarına baktığınız zaman bazı Asya ülkeleri bazı Müslüman ülkeler Latin Amerika'dan ve pek çok Hristiyan ülkeden daha iyi durumda olabilir.
Fakat bana kalırsa maalesef sosyal bilimlerde bu kadar geniş bir soru yelpazesi esas soru olarak ele alınmıyor. Çoğunlukla demokrasi, kişi başına düşen milli gelir gibi birkaç endekste, ki bu endekslerin hemen hemen hepsinde Kuzey-Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dünya hiyerarşisinin zirvesinde, bunlar diğer ülkelerle karşılaştırılıyor. Soruyu bu şekilde sorduğunuz zaman cevabın muhakkak Batı'yı normatif anlamda daha iyi noktada gösterecek bir cevap olacağı kesin. Fakat bana kalırsa Batı merkezci soru sorma şekli sosyal bilimlerde daha hakim olduğu için hep aşağı yukarı aynı doğrultuda sorular soruluyor.
Makalenin açık erişim olarak ulaşılabileceği adres:
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/prof-dr-sener-akturk-bati-avrupa-da-katolik-olmayan-tum-azinliklar-etnik-temizlige-ugradi/3283998 | 8,324 | 16,902 |
Salgınla felç olan İtalya 'normalleşmeyi' umuyor
İtalyan halkı bugünlerde öfke dolu; dost belledikleri ülkeler tarafından en zor anlarında yalnız bırakıldıklarını ve diğer gelişmiş ülkelerden önce bu krizi yaşadıkları için kendileriyle alay edildiğini düşünüyorlar.
İstanbul
İtalyanlar hiçbir zaman Paskalya'yı bu kadar heyecanla beklemediler. Elbette birçok ailenin evinde hastalık korkusuyla yaşadığı veya sevdikleri için yas tuttuğu şu dönemde, Hz. İsa'nın “dirilişinin” kutlanacağı 12 Nisan'da, sofralarda çekirdek aileler yalnız oturacak ve hiç kimse neşeli olmayacaktır. Bir buçuk ay süren karantinadan sonra ve vaka artış grafiği nihayet yatay seyretmeye başladıktan sonra, hükümet Paskalya'nın ertesi gününde sokağa çıkma yasağı uygulamasını gevşetme kararı aldı. Buna rağmen bilim kurulunun talimatları son derece net: Evden çıkılsa bile sosyal mesafeye dikkat edilmesi ve kamuya açık yerlerde maske takılması şartıyla, kademeli bir şekilde normal hayata dönülebilecek.
Bugünlerde bir yanda dini bayramın heyecanını yaşayan İtalyan halkı, öte yandan öfke dolu. İtalyanlar dost belledikleri ülkeler tarafından en zor anlarında yalnız bırakıldıklarını ve diğer gelişmiş ülkelerden önce bu krizi yaşadıkları için kendileriyle alay edildiğini düşünüyorlar. Hâlbuki İngiltere veya ABD'de de kriz bütün vahametiyle yaşanıyor. Bu duygularla, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisinden sonra sağlık sektörü, ekonomi, uluslararası siyasi ilişkiler ve aynı zamanda halklar arasındaki güven duygusunun nasıl yeniden inşa edileceği de düşünülüyor.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, birçok ülke gibi İtalya da kapsamlı bir refah devleti inşa etmişti. Bu kriz yaşanmadan önce sağlık sektörü de bu refah devletinin önemli bir gurur kaynağıydı. Ancak bu krizde, sağlık çalışanlarının çok büyük fedakârlıklarına rağmen, genel olarak sektörde bazı yetersizlikler ortaya çıktı. 1990'lardan bu yana sağlık sektörü çok zayıflamıştı. 2017 yılında ulusal sağlık sektörünün (yüzde 52'si kamuya ait olan) toplam bin kurumunda yaklaşık 191 bin yatak kapasitesi bulunmaktaydı. Bu sayı, her bin kişiye 3,6 yatak düştüğü anlamına geliyor. Fakat bahsedilen hastanelerin kapasitesinin, Avrupa Birliği (AB) ortalamasının binde 5'i olduğu dikkate alınırsa, yetersizlik ortaya çıkar. On sene önce yatak kapasitesi ortalama binde 4,3 iken, 1998'de bu oran binde 5,8'di. Yani nüfusun yaşlanmasına rağmen, sağlık sektöründe yatak sayısında ciddi azalma olduğu açık. Devlet bütçe sıkılaştırma politikaları kapsamında, özel sektörün bu konudaki yatırımlarına güvenerek kendi hastanelerine ayırdığı bütçeyi kısıtlamış, özel sektör de doğal olarak daha kârlı alanlara yönelerek bu tür krizlerde en çok ihtiyaç duyulacak olan yoğun bakım ünitelerine, risklerin ve maliyetlerin yüksek olması dolayısıyla yatırım yapmaktan kaçınmıştır. Netice itibariyle İtalya'da her 100 bin vatandaş için sadece 13 yoğun bakım yatağı bulunmakta. Gelişmekte olan ülkelerden Türkiye ise her 100 bin vatandaş için 40 yatak ile Avrupa ülkeleri içinde birinci sırada yer alıyor.
Bu rakamlar gösteriyor ki İtalya'nın sağlık sektöründeki yatırımlara yeniden hız vermesi gerekecek. Ne var ki son aylarda karayollarındaki altyapı yetersizlikleri ve buna bağlı olarak gelişen kazalar, kamu yatırımlarının zorluklarının ve gecikmelerinin olağan hale geldiğini gösteriyor. Örneğin yarımadanın en büyük şehirlerinden olan Napoli'deki metro hattı ekonomik büyümenin yaşandığı 1960'larda planlanmış, fakat inşaatına ancak 1976'da başlanabilmişti. Metronun ilk kısmı refah seviyesinin hâlâ yüksek olduğu 1993'te hizmete açılırken, geri kalanının ekonomik durgunluğun yaşandığı önümüzdeki aylarda tamamlanması bekleniyor. Maalesef İtalya'da bu tür bir yatırım serüveni anormal karşılanan bir şey değil. Ayrıca Kovid-19'un yaşattığı acı deneyim de bu gidişatı değiştirmek için gerekli kültürel, yasal ve ekonomik dönüşümü doğuracak güce sahip olmayabilir.
İtalya'nın demokratik anayasal rejimi, 20 bölgeye özerklik sağlayan “regionalismo” [bölgecilik] üzerine kurulu. Sağlık sektörü ulusal bir koordinasyonla birbirine bağlı olsa da, aslında bölgelerin sorumluluğunda yer alıyor. Bu yüzden bölgeler arasında kabiliyet, kapasite ve yatırım konularında ciddi farklılıklar bulunuyor. Virüsten en çok etkilenen Lombardiya bölgesinin sağlık sektörü aslında ülkenin en iyilerinden biriyken sonuç ortada. Sağlık hizmetlerinin en kötü olduğu Sicilya'da vali, adayı anakaraya bağlayan bütün deniz yollarını kapatarak bölgeyi korumaya çalışıyor.
Paskalya bayramının ardından, İtalyanlar geçim kaynaklarını da düşüneceklerdir. Bugünlerde hareket edilemediği ve alışveriş yapılamadığı için, piyasalarda çok ciddi bir talep düşüşü yaşanmakta. Bununla beraber fabrikalar kapalı olunca veya uluslararası tedarik zinciri aksayınca arzda da düşüş yaşanacağı, dolayısıyla ekonominin küçüleceği öngörülüyor. Bu durumdan en çok etkilenecek olanlar kuşkusuz dar gelirli vatandaşlar olacak. Devlet krizde geçim sıkıntılarına önlem olarak birçok mali yardımda bulundu. AB de mali disiplin politikasından vazgeçerek bu destekleri mümkün kılacak bütçe açığına yeşil ışık yaktı. Ancak bu politikadaki tarihi değişikliğe rağmen, karantinadan sonra şirketlerin mali durumları da iyi olmayacak. Devletler 2008 yılında yaşanan küresel krizde, şirketlerin iflasını önlemek için, kamulaştırma ve düşük maliyetli kaynaklar sağlamışlardı. İtalyan Mario Draghi'nin başkanlığında Avrupa Merkez Bankası (ECB), üye ülkelerin kamu borcunu satın alarak, kırılgan ekonomiler riskini tüm AB ülkeleri arasında paylaştırmıştı. Şimdi de riski paylaştırmak için benzer bir uygulama talep ediliyor. İtalyan politikacılar, Avrupa Merkez Bankası'nın Eurobond veya Coronabond olarak adlandırılacak tahvil çıkarma talebini olumsuz karşıladılar. Bu konularda Birliğin (birleşik gayrisafi milli hasılasının yüzde 60'ını temsil eden) Fransa dâhil 10 üyesi, ilk defa Almanya'dan ayrı hareket ederek, ortak bir hamleyle İtalya'nın taleplerine destek vermişlerdi. Ancak Kuzey Avrupa ülkelerinin ve en çok da Almanya'nın itirazıyla Avrupa Komisyonu, daha önce hayati konularda davranıldığı gibi ivedilikle bu yönde herhangi bir karar veremedi. Bu derin görüş ayrılıkları, daha önce mülteci krizinde veya Libya sorununda görüldüğü gibi, Kovid-19 krizinde de AB'yi hareketsizliğe sürükleyerek kıtanın küresel konumunu yıpratıyor.
Küresel gücünü yeniden kazanmaya çalışan Rusya bile, İtalya'ya daha önce hiç görülmemiş askerî geçit töreniyle tonlarca malzeme ve biyolojik savaş uzmanlarını gönderdi. Ayrıca Küba veya Arnavutluk gibi küresel bir güce talip olmayan iki ülkenin dahi sırasıyla 35 ve 30 gönüllü doktoru yardım olarak gönderdikleri bu durumda, daha müreffeh ülkelerin neden benzer bir duyguyla davranmadıkları çok düşündürücü. Daha doğrusu, İtalyan sağlık kurumlarını rahatlatmak amacıyla Kovid-19 teşhisi konulan İtalyan hastaları kendi hastanelerine getirten Almanya, acaba neden Rusya, Küba ve Arnavutluk'un İtalyan kamuoyunda meydana getirdiği etkiyi oluşturamıyor? İtalyan kamuoyu son yıllarda AB'ye şüpheyle bakan sağ popülist partileri benimserken, Avrupa'nın da İtalya'ya soğuk davranması, gerektiğinde dayanışma göstermemesi, önemli anlamlar barındırıyor. Fakat Avrupa ülkeleri, karşılıklı bağımlılıklarından ötürü İtalya'nın veya herhangi bir Akdeniz ülkesinin ekonomisinin zayıflamasının bütün Avrupa'da hissedileceğini düşünüyorlar. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron İtalyan basınına verdiği bir röportajda, bu durumu, “Eğer Avrupa ölecekse, ölümünün sebebi hareket etmemesi olacaktır” diyerek ifade etmişti. İtalya Başbakanı Giuseppe Conte da asgari müşterekte buluşan bir Avrupa görmek istemediğini, bilakis geleceğin Avrupasının dayanışma ve egemenlik içinde olması gerektiğini vurgulamıştı.
Diğer yandan Almanya gibi ülkeler, zayıf ülkelerin borçlarını satın almak ve başarısız mali politikalarının bedelini ödemek istemiyor. Aslına bakılırsa bu konuda tamamen bencilce davrandığı söylenemez. İtalya 2 trilyon 443 milyar avro kamu borcuna sahip ve bu zor şartlarda tek başına hareket edebilme kabiliyeti çok sınırlı. Bu krizden sonra sık göreceğimiz kamulaştırmalar da başka bir tehlike arz etmekte. Kamulaştırılacak şirketler arasında, bu krizde neredeyse hiç uçuş gerçekleştiremeyen havayolu şirketi Alitalia ilk sıralarda. Fakat yıllardır mali sıkıntı yaşamakta olan millî havayolu şirketi, AB'nin devlet yardımları sınırlarını zorlayan sayısız kurtarma planına rağmen, krizden önce de batmaktaydı. Kamulaştırma veya devletin ortaklık kurması, krizin ekonomik etkilerini azaltmak için kesinlikle önemli bir araç olsa da, kamu desteğinin yanlış firmalara verilmesi durumunda, ülkenin sınırlı kaynakları da israf edilmiş olacaktır.
Daha önce de çok derin anlaşmazlıkların yaşandığı AB'nin varlığını kimse sorgulamıyor. Şu sıralar pek istifade edilemese de AB içinde serbest dolaşım vazgeçilemez bir unsur. 1999 yılında kullanılmaya başlanan avro da, İtalya gibi daha esnek bir para birimi politikasına alışık ülkeleri çok sınırlandırmasına rağmen, bu gibi kriz dönemlerinde gerekli olan finansal istikrarın sağlanması açısından önemli. Bu nedenle avrodan vazgeçmek, maliyetinin hâlâ yüksek olması dolayısıyla, popülist hareketlerin boş bir vaadi olmaya devam edecektir. Avro bölgesi dışında kalan ülkeler de kendi para biriminden kolay vazgeçmeyeceklerdir. Bununla beraber AB'nin karar verme kabiliyetsizliği, ekonomik büyüklüğüne rağmen küresel gücünü gittikçe önemsizleştirecektir. Bıraktığı boşluğuysa bölgesel güçler doldurmaya çalışacaktır.
Uluslararası ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıklara ilaveten, halklar arasında duyulan güvensizlik de ciddiye alınması gereken bir husus. Bugünlerde güven vermeyen Çin'den Aralık ayında salgın haberleri ilk çıktığı sıralarda, İtalya'da ilk olağandışı zatürre vakaları görülmüştü. 7 Ocak'ta ise Milano'daki hastanelerde, yıllık ortalamadan yüzde 50 ilâ 80 daha fazla zatürre vakası görüldüğü bildirilmişti. O haftalarda virüsün serbest dolaştığı besbelliydi; ulusal ve uluslararası kurumlar önlem alabilirdi. Fakat Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) verdiği bilgilere binaen, İtalya Sağlık Bakanlığı uluslararası seyahat konusunda, hele de Çin'le turizm ve ticaret ilişkilerinde herhangi bir sınırlama tavsiye etmemişti. Yani diğer Avrupa ülkeleri gibi İtalya da vatandaşlarının sağlığı pahasına maliyeti yüksek olan önlemleri almakta zorlandı. Ancak yayımladığı vaka ve ölü sayısı şüphe uyandıran Çin, bir taraftan uluslararası kamuoyunu etkilemek amacıyla cömertçe yardımlar gönderirken, bir taraftan da DSÖ'nün hareketliliğini sınırlandırıp küresel tedbirlerin alınmasına engel oldu.
Önümüzdeki Paskalya bayramında Venedik'in göbeğinde bulunan ve Aziz Rocco'nun kalıntılarını muhafaza eden aynı isimli kilisenin kapıları aralansa da ayine katılan olmayacak. Kilisede bulunan meşhur Tintoretto'nun fresklerine şaşkınlık ve hayranlıkla bakan turistler de ortalıkta görünmeyecek. Hâlbuki Aziz Rocco, tam da bu günlerde en çok zorluk yaşayan Roma, Piacenza ve orta İtalya'da bulunan kasabaları, şehirleri ziyaret etmiş, vefa ve cesaret göstererek salgının vurduğu hastalara yardıma koşmuş ve vebalıları iyileştirmişti. Şimdi de İtalyanlar, Aziz Rocco'nun anılacağı 15 Ağustos gecesine kadar salgının tamamen bitmesini, sağlık sektörü, ekonomi, uluslararası siyasi ilişkilerde salgının meydana getirdiği sorunlara çözümler bulunmasını ve halkların birbirine yeniden güven duymasını umut ediyor.
[Prof. Dr. Michelangelo Guida İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/salginla-felc-olan-italya-normallesmeyi-umuyor/1790933 | 5,853 | 11,626 |
Siyonistlerin Filistin'i nüfussuzlaştırma politikası 1948'ten bu yana devam ediyor
Filistinliler, 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe, yani Büyük Felaket derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948'de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir.
İstanbul
Orta Doğu uzmanı, yazar ve mütercim Zahide Tuba Kor, siyonistlerin Filistin'i işgal ve etnik temizlik politikasının geçmişini, AA Analiz için kaleme aldı.
***
“Teröre başvurulmasaydı, Yahudi bağımsızlığının o tarihte elde edilmesi pek mümkün olmazdı.”
(Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Araştırma Merkezi'nden Mordechai Nisan)
7 Ekim Aksa Tufanı akabinde İsrail, Gazze'de intikam ve yeniden işgal amacıyla insanlık tarihinin en yoğun ve yıkıcı bombardımanına girişti. Şehit düşen Gazzelilerin sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğiz keza yaşanan soykırımın ve yıkımın yol açtığı maddi-manevi hasarı ve bedeli de... Ama bunların hiçbiri yeni değil. Belki tek yenilik, tarihin artık kameralar önünde ve çok daha ölümcül silah sistemlerinin kullanımıyla tekerrür etmesi diyebiliriz. İngiliz manda döneminde özellikle 1936-1939 Büyük Arap İsyanı İsyanı sürecinde başlayan, 1948'de etnik temizlikle devam eden ve işgal altında bugünlere gelen süreçte Filistinliler defalarca silahlı şiddete maruz kaldı, sevdiklerini yitirdi, yersiz yurtsuzlaştı, mülksüzleşti, fakirleşti ve acılarıyla kendi kaderlerine terk edildi. Son 9 ayda 76 yıllık hikayenin hızlandırılmış bir özetini izliyoruz sadece.
BM siyonist diplomasinin önünü nasıl açtı?
Siyonist önderlerin 1900 yıl sonra Filistin'e geri dönerek demokratik bir Yahudi devleti kurma hedefi, işgali ve etnik temizliği beraberinde getirir. Nitekim 1880'lerde başlayan Doğu Avrupa'dan göçler sonucunda –İngilizlerin 1917 Balfour Deklarasyonu'yla "milli yurt" kurulmasına verdiği desteğe rağmen– 1947'ye gelindiğinde Filistin'de Yahudi nüfusu yüzde 8'den ancak yüzde 30'a çıkar, elde edebildikleri toprak parçası da Filistin'in sadece yüzde 6'sı kadardır.
Siyonistler, İngiliz manda döneminde bir yandan müstakbel Yahudi devletinin kurumsal temellerini atarken diğer yandan işgal ve etnik temizlik planlarını hazırlarlar. Kullandıkları uluslararası siyasi ve diplomatik araçlara ilaveten 1939'da silahlı Siyonizm de devreye sokulur. Bugünkü terminolojiyle tipik birer terör örgütü olan siyonist çeteler (Hagana, Irgun ve Stern), silahı 1940'larda sadece Filistinlilere değil, müstakbel Yahudi devleti önünde en büyük engel olarak görmeye başladıkları İngilizlere karşı da kullanırlar. İngiltere, 1944-1947 arası Yahudilerin silahlı isyanı karşısında meseleyi Birleşmiş Milletlere (BM) havale eder.
29 Kasım 1947'de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) baskısıyla kabul edilen ve iki devletli çözümü öngören BM Taksim Planı, siyonist diplomasi için tam bir zaferdir. Zira 70 yılda ancak yüzde 6'lık toprağa ve yüzde 30'luk nüfusa sahip olabilen Yahudilere, müstakbel devlet için Filistin'in yüzde 56'lık kısmı ayrılır. Ancak burada yaşayan yüz binlerce Filistinlinin varlığı, demokratik bir Yahudi devleti kurmanın önünde engeldir. İşte bu noktada siyonist çeteler üç aşamalı etnik temizlik politikasına girişir.
Siyonist çetelerin 3 aşamalı etnik temizlik politikası
Önce birbirinden kopuk Yahudi kolonileri arasında yer alan Arap topraklarını işgal etmek için C Planı'nı devreye sokarlar; Mart 1948'e gelindiğinde Filistin nüfusunun yüzde 5'ten azı sürülerek 30 köy insansızlaştırılır. Ancak siyonist hedefler için bu yeterli değildir. BM planında kendilerine tahsis edilen yüzde 56'lık alanın ötesine geçip Kudüs de dahil mümkün olduğunca fazla toprak elde edebilmek ve demografiyi tamamen değiştirebilmek amacıyla bir D Planı hazırlarlar. İktisadi yıkım ve psikolojik harp eşliğinde fiili saldırıyı içeren bu D Planı, Filistinlilerin kitlesel göçünü ve mülteci meselesinin doğuşunu tetikler. Özellikle Deir Yasin, Tantura, Duveyme, Ebu Şuşa, Safsaf, Beled eş-Şeyh gibi köylerden yayılan kan dondurucu katliam haberleri, kitleleri terörize edip panik içinde kaçmalarını sağlamada etkili olur. Öyle ki sadece 1 Nisan-15 Mayıs tarihlerinde 182 köy boşaltılır, Filistin şehirleri ele geçirilir. Akabinde başlayan ilk Arap-İsrail savaşında ve ateşkes sonrasında da etnik temizlik politikası sürer. Böylelikle siyonistler, 1950'lere gelindiğinde 1300 Filistin yerleşiminin yarısını tamamen yerle bir eder, ardından buraları ya ormanlık alana, park-bahçeye ya da yeni Yahudi yerleşimlerine dönüştürürler. 1947'den 1949'a gelindiğinde kontrollerindeki Filistin toprağını terör taktikleri ve savaşla yüzde 6'dan yüzde 78'e çıkartmış olurlar. Kalan kısımları Ürdün ve Mısır kontrolüne alır.
Peki bu süreçte çeteler neler yapar? Köyleri kuşatırlar, direnen köylerde çocuk-kadın demeden katliama girişirler, genç erkekleri olabildiğince çok infaz ederler, mahalleleri bombalarlar, evleri –içinde yaşayanlarla birlikte– havaya uçururlar, tarlaları ateşe verirler, evlerde kalan değerli eşyaları çalarlar, molozlara mayınlar yerleştirerek kaçanların geri dönmesini engellerler, Hayfa gibi yoğun nüfuslu şehirlerin dar sokaklarına benzin ve dinamit dolu varil bombaları atar, havan toplarıyla bombalarlar; hoparlörlerden Filistinli kadınların başka yerlerde kaydedilmiş çığlıklarını yayınlarken bir yandan da “Hayatını seven kaçsın, Yahudiler zehirli gaz ve nükleer silah kullanıyor” anonsu yaparlar. Kadınlara tecavüz haberleri de kitlesel kaçışlarda önemlidir. Daha evvel siyonistlerin her saldırısında direnen köylerin ahalisi bile panik içinde ayrılır.
1948 Savaşı'nda 15 bin Filistinli hayatını kaybederken 1,4 milyon Filistinliden 800 bini (yüzde 60'ı) mülteci konumuna düşer, aileler paramparça olur. Ancak göç yollarında ve sığındıkları yerlerde susuzluktan, hastalıktan, sıcaktan, denizde boğularak veya siyonist çetelerin kurşunuyla ölenlerin sayısı bilinmez.
İsrail kurulduktan sonra da etnik temizlik sürer. İsrail içinde kalan 156 bin Filistinliden 30 bini (yüzde 15'i) 1950'lerin ortalarına gelindiğinde ülkeden kovulur. Dünya Yahudileri ise 1948'den itibaren yeni devlete akar. Filistinlilerin çiftlikleri, hayvanları, bağ-bahçeleri, fabrikaları, bankalardaki paraları, yıkılmamış güzel evleri, eşyaları, sanat eserleri, kıyafetleri, ata yadigarı her şey adeta savaş ganimeti gibi Yahudilerin eline geçer.
Savaştan sonra yitirdiği evini görmek, değerli eşyalarını veya geçim kaynaklarını almak, kaybettiği aile bireylerini ve akrabalarını bulmak için sınırdan sızmaya çalışan mülteciler çok şiddetli cezalandırılırlar. Öyle ki sızmaların olduğu Batı Şeria ve Gazze'deki noktalar vurulur, Mısır ve Ürdün hedefleri bombalanır, 1949-1956 arası çoğu silahsız binlerce Filistinli sınırı geçmeye çalışırken öldürülür veya yaralanır.
Bu arada fiziki katliamlara bir de hafıza katliamı eklenir. Daha savaş esnasında Filistin yerleşimlerinin ve coğrafi yüzey şekillerinin isimleri, Tevrat ve diğer dini-tarihi metinlere göre arkeologlarca İbraniceleştirilir ve 1300 yıllık Arap geçmişi bağı kopartılmaya çalışılır.
Mülteciler çadırlarda sersefil hayat mücadelesi verirken topraklarından hiç ayrılmayan Filistinliler İsrail vatandaşlığı alır ama hayatları daha iyi olmaz. Zira siyonizmin sömürgeci-yerleşimci projesinin ilk elden ve en uzun şahidi onlardır. Kendi topraklarında “istenmeyen misafir”dirler; “stratejik ve demografik tehdit” sayılarak 1966'ya kadar OHAL düzenlemeleriyle sıkı bir askeri yönetim altında tutulurlar. 1967'den sonra Gazze ve Batı Şerialılar da benzer bir askeri işgal yönetimi altına alınacaktır. Askeri valilere Filistinlilerin hayatının her alanını kontrol için; nüfusu sürgüne yollama, keyfi gözaltı, idari (yargılanmadan) tutukluluk, güvenlik veya kamu yararı adına topraklara ve mülklere el koyma, süresiz sokağa çıkma yasağı, köylerin giriş-çıkışlarını daimi kontrol, seyahati engelleme, vakıflara el koyma gibi alanlarda sınırsız yetki verilir. Şehirlerde kalanlar ya civar köylere sürülür ya da şehirlerin en fakir mahallelerinde oluşturulan küçük gettolara gönderilir. İlk yıllar tel örgüler ve çitlerle çevrili küçük alanlarda ikamet etmeye zorlanırlar. Daimi aşağılanma, mülksüzleşme ve marjinalleşmeye maruz kalırlar. Toprak sahipliği, su kaynaklarına erişim ve arazi satın alma hakları kanunla ellerinden alınır.
Devam eden Nekbe
Filistinliler, 1948 Savaşı sonunda düştükleri hale Nekbe yani "Büyük Felaket" derler. Nekbe; evi, vatanı, onuru, her şeyi yitirmenin ve paramparça olup dağılmanın adıdır. 1948'de yaşanıp bitmiş bir hadise değildir, 76 yıldır devam etmektedir. Vatansız kalan Filistinliler ve onların nesilleri sığındıkları ülkelerde binbir türlü sıkıntılarla boğuşurlar. İsrail'in her yaptığı katliamın yanında kar kalması, yargılanmaması, dokunulmaması Nekbe'nin devamlılığını sağlayan temel faktördür. Kurucu elitler, 1948'de toprakların tamamını ele geçirmemiş olmanın pişmanlığı içinde sınırları genişletmek için sürekli fırsat kollar. Hatta 1956'da Gazze ve Sina'yı işgal ederler ama ABD'nin ve SSCB'nin tehditleri karşısında geri çekilmek zorunda kalırlar. Gazze'nin sadece dört aylık bu işgalinde 1000 Filistinliyi öldürürler.
1967'de altı günde topraklarını üç kat genişleterek hayallerine fazlasıyla ulaşırlar ama bu sefer kontrollerine giren büyük Arap nüfus karşısında Yahudi devleti olma vasfını yitirme endişesine kapılırlar. Tam da bu yüzden 1967 Savaşı akabinde işgalcinin tehditleri veya oyunlarıyla 300 bine yakın Filistinli yani Batı Şeria'daki nüfusun yüzde 20'si ve Gazze'dekilerin yüzde 10'u Ürdün'e göçüp ikinci kez mülteci olur. Ayrıca işgal sırasında (7 Haziran 1967 itibarıyla) yurt dışında olan hiç kimsenin geri dönüşüne izin verilmez yani yurt dışında okuyanlar, çalışanlar veya turistik seyahatte olanlar vatansız kalırlar. İzinsiz geri dönmeye çalışanlar yakalandığında vurulurlar. Topraklarını hiç terk etmeyenler ise İsrail işgali ve asker yöneticilerin OHAL altında, kademeli etnik temizlik ve mülksüzleştirme odaklı, hukuk kılıflı keyfi uygulamalarıyla türlü felaketlere düçar olurlar. Siyonistler için "Büyük İsrail"i inşa edebilmenin tek yolu, daimi bir kurumsal şiddete başvurmaktır tam da bu yüzden Filistinlilerin en ufak bir silahlı veya barışçıl direniş girişimi tanklar ve ağır silahlarla bastırılır.
Bu arada 76 yıldır siyonist politikaların mağduru sadece Filistinliler de değildir; komşu ülkelerdeki milyonlarca Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye vatandaşı da –tıpkı buralardaki kamplarda yaşayan Filistinli mülteciler gibi– İsrail'in "misilleme" kisvesi altındaki saldırıları ve bilfiil işgali yüzünden ya kalıcı olarak ya da belli bir süreliğine yerinden yurdundan olur, çok canlar yitirirler.
İmajına çok önem veren ve varlığını "ahlaki" temellere dayandıran İsrail, “etnik temizlik” argümanına karşı “nüfus transferi” tabirini kullanır. Tıpkı Batı Şeria'nın çevresini kuşatan 8 metre yüksekliğinde son teknoloji ürünü türlü güvenlik aygıtlarıyla teçhiz edilmiş ırkçı-ayrımcı duvar için “güvenlik çiti” demeleri, ordunun resmi adının “İsrail Savunma Ordusu” olması ve “dünyanın en ahlaklı ordusuna sahibiz” diye övünmeleri gibi... Yıllardır İsrail'in hem siyasi ve dini lideri hem de işgalci yerleşimciler, geriye tek bir Filistinli dahi kalmayacak şekilde yeni bir “nüfus transferi” çağrısını giderek daha fazla dillendiriyorlardı. 7 Ekim 2023'ü, bu hayali sadece Gazze'de değil, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te de gerçekleştirmek için bir fırsat bildiler.
Peki Siyonistlerin Filistinlilere yönelik vahşi politikalarının temelinde ne var? İnsanoğlu muhatabını insan dışılaştırmadan veya tekfir etmeden kolay kolay katliama başlamaz. 7 Ekim'den sonra Savunma Bakanı Yoav Galant, Filistinliler için “insansı hayvanlar” demişti. Bu bakış yeni değildir. Temel dertleri, Avrupa'daki Yahudi sorununa çözüm üretmek ve devletlerini inşa etmek olan siyonist önderler, daha ilk göçlerden itibaren yerli Arap nüfusun varlığını reddeder ve onları ya bedevi ya da yabancı hatta istilacı sayar, dolayısıyla gelecek planlarına dahil etmezler. Theodor Herzl günlüklerinde Filistinlilerin nasıl sinsi yöntemlerle kaçırtılması gerektiğini anlatır. Siyonist tarih yazımında ise etnik temizliği ve mülteci meselesini yok sayma ve sorumluluktan kurtulma amacıyla Filistinlilerin hiçbir zaman var olmadığı ispatlanmaya çalışılır. Ülkenin Golda Meir gibi başbakanları da Filistinli diye bir halk olmadığını savunur. Filistinli mülteciler meselesinin ortaya çıkışında hiçbir sorumluluk kabul edilmez; Arap devletlerinin yönlendirmesiyle kendi kendilerine toprakları terk ettikleri iddiasındadırlar.
İsrail, silah gücüyle ve terör taktikleriyle kurulur, silah gücüyle ve devlet terörüyle ayakta kalır.
Çünkü silahlı çetelerin liderleri ve milisleri yani etnik temizliğin mimarları ve uygulayıcıları, bağımsızlık sonrası başbakanlık dahil en kritik makamları doldururlar. David Ben-Gurion, Menahem Begin, İzak Şamir, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler koltuklarını geçmişte işledikleri katliamlarla "hak eden"lerdir. Misilleme doktrininin mimarı Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan'a göre İsrail ilanihaye eli kılıçla yaşamak zorundadır. “Biz yerleşimci nesliyiz; çelik miğfer ve silah namlusu olmadan ne bir ağaç dikebilir ne de bir ev kurabilirdik. (…) Bu, neslimizin kaderi, hayat tarzımızdır. Tek seçeneğimiz, hazırlıklı olmak, silahlanmak, güçlü ve kararlı durmaktır" der. Yönetici elitin, askeri işgalin insan gücünü, refah düzeyini, itibarı, özgüveni ve siyonist ideolojiyi güçlendireceği beklentisi, işgalin ve etnik temizliğin tekrarlanmasının temel nedenidir.
Kaynaklar:
Felaketi Gördüm: Filistinliler 1948'de Yaşadıklarını Anlatıyor, (haz.) Alâ Ebu Dahîr, İz Yayıncılık, 2011.
David Hirst, Silah ve Zeytin Dalı: Ortadoğu'da Şiddetin Kökenleri, İyidüşün Yayınları, 2015.
Ilan Pappe, Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi: İşgal Altındaki Toprakların Tarihi, Küre Yayınları, 2023.
Ilan Pappe, Unutulmuş Filistinliler, Küre Yayınları, 2020.
Avi Shlaim, Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası, Küre Yayınları.
Radvâ Âşûr, Tanturalı Kadın, Ketebe, 2019.
Jean-Pierre Filiu, Gazze Tarihi, Bilge Kültür Sanat, 2016.
“The Nakba did not start or end in 1948”, el-Cezire, 23.5.2017, https://www.aljazeera.com/features/2017/5/23/the-nakba-did-not-start-or-end-in-1948
“Massacres and the Nakba”, Al-Majdal Magazine, sayı 7, Güz 2000, https://www.badil.org/publications/al-majdal/issues/items/489.html.
[Zahide Tuba Kor, Ortadoğu uzmanı, yazar ve mütercimdir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/siyonistlerin-filistin-i-nufussuzlastirma-politikasi-1948ten-bu-yana-devam-ediyor/3278444 | 7,059 | 14,539 |
Suriye ekonomisi çökerken Esed rejimi yeni açmazlara sürükleniyor
Suriye lirasının dolara karşı rekor düzeylerde değer kaybetmesi ve buna bağlı olarak başlayan ekonomik çöküş, Esed rejimini, kendi kontrolündeki bölgelerde dahi protestoların hedefi haline getirdi.
İstanbul
Suriye'de 10. yılına giren iç savaş sürecinde rejimin en büyük sıkıntılarından biri bu savaşın finanse edilmesi oldu. Rusya ve İran'ın askeri teçhizatın yanı sıra finansman destekleriyle günümüze kadar bir şekilde devam eden savaş, rejim bölgelerinde zengin kesimi daha da zengin ederken yolsuzluk ve karaborsa faaliyetleri savaş ağalarının ortaya çıkmasına sebep oldu.
Ancak ülkede üretimin neredeyse durması, verimli tarım bölgeleri olan kuzey kesimlerinin muhalif gruplarla terör örgütü YPG/PKK'nın kontrolünde olması, Fırat'ın doğusundaki petrol kaynaklarının bir süre DEAŞ, günümüzde yine YPG/PKK kontrolünde olması rejimin savaşı sürdürecek ekonomik kaynaklardan mahrum olmasına sebep oldu. Kısacası Beşşar Esed rejimi iç savaş süresince müttefiklerine gün-be-gün daha bağımlı hale geldi. Bu da mevcut durumda Esed rejiminin kontrolünde tuttuğu bölgelerin kendilerini idame ettirme kapasitesinin olmadığını gösteriyor. Yani söylenti düzeyinde de olsa tartışılan ve fiiliyatta üçe bölünmüş durumdaki Suriye'de rejim kontrolündeki topraklar, bir devletin ayakta kalmasını gerektiren asgari unsurları barındırmıyor. Bu da savaş ekonomisinin sürdürülebilir olmadığını ve rejim bölgelerinin hem muhalif bölgelerle hem de komşu bölgelerle legal veya illegal ticari ilişkilere girmesini zorunlu kılacak bir çıkmaza sürüklendiği gösteriyor.
Yeni gelir kaynakları bulabilmek için Körfez ülkelerine yöneldiği anlaşılan Suriye rejiminin, özellikle BAE'nin kışkırtmaları sonucu yıkıcı sonuçları olabilecek askeri maceralara atılması muhtemel.
Suriye lirasındaki değer kaybı önlenemiyor
Suriye lirası-dolar kuru resmî olarak 550 liraya sabitlense de piyasada çok büyük bir değer kaybı yaşanıyor. Yılbaşında 1 dolar 700 Suriye lirası civarındayken Haziran'ın başında 3 bin 500 liraya kadar çıktı. Bunun yanı sıra liradaki değer kaybının engellenmesi amacıyla rejim kontrolündeki bölgelerde döviz satın almak yasaklandı.
Suriye lirasındaki değer kaybının birçok sebebi bulunsa da yaşanan son durumu Lübnan ekonomisindeki sarsıntılardan ayrı düşünmek hatalı bir yaklaşım olacaktır. İç savaşın başlamasıyla rejim kontrolünde kalan bölgeler Lübnan bankalarını kullanmaktaydı. Özellikle Suriye'ye döviz girişi bu bankaların sağladığı hizmetlerle mümkün oluyordu. Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisi süresince kapalı olan bankalar ve Lübnan'ın da içinde bulunduğu kronik mali sorunlar sebebiyle Esed rejimi en büyük döviz girdi kanalını kaybetmiş oldu. Bu da Suriye lirasının değer kaybının önü alınamaz bir noktaya gelmesine sebep oldu.
Yaşanan ekonomik sıkıntıdan sadece rejim kontrolündeki bölgeler etkilenmiyor. İdlib'deki insani krizi daha da derinleştirecek bu ekonomik darboğaz diğer yandan da muhaliflerin kontrolündeki bölgelerin Türkiye'ye daha bağımlı hale gelmesine de sebep olacak. Aralık 2019'da Fırat Kalkanı bölgesinde Türk lirasının kullanımını tartışan yerel muhalif gruplar, o dönem böyle bir karar almasalar da pratik olarak Türk lirası bölgede kullanılmaktaydı. Özellikle Fırat Kalkanı bölgesinde ekmeklerin yalnızca Türk lirasıyla alınabildiği de sahadan gelen haberler arasında.
Yaşanan ekonomik kriz rejim bölgelerinde yaşayan sivilleri de olumsuz etkiliyor. Süveyde'de yapılan gösterilerde özellikle rejim aleyhine atılan sloganlar bu hoşnutsuzluğun göstergesi. On yıldır özgürlükleri için mücadele eden Suriyelilerin ekonomik özgürlüğünü ve hatta devlet olma vasfını tamamen kaybetmiş rejime karşı tepkileri artıyor.
Yapılacak insani yardımlar ise bir ikilem ortaya çıkarıyor. Uluslararası kurumlar Suriye'ye yapılan insani yardımları rejim üzerinden yaparken bu yardımlar yerel savaş ağalarını zenginleştirmek ve sivillerin yaşam şartlarını daha da zora sokmaktan başka bir işe yaramıyor. Esed yönetimine yönelik ekonomik yaptırımlar, Avrupa Birliği (AB) ve ABD için iç savaş boyunca rejimin savaş suçlarına karşı somut bir adım atmaktan kaçınmanın en iyi araçlarından biri olmuştur. Batılı ülkeler için bu yaptırımlar Esed'in savaş suçlarına karşı gösterilecek tepkilerde sıralarını savma amaçlı sembolik eylemlerden öteye gitmedi. Ancak bu ülkeler için kısıtlı ve yapabileceklerinin çok azı olan bu yaptırımlar bile Esed rejiminin ekonomik olarak çöküşünü hızlandıracak etkilere sahip oldu. Kendi iç kamuoylarında olumlu bir karşılığı olan bu yaptırımlar fiiliyatta rejimin Rusya ve İran tarafından finanse edilmesini engellemekten oldukça uzak. Yine de bu yaptırımlar ABD ve AB'nin Suriye'ye yönelik stratejisinin bir uzantısı olmaktan çok, Rusya ve İran'a karşı dönem dönem sertleşen politikaların uygulanması için birer araç haline geldi.
Ekonomik sorunlar Esed'i Körfez'e itiyor
10 yıllık iç savaştaki en büyük destekçileri olan Rusya ve İran'dan artık yeterli ölçüde ekonomik yardım gelmeyecek olması Esed rejimini hem içeride hem de dış politikada farklı yönelimlere zorluyor. İç politikada Rami Mahluf gibi rejime yakın zenginlere baskı artarken dış politikada Körfez ülkeleri ve özellikle Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) desteğini almaya yönelik adımlar görebiliriz. Bunun sonucunda da Körfez ülkelerinin Esed'le ilişkileri yeniden tesis edip güçlendirmek için rejimin İran'la ilişkilerini göz ardı ettiklerini ve Suriye'nin bir Arap devleti olduğunu yeniden hatırladıkları bir dönem öngörebiliriz. Bunun en somut örneği ise Türkiye'nin dış politikada varlık gösterdiği her alanda doğrudan rakibini destekleyen BAE'nin Esed rejimini bir İdlib operasyonu için kışkırtması ve Türkiye'nin İdlib'de sıkıştırılması olacaktır. Mart ayında İdlib'de Rusya ile Türkiye arasında varılan ateşkesin ihlal edilmesi için BAE'nin Şam yönetimine 3 milyar dolar teklif ettiğine yönelik haberler bu yöndeki arayışların bir işareti olarak yorumlanabilir.
ABD'nin İran'a yönelik yaptırımları öncesinde İran'ın Suriye'ye tanker gemilerle taşıdığı petrol rejime önemli bir rahatlık sağlıyordu. Ancak yaptırımların sertleşmesi ve İran'ın petrol ihracının neredeyse sıfırlanması sonucu Esed rejimine ulaşan petrolde de ciddi azalma olduğu tahmin ediliyor. Bunun en sembolik örneklerinden biri ise geçtiğimiz yıl İngiltere ile İran arasında yaşanan tanker gemisi krizi olmuştu. Cebelitarık Boğazı'ndan geçerken İngiltere tarafından alıkonulan tanker gemisinin rejime petrol taşıdığı biliniyordu. Geminin İran'dan Suriye'ye petrol transferi için daha kısa rota olan Süveyş Kanalı'nı kullanmak yerine Cebelitarık üzerinden Akdeniz'e girmesi ise yaptırımları delmek için böyle bir maliyete katlanılmasının zorunlu hale geldiğini gösteriyor. Temmuz 2019'da yaşanan bu olay Esed rejiminin petrole ulaşımının neredeyse imkânsız hale geldiğini ve son bir yılda rejimin içinde bulunduğu şartları göstermesi açısından oldukça önemli.
Geçtiğimiz aylarda yaşanan bir başka ilginç olay ise Beşşar Esed'in amcası Hama ve Tedmür Kasabı olarak anılan Rıfat Esed'in Fransa'da yargılanmaya başlaması oldu. 1998'e kadar başkan yardımcılığı yapmış olsa da sürgünde bulunan Rıfat Esed, Suriye devlet fonlarını yasa dışı yollardan kullanarak emlak imparatorluğu kurmakla suçlanıyor. Rıfat Esed'in İspanya'daki 770 milyon dolarlık servetine yine bir soruşturma kapsamında 2017'de el konulmuştu. Fransa'daki yargılama ile ortaya çıkan bir diğer ilginç nokta ise 4 eşi ve 16 çocuğu bulunan Rıfat Esed'e Suudi Arabistan kraliyet ailesinin her ay en az 1 milyon dolar "hediye" göndermesi oldu. Bu da tarihsel olarak farklı ittifak kümeleri içisinde yer alan Esed rejimi ile Suud ailesinin arka planda devam eden ilişkilerini göstermesi açısından oldukça manidardı.
17 Haziran'da ABD'de yürürlüğe girecek olan Sezar yasası Esed rejimiyle ekonomik ilişkisi olan bütün kesimleri kapsıyor olsa da yasanın uygulanabilirliği tartışma konusu. ABD açısından bu yasanın işletilmesi İran'a yönelik kıskacın daha da sertleştirilmesinden öteye gitmeyebilir. İran'ın ticari ilişkileri ne kadar kolay hedef alınabilir olsa da Rusya'nın Suriye'deki faaliyetleri de bir o kadar görmezden gelinecektir. Ancak yine de Kovid-19 pandemisinin tüm ülkelerde olduğu gibi ABD'de yarattığı ekonomik sıkıntı sebebiyle büyük yara alan ABD Başkanı Donald Trump'ın seçim sürecinde bu yasayı Rusya ile ilişkileri iç kamuoyuna pazarlamak için bir araç olarak kullanması da beklenebilir.
4 Haziran'da Rusya'nın Suriye Büyükelçiliği tarafından yapılan açıklamada Suriye'ye ikinci grup MİG-29 savaş uçaklarının teslim edildiği belirtilmişti. ABD Savunma Bakanlığı'nın Mayıs ayındaki raporlarında Rusya'nın bu savaş uçaklarını Suriye'deki Hmeymim üssünde yeniden boyayıp daha sonra Libya'daki Hafter güçlerine gönderdiği iddia edilse de Rusya bu uçakların Esed rejimine teslim edildiğini belirtiyor. Uçakların bir kısmı Hafter'e gönderilmiş olsa bile modernize edilmiş MİG-29'ların Suriye sahasında kullanımı Esed rejimine İdlib'de daha saldırgan hamlelerde bulunma imkânı verebilir. Kısacası Rusya'nın Esed rejimine savaş uçağı teslimatı bir yandan rejimin muhtemel bir İdlib saldırısı için bir tahkimat diğer yandan da Rusya'nın Sezar yasası yürürlüğe girmeden önce son bir resmi askeri satış işlemi olarak okunabilir.
Sonuç olarak Suriye'de Esed rejimi yaptırımlar ve iç savaşın finansmanı konusunda oldukça sıkıntılı bir zamandan geçiyor. İç savaş sonucunda Suriye'nin yeniden yapılandırılması için 400 milyar dolarlık bir bütçeye ihtiyaç duyulduğu tahminini göz önünde bulundurduğumuzda Suriye'de çatışmaların ardından istikrarın ve ekonomik toparlanmanın kısa ve orta vadede mümkün görünmediği söylenebilir. Yani Suriye'de şu an atılan her kurşun bir insani krize yol açmasının yanı sıra Suriye'nin ve Suriyelilerin geleceğini de çalıyor.
Sonuç olarak Esed rejimi şehirlerde günlük hayatı sürdürebilmek ve rejimin temel finansmanını sağlamak için ciddi ekonomik yardımlara ihtiyaç duyuyor. Esed rejimi bir taraftan uzun yıllar işgal altında tuttuğu Lübnan'ın banka sistemine bağlılığının sonuçlarını acı bir şekilde yaşarken müttefikleri Rusya ve İran'dan gelen desteğin de azalmasıyla Esed rejimi için zor günler asıl şimdi başlıyor. İktidar rejim içinde el değiştirse veya Esed rejimi yıkılsa, hatta Suriye fiiliyatta olduğu gibi üç bölgeye bölünse de mevcut ekonomik krizin Suriye'nin gelecek on yıllarının en büyük gerçekliği olacağı söylenebilir.
[Ahmet Arda Şensoy Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü'nün (ORMER) Suriye masasında, Suriye iç savaşı ve hibrit savaş konularında araştırmalar yapmaktadır]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/suriye-ekonomisi-cokerken-esed-rejimi-yeni-acmazlara-surukleniyor/1877595 | 5,260 | 10,703 |
Trump ve diğerleri: 2020 ABD başkanlık seçimleri
Trump'ın yeniden seçilip seçilemeyeceğini büyük oranda belirleyecek olan tartışmalar, Demokratların onun karşısına kimi çıkaracağı sorusu üzerinde şekilleniyor.
İstanbul
3 Kasım 2020'de gerçekleştirilecek ABD başkanlık seçimleri tartışmalarının odak noktasında şimdilik Donald Trump bulunuyor. Bununla birlikte, Trump'ın yeniden seçilip seçilemeyeceğini büyük oranda belirleyecek olan tartışmalar, Demokratların onun karşısına kimi çıkaracağı sorusu üzerinde şekilleniyor. Göreve ilk geldiği zaman itibarıyla Amerikan tarihinin en yaşlı başkanı olan Trump'ın ikinci kez göreve gelmesini kimin engelleyebileceği konusu hararetle tartışılıyor. Demokratların yüzündeki (önceki seçimde sıkça görülen) kendinden emin ve Trump karşıtı alaycı gülüş, bu sefer yerini gergin bir bekleyişe bırakmış görünüyor.
İlk milyarder ABD başkanı: Trump
Anne tarafından İskoçya, baba tarafından Almanya kökenli bir ailede dünyaya gelen Donald Trump, milyarder bir iş adamı ve TV yıldızı olarak 2015 yılında ABD başkan adayı olma planını açıkladığında, bunu çok az kişi ciddiye almıştı. Aslında Trump'ın ABD başkanı olmak istediğine dair spekülasyonlar çok eskiye dayanıyordu. Daha 1987 yılında gazetelerde bu konuda haberler çıkmış ve Trump o zaman yaptığı açıklamada “Hayır aday değilim, ama aday olursam kazanırım” demişti. Daha sonra fikrini değiştiren Trump, 2000 yılındaki başkanlık seçimleri için Reform Partisi'nden aday adayı olup sonra geri çekilmişti. 2004 seçimleri için adaylığı ciddi olarak düşündüğünü açıklamış ve sonra yine vazgeçmişti. 2012 seçimlerinden önce de bazı girişimleri olmuştu.
Bu yüzden, ABD başkanı olması bir yana, 2016 seçimleri için Cumhuriyetçi Parti'nin adayı olması bile pek ihtimal dahilinde görülmüyordu. 16 aday adayını saf dışı bırakarak Cumhuriyetçilerin adayı olmayı başarması, ciddi bir sürpriz olmuştu. Askerî ya da idari bir deneyimi bulunmayan bir milyarder olarak Hillary Clinton'ı yenip Amerikan başkanlığı koltuğuna oturduğunda ise pek çok kişi neredeyse gözlerine inanamıyordu.
İlk başkanlık dönemi boyunca skandallar ve sansasyonel haberlerle gündemden hiç düşmeyen Donald Trump, ikinci dönem adaylığı için hazırlıklarını uzun zamandır sürdürüyor. Hatta 2020 seçimlerine katılmak için gerekli evrakları 2017'nin Ocak ayında, başkanlık yemini ettiği günün hemen ardından ilgili makamlara sunmuş birisi olarak, şimdiden Demokrat Parti'ye mesaj gönderiyor: “Haydi karşıma birini çıkarın artık. Nasıl olsa onu yeneceğim”.
Her ne kadar bazı çevreler Cumhuriyetçi Parti içinden Trump'ın karşısına ciddi rakipler çıkacağını iddia etse de, şimdilik Trump dışında adaylığını açıklayan sadece bir kişi bulunuyor. O da 2016 seçimlerine Liberteryen Parti'nin başkan yardımcısı adayı olarak katılmış olan eski Massachusetts valisi Bill Weld. Weld başkan aday adaylığını ilan ettiği hafta CNN'de katıldığı programda Donald Trump'ın “Amerikan halkını aşağıladığını ve yüksek mevkiinin sorumluluğunu taşıyamayacak seviyede dengesiz olduğunu” söyleyecek kadar Trump karşıtı. Fakat kürtaj hakkı, eşcinsel evliliği ve esrarın yasallaştırılması gibi bir çok konuda Cumhuriyetçilerin geleneksel tutumlarıyla çatıştığı için, Weld'in aday olması pek muhtemel görünmüyor. Dolayısıyla Trump'ın Cumhuriyetçi Parti'den adaylığının önünde henüz kayda değer bir engel bulunmadığını söylemek mümkün.
Demokratlarda adaylık yarışı kalabalık
Başkanlık seçimlerine bir yıldan daha uzun bir süre var ve Demokratların Trump'ın karşısına hangi adayla çıkacaklarına dair mücadelesi de bütün hızıyla devam ediyor. Barack Obama döneminde sekiz yıl başkan yardımcılığı yapan ve şu anda Demokrat Parti yarışında önde görünen Joe Biden ile 2016 Başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton'la Demokrat Parti'nin adaylığı için çekişen Bernie Sanders dışındaki 22 aday adayı, şimdilik Washington çevreleri dışında çok bilinen isimler değil.
Fakat Demokrat aday adaylarının çok geniş bir yelpazeye yayıldığını söylemek mümkün. İçlerinde bir ruhani danışman ve yazar (Marianne Williamson), eşcinsel olduğunu ilan eden bir belediye başkanı (Pete Buttigieg), Irak'ta görev yapmış Hindu bir eski asker (Tulsi Gabbard), bir teknoloji girişimcisi (Andrew Yang) ve çeşitli eyaletlerde görev yapan/yapmış valiler, belediye başkanları ve senatörler bulunuyor. Şimdiden ABD tarihinin en fazla kadın aday adayının (altı kişi) yarıştığını söylemek mümkün.
Bu adayların birçok farklı alanda ilginç seçim vaatleri bulunuyor. Bazıları epey popülist ve hatta ütopik olmakla eleştirilen bu vaatlerin bir kısmı şu şekilde: 18-64 yaşları arasındaki tüm ABD vatandaşlarına karşılıksız olarak her ay bin dolar vermek (Andrew Yang), halihazırda toplam 1,6 trilyon doları bulan öğrenci borçlarının tamamını kişilerin gelir düzeyine bakmaksızın silmek (Bernie Sanders ve Wayne Messam), kamu üniversitelerindeki öğrenim ücretlerini sıfırlamak (Elizabeth Warren), esrar kullanımını yasal hale getirmek (Beto O'Rourke), kölelik tazminat planı çerçevesinde 10 yıl içinde Afrika kökenli Amerikalılara 100 milyar dolar ödemek (Marianne Williamson), her bebeğe doğumda bin dolar değerinde ve sonraki yıllarda ailenin durumuna göre artan “bebek tahvilleri” vermek (Cory Booker), silah kullanımını sıkı denetime almak ve saldırı silahlarını yasaklamak (Kamala Harris, Eric Swalwell ve John Hickenlooper), madde bağımlılığı ve ruh sağlığı mücadelesi için 100 milyar dolarlık program hazırlamak (Amy Klobuchar), 2045/2050 yılına kadar sera gazı emisyonlarını sıfıra indirmek (Jay Inslee ve Joe Biden), ihmal edilmiş bölgelerde yolları, köprüleri ve su sistemlerini yeniden inşa etmek için 2 trilyon dolarlık altyapı planı hazırlamak (John Delaney), büyük bir hızla artan depresyon, anksiyete ve duygusal sorunlarla mücadele etmek (Andrew Yang).
Demokratların Trump karşıtlığı ön planda
Demokrat Parti aday adaylarının ortak özelliği, hepsinin de keskin bir şekilde Trump karşıtı olmaları. Daha önceki seçimin propaganda döneminde Hillary Clinton da Trump eleştirisini ön plana çıkarmış ve Amerikan halkını Trump'ın ne kadar kötü bir kişi olduğuna ikna etmeye çalışmıştı. Bu sefer de benzer bir durum yaşanıyor. Mesela Demokrat Parti adaylığı için en popüler isim olan Joe Biden da şimdilik benzer bir strateji yürütüyor. Başkanlık iddiasını ilan ettiği ilk videoda, seçilirse neler yapacağından daha çok, Trump'ın Amerika için ne kadar tehlikeli biri olduğunu anlatıyor ve şöyle diyor: “Bu ülkenin ruhunu savunmak için bir savaş veriyoruz. Eğer Donald Trump'a Beyaz Saray'da sekiz yıl verirsek, o bu ulusun karakterini sonsuza dek ve kökten bir şekilde değiştirecek. Ve ben bir kenarda bekleyip, bunun gerçekleşmesini izleyemem. Bu milletin temel değerleri, dünyadaki konumumuz, demokrasimiz -Amerika'yı Amerika yapan her şey- tehlikede. Bu yüzden bugün ABD başkanlığına adaylığımı açıklıyorum”.
Adaylık ilanından çok bir savaş ilanını andıran bu sözlerin ve Trump'ın Amerikan halkının gözünde şeytanlaştırılması stratejisinin bu sefer işe yarayıp yaramayacağını zaman gösterecek. Trump zaten bu üsluba yabancı değil ve aynı şekilde karşılık vereceğini hemen belli etti. Başkanlığı boyunca neredeyse temel iletişim aracı olarak kullandığı Twitter hesabından Joe Biden'ın bu videosuna karşı yaptığı açıklama, seçim kampanyası sürecinin bu düzlemde gitmesinden memnuniyet duyacağını gösteriyor: “Yarışa hoş geldin Uykucu Joe. Umarım [Demokratlar arasındaki] ilk kampanya döneminde başarılı olmanı sağlayacak zekaya sahipsindir (ki bundan uzun zamandır şüphe duyuyorum). Mücadelen çok pis olacak. Çünkü gerçekten hastalıklı ve bunamış insanlara has fikirleri olan kişilerle uğraşacaksın. Eğer başarabilirsen, seninle başlama çizgisinde görüşeceğim!”
2020 seçimlerinde Trump'ın “kolay lokma” olmayacağı, yapılan çeşitli kamuoyu araştırmalarındaki artan desteğinden de anlaşılıyor. Örneğin Washington Post için yapılan 1 Temmuz tarihli kamuoyu araştırmasına göre, kamuoyunun Trump'ın yürüttüğü politikalara verdiği destek, başkanlık döneminin en yüksek seviyesinde. Bu politikalar içinde açık ara en büyük desteği alan ise Trump'ın ekonomi politikaları. Bunu vergi, dış politika, göç ve sağlık politikaları izliyor. Buna rağmen, aynı kamuoyu araştırmasında, Trump'ın muhtemel Demokrat adaylar karşısında oy bakımından geride kaldığı görülüyor. Demokrat aday adayları içinde ise yüzde 29 destekle Joe Biden'ın avantajlı konumda olduğu ve onu yüzde 23'le Bernie Sanders'ın takip ettiği görülüyor.
Elbette seçimlere epey uzun bir süre var. Demokrat Parti'nin en uygun adayı bulma çalışmalarının kendi içinde büyük bir çekişmeye sahne olacağını söylemek mümkün. Donald Trump'ın Cumhuriyetçi Parti adayı olması ise eğer çok ciddi bir skandal ya da kriz gibi öngörülemeyen bir gelişme yaşanmazsa en muhtemel senaryo.
Hem dünya genelinde hem de ABD özelinde değişimin son yıllarda oldukça hızlı yaşandığı göz önünde bulundurulacak olursa, 2020 ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarını net bir şekilde kestirmek henüz pek mümkün görünmüyor. Ama şurası kesin ki Trump'ı ve ABD siyasetini hareketli günler bekliyor. Trump'ın 2016 seçimlerinden sonra izlediği politikalarla birlikte yaşanan çalkantılarda da görüldüğü üzere, seçimin sonuçları bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor.
[Doktora çalışmalarını İngiltere Warwick Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde tamamlayan Dr. Oğuzhan Yanarışık Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesidir] | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/trump-ve-digerleri-2020-abd-baskanlik-secimleri/1529066 | 4,503 | 9,350 |
Türk dünyası askeri jeopolitiğinde 'SİHA' faktörü
Türkiye'nin geliştirdiği milli SİHA'ların soydaş ülkelere ihraç edilmesi, hatta Azerbaycan örneğinde görüldüğü üzere söz konusu ihraç portföyünün doktrin transferi ve kapasite inşasına uzanması yeni açılım olanakları da sağlıyor.
İstanbul
Dr. Can Kasapoğlu, Türkiye'nin geliştirdiği milli silahlı insansız hava araçlarının (SİHA) Orta Asya Türk cumhuriyetlerine ihraç edilmesinin Türk dünyası askeri jeopolitiği için ne ifade ettiğini AA Analiz'e değerlendirdi:
Askeri bilimlerin ve jeopolitiğin doğası, somut verilerle desteklenen soğuk bir gerçekçiliğe dayanır. Bu nedenle, bu makalenin başlığını oluşturan "Türk Dünyası askeri jeopolitiği" kavramı, Karabağ Savaşı'na kadar belki de sadece heyecan verici, romantik bir idealden ibaretti. Zira önümüzde, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin envanterlerindeki Sovyet-Rus silah sistemleri baskısı, ilgili devletlerin güvenlik elitinin Sovyet-Rus kurumları ve stratejik kültürü ile yetişmiş olması gibi ciddi engeller bulunmaktaydı.
Türk Dünyası askeri jeopolitiği" kavramı artık romantik bir idealin ötesine geçti ve SİHA satışları burada kritik roller oynayabilir.
Oysa son dönemde, dikkatle izlediğimiz bir savunma teknolojileri trendi, bu katı ve soğuk gerçeği değiştirme potansiyeli taşıyor. Türkiye'nin geliştirdiği milli SİHA'ların soydaş ülkelere ihraç edilmesi, hatta Azerbaycan örneğinde görüldüğü üzere, söz konusu ihraç portföyünün doktrin transferi ve kapasite inşasına uzanması yeni açılım olanakları da sağlıyor. Üstelik bu vizyon, Karabağ Savaşı'nın askeri kazanımları ile "iki devlet bir millet" ifadesini bir slogan olmanın ötesine taşıdı. Türkiye-Azerbaycan stratejik ittifakı on yıllar boyu mevzilerini tutmak için teçhiz edilen Ermeni tahkimatını, Bakü'nün milli topraklarından sökmeyi başardı. Baykar'ın Teknoloji Lideri Selçuk Bayraktar'ın, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev tarafından Karabağ Nişanı ile taltif edilmesi, "Türk Dünyası askeri jeopolitiği" kavramının artık bir romantik idealin ötesinde, siyasi-askeri bir gerçeklik olduğunu ilan etti.
Türkiye, Türk cumhuriyetlerine sadece gelişmiş silahlar değil, geleceğin askeri paradigmasını da aktarıyor.
2021 Şuşa Deklarasyonu ise Türkiye'nin, Azerbaycan için bir savunma sanayii inşa edilmesi ve teknoloji transferini de içeren kapsamlı bir modernizasyon programını ortaya koyacağını göstermekteydi.
"Zamanın ruhu" ve robotik harp teknolojileri
Elbette, Türk cumhuriyetlerinde Sovyet-Rus silah sistemleri ile dolu askeri envanterlerin bir gecede değiştiğini ya da değişeceğini söylemek mümkün değil. Orta Asya güvenlik elitinde Sovyet-Rus stratejik kültürünün etkisi de bir gecede kaybolmayacak. Öte yandan, Türkiye'nin soydaş ülkelere SİHA satışları ciddi bir avantajı beraberinde getiriyor. Doğru bir savunma teknolojileri programı ile yönetilirse, insansız sistemler, "zamanın ruhunu" (zeitgeist) yansıtıyor. Kazakistan'a TUSAŞ yapımı [1] Anka, Türkmenistan ve Azerbaycan'a Baykar tarafından üretilen Bayraktar TB-2 satışları bu nedenle çok önemli. Basına yansıyan haberler, Kırgızistan'ın da Bayraktar TB-2'nin müşterileri arasına girdiğini gösteriyor. Yine Türk Dünyası ile "özel" bağları bulunan ve Türk Konseyinin gözlemci üyesi olan Macaristan'ın da Türkiye'nin bir diğer SİHA çözümü olan Vestel Karayel ile yakından ilgilendiğini, bu alımın yakında gerçekleşmesinin muhtemel olduğunu belirtelim. [2]
Mevcut savunma teknolojileri trendlerinde, SİHA'ların da dahil olduğu robotik harp çözümlerinin dikkat çekici bir yeri var. NATO'nun 2030 vizyonu [3] ile ortaya koyduğu üzere, otonomi ve yapay zeka tabanlı sistemler geleceğin harekat ortamında temel belirleyenler arasında olacak. Yapay zeka ve otonomi ise insansız sistemlerin geleceğindeki en kritik faktörler. Yani Türkiye, Türk cumhuriyetlerine sadece gelişmiş silahlar değil, geleceğin askeri paradigmasını da aktarıyor.
Konuşulan silah sistemleri
İnsansız sistemler kendilerini satın alan ülkeleri ne yenilmez yapacak sihirli bir değnek ne de küçümsenebilecek bir kabiliyet. SİHA'lar esasen, doğru harekat tasarısıyla kullanıldığında, özellikle elektromanyetik spektrumda zafiyet gösteren ve enformasyon üstünlüğü sağlayamayan düşman birlikleri karşısında çok yıkıcı olabilen silah sistemleri. Yani, Türk robotik harp sistemleri kadar Türk robotik harp konseptleri üzerinde konuşmak gerekiyor.
2. Karabağ Savaşı ile Türkiye'nin SİHA yetenekleriyle ilgili en dikkati çekici hususlardan biri de harp sahasındaki sonuçların ardından sürüklemeye başladığı uluslararası literatür oldu. Örneğin, İsrail hava&füze savunma sistemlerinin mimarlarından olan Dr. Uzi Rubin, BESA Center tarafından yayımlanan raporunda [4], Karabağ deneyiminin, "harp tarihinde ilk kez insansız sistemlerin öncülük ettiği hava gücünün kazandığı savaş" olduğunu belirtiyor. Rubin, Azerbaycan envanterindeki SİHA'ların, ağ-merkezli harekat hususunda zafiyet gösteren Ermeni hava savunma sistemlerine karşı büyük bir başarı elde ettiğinin altını çiziyor.
Francis Fukuyama [5] Türkiye'nin geliştirdiği SİHA harekat tasarısının, 2020'de Suriye Esed rejimi silahlı kuvvetlerinin İdlib taarruzunu durdurduğunu, Karabağ Savaşı'nda Türk drone yeteneklerinin başarıyla kullanılmasının Ermeni işgal güçlerine 200 kadar ana muharebe tankı ve 180 parça top ve ÇNRA gibi yüksek bir zayiat verdirdiğini vurguluyor. The National Interest tarafından [6] 2021 yılı başında çevrimiçi yayımlanan bir diğer değerlendirme, olası bir Yunanistan-Türkiye savaşında, Yunan zırhlı birliklerinin Türk SİHA'ları karşısında ciddi zorluklarla karşılaşacağının altını çiziyor.
Karabağ Savaşı devam ederken, Ermeni zırhlı platformlarının ağır kayıplar vermesi, SİHA'ların yoğun kullanıldığı harp sahalarında zırhlı araçların geleceğine ilişkin bir tartışma dahi başlamıştı. Birleşik Krallık düşünce kuruluşu Kraliyet Silahlı Kuvvetler Enstitüsü (RUSI) tarafından yayımlanan Dr. Jack Watling imzalı analiz [7], SİHA'lar "tankların sonu" anlamına gelmese de 21. yüzyıl silahlı çatışmalarında elektronik harp yetenekleri ile korunmayan, durumsal farkındalığı sınırlı, alçak irtifa hava savunma sistemlerinden mahrum zırhlı ve mekanize unsurların giderek daha kırılgan hale geleceğini belirtiyordu.
Gelecek ne getirecek?
SİHA kabiliyetine temkinli yaklaşanlar, söz konusu platformların piyade unsurları ya da mekanize birlikler gibi araziyi doğrudan kontrol etme, bir mıntıkayı işgal edebilme kısıtlılıkları üzerinde duruyorlar. Bir diğer analitik şerh ise, SİHA'ların, elektronik harp yetenekleri gelişmiş bir aktör karşısında ne yapabileceği sorusu etrafında şekillenebilir. Tüm bu kuşkular belirli parametreler çerçevesinde haklılık payı da içeriyor.
Bununla birlikte, Türkiye'nin SİHA kabiliyetinin somut jeopolitik sonuçları da inkar edilemez. Türk insansız sistemleri olmasaydı, Kafkasya'da Azerbaycan'ın on yıllardır işgal altında olan milli topraklarını geri kazanmak, Libya'da Trablus yönetimini Hafter güçlerine yem olmaktan kurtarmak, Bahar Kalkanı Harekatı ile Suriye topraklarına insanlı uçak ve büyük manevra birlikleri sokmadan Suriye Esed rejimi silahlı kuvvetlerine büyük zayiat verdirmek mümkün olmayacaktı.
Türkiye'nin insansız sistemler çözümleri Ankara'ya, Türk soylu ülkelerin savunma ve yüksek teknoloji kapasitelerine ulaşmak için önemli bir anahtar sunuyor. Kırgızistan-Tacikistan sınır çatışmaları gibi parlama noktaları, Ermenistan Silahlı Kuvvetleri içindeki radikal unsurların hem Karabağ'daki yeni statükoya hem de Paşinyan yönetimine düşmanlıkları, ABD'nin çekilmesini müteakip Afganistan kaynaklı tehdit ortamı ve daha birçok bölgesel risk faktörü, Türk SİHA'larının önünde geniş bir faaliyet sahası olduğunu gösteriyor.
Türkiye-Azerbaycan stratejik iş birliğinin, 2010 Antlaşması ile askeri ittifaka, 2021 Şuşa Deklarasyonu ile de savunma entegrasyonuna evrildiği modelin hemen yarın tüm Orta Asya için geçerli olacağını söylemek zor. Öte yandan, "Türk Dünyası askeri jeopolitiği" kavramı da artık romantik bir idealin ötesine geçti ve SİHA satışları burada kritik roller oynayabilir.
[1] (2021). Milli İHA ANKA'dan Kazakistan'a ihracat başarısı, Anadolu Ajansı
[2] (2021). Macar basını, Türk SİHA'larının Macaristan'da teste girdiğini yazdı, Anadolu Ajansı
[3] NATO. (2021). Emerging and disruptive technologies
[4] Rubin, U. (2020). The Second Nagorno-Karabakh War: A Milestone in Military Affairs, The Begin-Sadat Center for Strategic Studies Bar-Ilan University
[5] Fukuyama, F. (2021). Droning On in the Middle East, American Purpose
[6] Suciu, P. (2021). Could Greek Tanks Stand Against Turkish Armed Drones?, Ths National Interest
[7] Watling, J. (2020). The Key to Armenia's Tank Losses: The Sensors, Not the Shooters, RUSI
[Dr. Can Kasapoğlu EDAM Güvenlik ve Savunma Programı Direktörüdür. Dr. Kasapoğlu, ayrıca ABD merkezli düşünce kuruluşu Jamestown Foundation bünyesinde Avrasya Bölgesi Askeri Meseleleri analisti olarak çalışmalarını sürdürmektedir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turk-dunyasi-askeri-jeopolitiginde-siha-faktoru/2434467 | 4,248 | 9,039 |
Türkiye-Libya anlaşmasının hukuki ve stratejik boyutları
Türkiye, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğini değiştirecek, stratejik ve tarihsel süreçte oyun değiştirici bir hamle anlamına gelen Libya anlaşmasıyla bölgede yeni bir hukuki ve ekonomik inisiyatif almış ve Akdeniz satrancında "şah-mat" yapmıştır.
İstanbul
Son çeyrek yüzyılda sondaj teknolojilerindeki ilerlemeye bağlı olarak Doğu Akdeniz'de hidrokarbon enerji kaynaklarının keşif ve üretim faaliyetlerin artması, uluslararası hukuk açısından kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının tespiti ve sınırlandırılması sorunlarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanları geniş anlamda ele alındığında, karasuları bağlamında dikkat çekici bir anlaşmazlık olmamasına karşın, esas meselenin kıta sahanlıklarının ve münhasır ekonomik bölge (MEB) alanlarının tespitinde cereyan ettiği görülüyor.
Libya anlaşmasıyla Türkiye'nin bölge ülkeleriyle anlaşma yapamadığı konusundaki hipotez de yıkılmış ve Mısır-Lübnan-Suriye-İsrail sektörlerinde de yeni uzlaşı zeminlerine basamak teşkil edilmiştir. Böylece, Türkiye'nin hukuki ve siyasi açıdan Doğu Akdeniz'de dışlanmasının hukuken ve fiilen mümkün olmayacağı gerçeği açıkça ortaya konulmuştur.
Hukuk tekniği bağlamından “deniz yetki alanı ilanı”, bir diğer komşu devletle bağlantısı olmayan bir deniz alanında, kıyı devletinin karasuları, bitişik bölge veya MEB'inin dış sınırının tek taraflı olarak ilanıdır. Buna mukabil “deniz yetki alanı sınırlandırılması” ise iki veya daha fazla devletin, sahip oldukları ya da ilan ettikleri deniz yetki alanlarının, diğer sahildar devletin deniz yetki alanları ile çakıştığı bölgedeki deniz alanının bir anlaşma ile sınırlandırılmasıdır.
Doğu Akdeniz'e kıyıdaş ülkeler arasında, bahsi geçen konularda henüz tam bir mutabakat bulunmuyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) kendisini Kıbrıs'taki tek yetkili devlet sayıyor. Batıda Yunanistan, Doğu Akdeniz'de GKRY, Libya, Mısır, Suriye, Lübnan ve İsrail MEB ilanında bulundular. Fakat en başta, Yunanistan-GKRY ikilisinin sahada ABD ve AB'nin desteğini alarak bölgedeki sahildar ülkelerle akdettiği MEB anlaşmalarının, sahildar devlet statüsündeki Türkiye ve KKTC'nin uluslararası hukuki haklarının yok sayıldığı Doğu Akdeniz Gaz Forumu'nun hukuka ve hakkaniyete uygun olmadığı için muteberlik arz etmediği belirtilmelidir.
Bölgedeki doğal gaz rezervlerinin 122 trilyon metreküp olduğu tahmin ediliyor. İsrail ve Mısır'ın gaz üretimlerine ilaveten GKRY'nin sondaj faaliyetleri, bölgede stratejik güvenlik kavramını ön plana çıkarırken, Kıbrıs adası bölge dışı ülkeler için cezbedici bir statüye yükselmiştir. Tam bu noktada, Türkiye-Libya anlaşması bölgede kurgulanan uluslararası hukuka aykırı siyasal içerikli girişimlerin çökmesine neden olmuştur.
Büyük güçlerin bölgesel rekabeti ve askeri tırmanma tehlikesi
AB'nin artan enerji ihtiyacı, Brüksel'in bölgeye olan ekonomik, hukuki ve siyasal ilgisini artırıyor. AB GKRY ve Yunanistan'ın hakkaniyete uygun olmayan MEB iddialarının da arkasında duruyor. Öte yandan, Arap Baharı'nın ve Suriye iç savaşının yol açtığı istikrarsızlık ve küresel güçlerin rekabet ve mücadelesinin oluşturduğu farklı bloklaşmalar, bölge ülkeleri arasında ekonomik işbirliği yerine gerginlik ve silahlanma faaliyetlerinde daha büyük bir hareketlenmeyi tetikledi. İsrail GKRY ve Yunanistan ile enerji, savunma, dış politika ve ekonomi konularında işbirliğine gidiyor. Doğu Akdeniz'de Türkiye'ye karşı ABD-İsrail tarafından kurulan GKRY-Yunanistan-Mısır bloğuna Suudi Arabistan da resmen dâhil olmuş durumda. Suud rejimi GKRY'ye tarihte ilk kez bakan düzeyinde temsilci göndererek “Türkiye'ye karşı birlik” mesajı verdi.
Deniz alanlarındaki enerji kaynağı keşiflerinin ülkelerin ekonomilerine ve jeopolitik konumlarına katacağı katkılar göz önüne alındığında, Doğu Akdeniz'de uluslararası hukuka saygı duymaktan veya uygun davranmaktan çok, “askeri güç temelli savaş diplomasisi" (gunboat diplomacy) seçeneğinin ön planda olduğu söylenebilir. Rusya'nın Akdeniz'e yerleşmesine ve Çin'in "Modern İpek Yolu Projesi" dahilinde yapıcı bir tarzda Akdeniz'de bölge ülkeleriyle ilişkilerinin artış göstermesi karşısında ABD ve AB'nin mukabil denge arayışları, sahada Kıbrıs adası üzerindeki baskıların artmasına sebep oluyor. Rusya-Çin-İran'ı dengelemeyi amaç edinen ABD-AB'nin Körfez ülkeleri ve İsrail-Yunanistan-GKRY üçlüsüyle icra ettiği yoğun askeri tatbikatlardaki artışa bağlı olarak Akdeniz Bölgesi, adeta “ilan edilmemiş bir savaşın beşiği” haline doğru sürükleniyor. Diğer bir ifadeyle, Akdeniz'de üstünlük kurma rekabeti, "Büyük Güçler"in Soğuk Savaş sürecinde oynadıkları satrançtaki gibi bir “şah-mat meselesi” haline dönüşüyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı Enerji Kaynakları Birimi Müsteşar Yardımcısı John McCarrick “ABD Rusya'dan başlayıp Karadeniz üzerinden Türkiye'ye aktarılması planlanan 'Türk Akımı' ve Baltık Denizi altından Rusya'dan Almanya'ya doğal gaz gönderilmesini planlayan 'Kuzey Akımı-2' doğal gaz boru hattı projelerine karşıdır” açıklamasında bulunmuştu. Washington'ın (envanterinde Girit adasında Rus yapımı S-300 füzeleri bulunan) Yunanistan'a Patriot füzeleri satmasına rağmen, aynı silahları NATO müttefiki Türkiye'ye vermemesi karşısında, Ankara sürpriz şekilde Rusya'dan S-400 hava savunma sistemlerini tedarik etmişti. Ankara'ya siyasi ve ekonomik anlamda cezai yaklaşım sergileyen ABD Temsilciler Meclisi GKRY'ye 32 yıldır uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasını düzenleyen yasayı kabul etmişti. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de doğal gaz aramasının “kabul edilemez” olduğunu ileri sürmüştü. Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis de soruna çözüm için Washington'dan ağırlığını koymasını talep etmişti. AB ise GKRY'nin Türkiye ve KKTC'nin hak ve menfaatlerini yok sayarak bölgeyi parsellere ayırarak çeşitli şirketlere arama ruhsatı verme girişimini desteklemişti. Artan gerilimle, GKRY lideri Nikos Anastasiadis Kıbrıs'ta doğalgaz sondaj çalışmaları başlatan Türkiye'yi BM'ye şikâyet ederken, ABD ve AB de GKRY'nin Türkiye'ye karşı İsrail ve bazı Avrupa ülkeleriyle yaptığı gaz ortaklığının yanında olmuştu. Bölgede, İsrail'in Rumlarla yakınlaşmasına destek veren ABD ve doğrudan enerji pazarlıklarına dâhil olan AB'den de destek görmeyen Türkiye ise Deniz Kuvvetleri'nin korumasında doğrudan yürüttüğü sondaj ve arama faaliyetleriyle kendi yolunu çizmeyi tercih ediyor.
Libya-Türkiye deniz yetki alanları mutabakat muhtırasının hukuki arka planı
Türkiye sondaj ve arama faaliyetleri hamlesinin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Libya Ulusal Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayiz es-Serrac arasında 27 Kasım 2019'da Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası'nı imzaladı. TBMM de bu anlaşmayı onayladı ve Libya'nın onayını müteakiben BM Sözleşmesi'nin 102. maddesi uyarınca taraflar anlaşma metnini Birleşmiş Milletler'e tebliğ edeceklerdir. Türkiye, esasen Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğini değiştirecek, stratejik ve tarihsel süreçte oyun değiştirici bir hamle anlamına gelen Türkiye-Libya anlaşmasıyla, bölgede yeni bir hukuki ve ekonomik inisiyatif almıştır. Yukarıda bahsedilen Akdeniz satranç oyununda Ankara "şah-mat" yapmıştır. Anlaşma sayesinde, Türkiye'nin bölge ülkeleriyle anlaşma yapamadığı konusundaki hipotez de yıkılmış ve Mısır-Lübnan-Suriye-İsrail sektörlerinde de yeni uzlaşı zeminlerine basamak teşkil edilmiştir. Böylece, Türkiye'nin hukuki ve siyasi açıdan Doğu Akdeniz'de dışlanmasının hukuken ve fiilen mümkün olmayacağı gerçeği açıkça ortaya konulmuştur.
Doğu Akdeniz'deki deniz alanlarının sınırlandırılması meselesi, sınırlandırma esnasında dikkate alınmayı gerektiren kendine özgü (unique) “özel durumları/özellikleri" (faktörleri) bünyesinde barındırıyor. Bilindiği üzere, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) devletlerin deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ve denizlerin yer altı ve su üstü kaynaklarının kullanımında, adil ve hakkaniyete uygun bir paylaşım anlayışı içinde yapılmasını öngörüyor. Doğu Akdeniz'de yaşanmakta olan MEB anlaşmazlıklarının temelinde coğrafi koşullar yatmakla beraber, devletlerin uygulamakta oldukları politikalar, BMDHS'de yer alan “hakkaniyet, hakça çözüm, coğrafyanın üstünlüğü, oransallık ve kapatmama” ilkelerini ihlal eder bir şekilde karşımıza çıkıyor. MEB'lerin hukuki rejimi 1982 tarihli BMDHS'nin V. kısım 55-75. maddelerince düzenlenmiştir. BMDHS'nin 57. maddesinde belirtildiği üzere, MEB, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz miliyle sınırlandırılmıştır. Bölgede yer alan kıyıdaş devletlerin karşılıklı kıyı uzunlukları 400 deniz milinden kısa olması nedeniyle, MEB sınırlarının belirlenmesi ancak karşılıklı mutabakatla mümkündür ve adalar MEB üzerinde tam olarak hak sahibi değildir, dolayısıyla egemenlik hakkı ileri süremezler. Kıta sahanlığıyla ilgili ilk dava olan 1969 Kuzey Denizi Davası'nda Uluslararası Adalet Divanı (UAD), sınırlandırmanın örf ve âdet hukukuna göre, “hakkaniyet prensiplerine” uygun bir şekilde ve bütün “ilgili durumlar” dikkate alınarak “anlaşma” ile yapılacağını belirtmiştir.
Yunanistan Girit'ten Meis'e kadar olan bölgedeki alanlarını tek bir sahil şeridi olarak kabul etmektedir. Türkiye ise özetle Doğu Akdeniz'de gerek kıta sahanlığı gerekse MEB sınırlarının öncelikle ana karalar arasında Türkiye, Mısır ve Libya arasında belirlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Uluslararası hukuk bağlamında ele alındığında, GKRY'nin Kıbrıs adasının Akdeniz'de “ana kara” olması hipotezi üzerinden salt “eşit uzaklık” ilkesi hükümleri çerçevesinde akdettiği sınırlandırma anlaşmaları hukuken geçerli değildir. Zira Viyana Anlaşmalar Hukuku açısından GKRY Kıbrıs adasında yaşayan Türk halkını ve egemen bir devlet olarak KKTC'nin eşit haklarını göz ardı edip, hukuki bir yetki aşımı anlamına gelecek şekilde, tek taraflı imza yetkisine sahip değildir. Türkiye ve KKTC anlaşmalara itiraz ederek, Mısır ile yapılan anlaşmanın Türkiye'nin kıta sahanlığı haklarını ihlal ettiği, GKRY'nin ise KKTC tarafının eşitlik haklarını ağır şekilde ihlal ettiği ve bu ihlallerin hakça paylaşım ilkesine aykırı olduğunu bildirmiştir. Zira deniz alanlarının sınırlandırmasında, sahil coğrafyası, özellikle de sahilin genel yapısı büyük önem arz eder. Sınırlandırmada büyük ölçüde belirleyici olan, sahil coğrafyasının rolüdür ve iki prensip üzerine kurulur: "Kara denize hakimdir" ve "bu hakimiyetini denizle buluştuğu kıyıları (sahili) vasıtasıyla kurar”. Bu temel ilke ilgili bütün yargı kararlarında (Malta- Libya Davası, Ege Denizi Kıta Sahanlığı Davası, Gine/Gine Bissau Davası) vurgulanmıştır.
Libya-Türkiye Mutabakat Muhtırası'nın stratejik önemi
Söz konusu anlaşmanın Türkiye açısından öncelikli önemi (KKTC ile 2011'de akdedilen anlaşmaya ilaveten) Doğu Akdeniz'de kıyıdaş bir ülkeyle yapılan ikinci deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının hayata geçirilmesiyle, hukuken Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de yeni kıta sahanlığı-MEB sınırlarının çizilmesini teminat altına almasıdır. Yunanistan'ın Girit'ten Meis'e kadar olan bölgedeki alanlarını tek bir sahil şeridi olarak kabul ederek GKRY ve Mısır ile deniz yetki anlaşması imzalaması, büyük ölçüde önemini ve hukuki muteberliğini yitirmiştir. Ankara ise mukabil hamle olarak 2004'te Akdeniz'in batısındaki kıta sahanlığının dış sınırlarını BM'ye bildirmişti. Libya anlaşması bu bakımdan, Türkiye'nin Batı sınırlarının koordinatlarının tescilinin hukuken beyan edilmesinden ibarettir.
Yukarıda özetlendiği üzere, “kapatmama” (non-encroachment) ilkesine göre, Doğu Akdeniz'de en uzun kıyıya sahip olan Türkiye'nin bölgedeki kıyılarının yakınındaki deniz alanının tek başına Yunanistan'a verilmesi, hukuka ve hakkaniyete aykırı siyasi bir tercih olmaktan öteye geçemez. Türkiye bu yeni hukuki hamlesiyle, Yunanistan-GKRY-Mısır üçlüsünün deniz hukuku genel ilkeleri ve BMDHS'ye aykırı olarak ihdas etmeye çalıştığı, Doğu Akdeniz'de 533 deniz mili uzunluğa sahip Anadolu kıyılarını ve KKTC'nin haklarını ağır şekilde ihlal eden sözde MEB hattını Batı ekseninde delmek suretiyle, tarihi bir başarı elde etmiştir. Türkiye'nin Doğu Akdeniz'in en uzun anakara kıyısına sahip olması gerçeği dikkate alındığında, kıyı projeksiyonunun adalarla kesilemeyeceği bir gerçektir.
Üçüncü kritik kazanım, Türkiye anakarasının (dünya coğrafyası üzerindeki eğimli duruşundan yola çıkarak “diyagonal hatların oluşturulması” prensibi gereği) Akdeniz'in karşı kıyısında yer alan Libya sahilleriyle deniz sınır komşusu olması fiilen gerçekleşmiştir. Bu durum, Yunanistan'ın aksine, Türkiye'nin Mısır ve İsrail ile benzeri anlaşmalar yapabilmesinin kapısını aralamıştır. Türkiye Doğu Akdeniz'de kendisini devre dışı bırakacak oldubitti (fait accompli) girişimlerini kabul etmeyeceğini ortaya koymuştur.
Bölgede siyasal iklim aniden ısınmıştır. Yunanistan Türkiye-Libya anlaşmasının BMDHS'ye aykırı olduğunu ve bölgede yer alan Girit, Rodos, Kerpe ve Meis adalarının deniz yetki alanlarını ve dolayısıyla egemenlik haklarını göz ardı ettiği için anlaşmanın hukuki temelden yoksun olduğunu iddia etmektedir. Atina yönetimi ilk diplomatik tepki olarak, uluslararası hukuka ve Viyana Anlaşmalar Sözleşmesi'ne aykırı şekilde, Libya'nın Türkiye ile anlaşma yapma yetkisi bulunmadığından bahisle, görevdeki Libya Büyükelçisi Muhammed Menfi'yi “istenmeyen kişi” (persona non grata) ilan ederek sınır dışı etme kararı almıştır. Atina bu bağlamda, Fayiz es-Serrac'ın tüm Libya adına böyle bir anlaşmaya imza yetkisi olmadığını ileri sürmektedir. Fakat Libya'da halen BM'nin onayladığı yasal hükümetin yönetiminde Fayiz es-Serrac bulunmaktadır. Viyana Anlaşmalar Sözleşmesi'ne göre, BM tarafından tanınmış meşru hükümeti temsilen Fayiz es-Serrac, Libya adına anlaşma yapma yetkisini haiz olup, mevcut anlaşma hukuken geçerlidir.
Yunan Başbakanı Miçotakis ABD'yi ziyaretinde, Washington'ın desteğini arkasına alarak Mısır-Yunanistan MEB sınırlandırma anlaşmasında elini güçlendirmeyi planlamaktadır. AB mevcut sorun hakkında Yunanistan-GKRY ikilisi ile dayanışmasının süreceğini ifade etmiş; Türkiye'yi iyi komşuluk ilişkisi çerçevesinde davranmaya davet ederken, mutabakat metninin açıklanması gerektiğinin altını çizmiştir. GKRY ise uyuşmazlığın çözümü maksadıyla Uluslararası Adalet Divanı'na başvurmaya hazırlandığını beyan etmiştir. Fakat BMDHS'nin 59. maddesine göre, MEB'de sahildar devletin menfaatleriyle bir diğer devletin menfaatlerinin çatışması halinde, bu uyuşmazlık hakkaniyet prensibi ve diğer tüm ilgili şartlar göz önünde tutularak, gerek uluslararası toplumun menfaati gerekse tarafların çıkarları doğrultusunda çözümlenecektir. Kaldı ki NATO'nun 70. yıl Londra zirvesinde Genel Sekreter Jens Stoltenberg, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki sondaj faaliyetleriyle ilgili soru verdiği "NATO'nun rolü uluslararası meselelerde tavır almak değildir” yanıtıyla Atina'nın hamlesini boşa çıkarmıştır.
Sonuç olarak, Akdeniz'de yeni bir süreç için açılan kapının sihirli anahtarını elinde tutan Türkiye'nin, bölgede yeni gerginlikler meydana getirmekten ziyade, tüm kıyıdaş ülkelerin BMDHS'nin ruhuna ve özüne uygun olarak bölgedeki kaynakları adil paylaşmalarını sağlayacak diyalog sürecini başlatmak yolundaki politikasını sürdürmesi beklenebilir.
[Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-libya-anlasmasinin-hukuki-ve-stratejik-boyutlari/1668270 | 7,740 | 15,413 |
Türkiye Libya'da doğu-batı bütünleşmesini sağlayabilir mi?
Libya krizinin başlangıcından itibaren ülkenin iki ayrı güç merkezine ve toplumsal tabanına eşit mesafede yaklaşan Türkiye, son dönem itibarıyla güçlü ilişkilere sahip olduğu ülkenin doğusuyla diplomatik açılıma büyük önem atfediyor
İstanbul
Milli Savunma Üniversitesi'nden Fuat Emir Şefkatli, Türkiye'nin Libya'nın doğusuyla normalleşme adımlarının taraflara kazandıracaklarını AA Analiz için kaleme aldı.
***
Libya 2011'de dönemin Devlet Başkanı Muammer Kaddafi'ye karşı başlatılan ayaklanmanın Şubat Devrimi'ne dönüşmesiyle siyasi, toplumsal ve askeri açıdan yeni bir döneme girdi. Ülke günümüzde de hala donmuş bir çatışma bölgesi olarak adlandırılıyor. Libya'da büyük ölçüde devrim sonrası birbirine rakip siyasi fraksiyonların devrimi sahiplenme girişimi şeklinde başlayan güç mücadelesi, zaman içinde silahlı grupların etkin birer aktör konuma gelmesiyle yerini askeri kamplaşmaya bıraktı. Bu tablonun hayata geçmesinde uluslararası güçlerin tek taraflı politikaları ve Libya'daki krize çözüm üretmek isteyen Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB), NATO gibi devletler üstü mekanizmaların yetersiz kalması da etkili oldu.
Türkiye ise süreç içinde ortaya çıkan bu karmaşık denklem içinde uluslararası hukuk ve dış politika ilkeleri dahilinde ülkenin yeniden barış ve istikrara kavuşması noktasında çözüm yolları arıyor. Öyle ki Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 24 Temmuz'da uluslararası bir medya kuruluşuna verdiği röportajda Libya'nın doğusuyla ilişkilerin oldukça iyi ilerlediğini kaydetti. Bingazi'deki Türkiye Başkonsolosluğu'nun yeniden hizmete açıldığını duyuran Bakan Fidan, Tobruk merkezli Parlamento Başkanı Akile Salih başta olmak üzere Halife Hafter ve oğullarıyla temas içinde olduklarını da sözlerine ekledi.
Doğu ile normalleşme ivme kazanıyor
Bilindiği gibi Türkiye'nin Libya'nın doğusuyla normalleşme adımları, 2021'in son çeyreğinde atıldı. Bu anlamda, Türkiye'nin Libya'nın doğu bölgesi Sirenayka'ya yönelik açılımı gündeme aldığı dönem, 2021'in Aralık ayında düzenlenmesi planlanan başkanlık seçimlerinin iptal edilmesiyle birlikte siyasi çıkmaza girilen bir döneme karşılık geliyordu. Bu tarihler içinde, Libya Parlamentosu'ndan bir heyetin Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) yaptığı resmi ziyaretleri dönemin Libya Türkiye Büyükelçisi Kenan Yılmaz'ın Akile Salih'e olan ziyareti izledi. Ancak ilişkilerin olumlu yönde kırılma noktası, Akile Salih'in 2022'nin Temmuz ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kabul edilmesi oldu.
Libya krizinin başlangıcından itibaren ülkenin iki ayrı güç merkezine ve toplumsal tabanına eşit mesafede yaklaşan Türkiye, son dönem itibarıyla tarihi ve kültürel açıdan güçlü ilişkilere sahip olduğu ülkenin doğusuyla diplomatik açılıma büyük önem atfediyor. Ancak Türkiye, Libya'nın doğusuyla artan temaslarının yanında Başbakan Abdulhamid Dibeybe liderliğindeki Milli Birlik Hükümeti (MBH) ve batıdaki kurumlarla sahip olduğu ilişkileri de muhafaza etmeyi hedefliyor.
Birleştirici ve çözüm odaklı retorik
Türkiye'nin son dönemde söylem ve ziyaretler bazında geliştirdiği bütünleştirici retorik ve politika tercihleri, Libya'daki gergin atmosferi diplomatik zemine kaydırmaya yönelik ciddi bir çaba şeklinde okunabilir. Çünkü doğu ve batı arasındaki meşruiyet krizi, parçalı güvenlik bürokrasisi ve yönetişim krizleri ile kapsayıcı çözümlerin gündeme alınmasında güçlü bir engel teşkil ediyor.
Buna karşın Türkiye tarafından oluşturulmaya çalışılan müzakere kanalları, üç alt başlık üzerinden hem Libya hem de Türkiye nezdinde orta-uzun vadede belli kazanımları içinde barındırıyor. Bunlardan ilki, Bakan Fidan'ın röportajında vurguladığı gibi Türkiye'nin doğuyla geliştirdiği ilişkileri doğu-batı bütünleşmesi ve entegrasyonuna yönelik kullanma yönündeki motivasyonu ve niyeti.
Libya'da seçimlerin düzenlenmesi ve demokratik geçişin sağlanması noktasında yalnız yerel unsurlarla değil Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar'la görüşen Türkiye'nin istikrar ve barışın tesis edilmesi için diplomatik çabalarını artırması Libya'da yeniden çatışma ortamını engelleyeceği gibi uzun vadede ülkenin birliğini güçlendirebilir. Bu durumun Türkiye açısından gerek mevcut kazanımların korunması gerekse ileriye dönük potansiyel faydalara ulaşılmasında etkili bir politika tercihi olduğunu söylemek gerekir.
Bundan hareketle ikinci husus, Libya'nın her iki bölgesiyle de derin tarihi, kültürel ve ekonomik ilişkilere sahip Türkiye'nin batıdaki nüfuzunu doğuya taşımasıyla Doğu Akdeniz'deki yani Mavi Vatan'daki çıkarlarını ve ticari kazanımlarını güvence altına alacak olmasıdır. Böyle bir senaryoda, geçmişte Türkiye'nin 2020'deki Deniz Yetkilendirme ve 2022'deki Hidrokarbon anlaşmalarına görece karşı olan doğudaki siyasi iklimin tamamen değiştirilmesi söz konusu olabilir. Her ne kadar ilgili anlaşmalar uluslararası hukuk ve meşruluk bakımından sağlam bir zemine otursa da bu anlaşmalara yönelik Parlamento ve Hafter kanadının dolaylı rızasının alınması Doğu Akdeniz jeopolitiğinde Türkiye-Libya müttefiklik ilişkisini güçlendirebilir.
Diğer taraftan, Türkiye'nin Libya'nın doğusuyla normalleşmesi daha geniş tabanlı ve kurumsal bir çizgiye oturduğunda Parlamentoya bağlı Libya Kalkınma ve Yeniden Yapılanma Fonu üzerinden Türk şirketleriyle yapılan anlaşmaların ciddi miktarda artış göstermesi oldukça muhtemeldir. Bu olası tablonun Türkiye'ye sağlayacağı ticari faydalar kritik öneme sahiptir.
Son olarak, Türkiye'nin ülkenin batısındaki askeri varlığı 2020 sonrası küçük çaplı çatışmaların geniş ölçekli iç savaşa dönüşmemesinde caydırıcılık görevi gördü. Türkiye'nin eğitim ve danışmanlık üzerine kurulu askeri misyonu, doğu-batı arasındaki askeri kamplaşmanın da ötesinde batıdaki parçalı güvenlik bürokrasisini de dengede tuttu. Gelinen noktada Libya'nın doğusuyla yürütülen üst seviye diplomatik temaslar, geçmişte doğu merkezli kamuoyu ve medya kuruluşları tarafından Türkiye'nin askeri varlığına yönelik geliştirilen olumsuz anlatının da kırılmasına ön ayak olabilir. Aynı zamanda devam eden süreç, demokratik bir yapı kurulana kadar geçen sürede askeri yapılanma ve angajmanların planlanmasında Türkiye'ye önemli bir zaman kazandırabilir.
[Fuat Emir Şefkatli Milli Savunma Üniversitesi doktora adayıdır.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-libya-da-dogu-bati-butunlesmesini-saglayabilir-mi/3292007 | 3,172 | 6,529 |
Türkiye-Somali ilişkilerinde enerji işbirliği: MTA Oruç Reis Afrika sularında
Türkiye ve Somali arasında yapılan işbirliği, yalnızca Türkiye'nin Afrika kıtasındaki stratejik konumunu güçlendirmekle kalmıyor aynı zamanda Somali'nin ekonomik bağımsızlık ve istikrar sağlama potansiyelini de artırıyor.
İstanbul
ORSAM Kuzey Afrika Koordinatörü Dr. Kaan Devecioğlu, Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisinin eylülde Somali'ye doğal gaz ve petrol aramak üzere gitmesini ve bunun Türkiye-Somali enerji işbirliğindeki önemini AA Analiz için kaleme aldı.
***
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Türkiye ile Somali arasında imzalanan “Hidrokarbon Arama ve Üretim Anlaşması” çerçevesinde, Türkiye'nin Somali denizlerinde 3 blokta doğal gaz ve petrol arayacağını ve bu kapsamda MTA Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisinin destek gemileriyle birlikte eylül sonunda Somali'ye gideceğini belirtti.
Bu kapsamda iki ülke arasında yapılan bu anlaşmanın ne anlama geldiği, her iki aktör için faydalarının neler olduğu ve Türkiye'nin hangi ülkelerden boşalan yeri doldurduğu, meselenin anlaşılması adına faydalı olacaktır.
İkili ilişkiler için bu anlaşma ne ifade ediyor?
Türkiye'nin Somali ve genel olarak Afrika ülkeleriyle ilişkileri, özellikle 2005'ten itibaren dikkate değer bir gelişim gösterdi. Bu gelişimin başlangıcında, 2011 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Mogadişu'ya ailesiyle birlikte yaptığı tarihi ziyaret önemli bir dönüm noktası oldu. Bu ziyaretin ardından, iki ülke arasında çeşitli alanlarda birçok stratejik anlaşma imzalanarak işbirliği derinleştirildi. 2024 yılının şubat ayında imzalanan “Savunma ve Ekonomik İşbirliği Çerçeve Anlaşması” ise ilişkilerde bir kilometre taşı olarak öne çıkıyor.
Bu bağlamda, Çerçeve Anlaşması kapsamında Türkiye ve Somali arasında imzalanan “Hidrokarbon Arama ve Üretim Anlaşması”, iki ülke arasındaki ilişkilerin ne kadar derinleştiğinin bir göstergesidir. Anlaşma, Türkiye'nin Somali'deki petrol ve doğal gaz kaynaklarını araştırmasını, değerlendirmesini, geliştirmesini ve üretimini kapsıyor. Bu işbirliği, yalnızca Türkiye'nin Afrika kıtasındaki stratejik konumunu güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Somali'nin ekonomik bağımsızlık ve istikrar sağlama potansiyelini de artırıyor.
Türkiye'nin bu anlaşma ile Somali'deki enerji sektörüne yapacağı yatırımlar, Somali'nin ekonomik kalkınmasını hızlandıracak ve ülkenin enerji altyapısını modernize edecektir. Aynı zamanda, bu işbirliği, Somali'nin bölgesel bir enerji merkezi olma hedefini destekler nitelikte olup, ülkeye yabancı yatırım çekme konusunda da önemli bir rol oynayacaktır. Türkiye için ise bu anlaşma, enerji kaynaklarını çeşitlendirme stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor ve Afrika kıtasında uzun vadeli ekonomik ve siyasi nüfuzunu pekiştirme amacına hizmet ediyor.
Bu anlaşma, Türkiye'nin Somali'deki insani yardım, altyapı projeleri ve eğitim alanındaki yatırımlarının bir devamı niteliğindedir ve iki ülke arasındaki çok boyutlu işbirliğinin güçlenmesine katkı sağlayacaktır. Türkiye'nin Somali'deki varlığı, sadece enerji alanında değil, aynı zamanda güvenlik, tarım, sağlık ve eğitim gibi çeşitli sektörlerde de gelişiyor. Türkiye'nin bu varlığı, Somali halkının refahını artırmasına ve ülkenin sürdürülebilir kalkınmasına destek oluyor.
Türkiye ve Somali için getirileri
Jeo-sismik çalışmalar Somali'nin en az 30 milyar varil petrol ve gaz rezervine sahip olabileceğine işaret ediyor. Dolayısıyla, hidrokarbon kaynaklarının etkin kullanımı, Somali ekonomisinin yeniden canlanmasına ve ülkenin enerji bağımsızlığına ulaşmasına büyük katkı sağlıyor. Bu süreç, Somali'nin dış yardıma bağımlılığını azaltarak, ekonomik istikrarını pekiştirecektir. Anlaşma kapsamında, petrol ve gaz üretimi için gerekli altyapının geliştirilmesi hedefleniyor. Bu altyapı, sondaj platformlarından ihracat terminallerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsayarak, Somali'nin enerji sektöründe uluslararası standartlara ulaşmasını sağlayacaktır. Somali'nin bu kaynaklardan elde edeceği gelir, siyasi istikrar ve güvenlik açısından da olumlu etkiler oluşturacak, ülkenin iç dinamiklerini güçlendirecektir.
Türkiye'nin Somali'deki varlığı, Afrika'daki stratejik etkisini artırmak açısından önemli bir referans noktası oluşturuyor. Bu anlaşma, Türkiye'nin bölgesel istikrar hedefiyle uyumlu olarak Afrika'daki nüfuzunu genişletiyor ve enerji güvenliğini sağlamak için kaynaklarını çeşitlendirmesine olanak tanıyor. Türkiye, Karadeniz'de 2020'de gerçekleştirdiği büyük enerji keşfinden elde ettiği deneyimi Somali'deki projelere yansıtarak, uluslararası enerji üretiminde önemli bir aktör olarak konumlanacaktır. Ayrıca, Türk şirketleri Somali'de petrol ve gaz kaynaklarının araştırılması, değerlendirilmesi, geliştirilmesi ve rafinaj operasyonları gibi birçok alanda önemli fırsatlar ve deneyimler elde edecektir. Bu işbirliği, sadece ekonomik değil, aynı zamanda Türkiye'nin bölgedeki diplomatik ve stratejik gücünü pekiştirecek niteliktedir.
Türkiye Somali'de hangi boşluğu dolduruyor?
Somali sularında, Chevron, Eni, ExxonMobil ve Shell gibi uluslararası petrol şirketleri 1950'li yıllarda petrol aramaya başlasa da ülkede 1991 yılında iç savaşın ortaya çıkmasından dolayı bu faaliyetlere son verildi. Takip eden yıllarda da Somali sularında araştırma yapan bazı ülkeler ve şirketler, siyasi istikrarsızlık ve güvenlik sorunları nedeniyle projelerini tamamlamakta zorlandı. Son olarak, 2022 yılında ABD merkezli Coastline Exploration adlı şirket, Somali hükümetinden 7 ayrı deniz bloğu satın alarak arama faaliyetlerine başladı. Ancak pek çok medya organında bu şirketin istikrarsız siyasi iklim ve lojistik sorunları nedeniyle önemli gecikmeler yaşadığı rapor edildi.
Buradan hareketle, Türkiye'nin Somali'deki varlığı daha önce Somali sularında faaliyet gösteren ancak projelerini tamamlayamayan veya erteleyen Batılı ve bölgesel güçlerin bıraktığı boşluğu dolduruyor. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bazı ülkeler ve büyük Batılı petrol şirketleri, Somali'de karşılaştıkları zorluklar ve istikrarsızlık nedeniyle faaliyetlerini azaltarak tamamen durdurdular.
Türkiye, bu boşluğu doldurarak Somali'ye sadece ekonomik yatırım yapmakla kalmadı, aynı zamanda güvenlik desteği sağlayarak kapsamlı bir işbirliği modeli sundu.
Türkiye'nin Somali'ye yönelik bu proaktif yaklaşımı, ülkenin enerji kaynaklarının verimli bir şekilde değerlendirilmesine olanak tanıyor. Ayrıca, Türkiye'nin sağladığı güvenlik desteği, Somali'de istikrarın sağlanmasına katkıda bulunarak yabancı yatırımlar için daha güvenli bir ortam oluşturuyor. Bu durum, Somali'nin enerji sektöründe yeniden yapılanmasına ve uluslararası enerji piyasasında önemli bir oyuncu olmasına zemin hazırlıyor. Türkiye'nin bu stratejik adımı, hem ekonomik hem de diplomatik açıdan iki ülke arasındaki ilişkileri derinleştirirken, Türkiye'nin bölgedeki etkisini ve nüfuzunu da artırıyor.
Sonuç olarak, Türkiye-Somali Hidrokarbon Arama ve Üretim Anlaşması, iki ülke arasındaki derinleşen stratejik işbirliğinin bir göstergesidir. Türkiye, bu anlaşmayla Somali'de enerji altyapısını modernize ederek Somali'nin ekonomik kalkınmasını hızlandırmayı ve enerji bağımsızlığını artırmayı hedefliyor. Bu işbirliği aynı zamanda, Türkiye'nin Afrika'daki stratejik konumunu güçlendiriyor ve enerji kaynaklarını çeşitlendirme stratejisini destekliyor. Türkiye'nin, Somali sularında daha önce faaliyet gösteren ancak projelerini tamamlayamayan Batılı ve bölgesel güçlerin boşluğunu doldurması, Somali'deki istikrarı ve yabancı yatırım çekme potansiyelini artırarak iki ülke arasındaki çok boyutlu işbirliğini de güçlendirecektir.
[Dr. Kaan Devecioğlu, ORSAM Kuzey Afrika Koordinatörüdür.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-somali-iliskilerinde-enerji-isbirligi-mta-oruc-reis-afrika-sularinda/3282079 | 3,675 | 7,755 |
Türkiye-Ukrayna ilişkileri çok yönlü gelişiyor
Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy'nin seçimlerden kısa bir süre sonra Türkiye'yi ziyaret etmesi, Kiev'in yeni dönem dış politikasının önceliklerini de ortaya koyuyor.
İstanbul
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, 7-8 Ağustos 2019 tarihlerinde Türkiye'ye resmî bir ziyarette bulundu. Nisan 2019'da devlet başkanlığı, temmuz ayında da "Halkın Hizmetçisi" adlı partisiyle parlamento seçimlerini kazanan Zelenskiy'nin seçimlerden kısa bir süre sonra Türkiye'yi ziyaret etmesi, aynı zamanda Kiev'in yeni dönem dış politikasının önceliklerini de ortaya koyuyor. Nitekim devlet başkanı seçildikten sonra Zelenskiy, ilk yurtdışı ziyaretini Brüksel'e gerçekleştirmiş ve böylece Ukrayna'nın önceliğinin AB ve NATO ile entegrasyon olduğunu göstermişti.
Türkiye'ye yapılan ziyareti de bu açıdan değerlendirmek mümkün. Ukrayna, Türkiye'nin başarılı/başarısız Batı ile ilişkilerinden yararlanmak, NATO ile işbirliği ve Kırım konularında Türkiye'nin desteğini elde etmek, Türk yatırımcıları Ukrayna'ya çekmek ve bölgesel meseleleri istişare etmek istiyor. Yine Zelenskiy, Batı ile ilişkilerin sınırlı ölçüde gelişebileceğini bildiğinden ve hâlâ Moskova'nın güçlü etkisinin olduğu eski Sovyet cumhuriyetlerine pek fazla yaklaşmak istemediğinden dolayı Türkiye gibi bölgesel güçlerle işbirliğini artırmak niyetinde.
Diğer taraftan Ukrayna-Türkiye ilişkileri, Zelenskiy öncesinde de komşuluk ve dostluk içerisinde gelişmiş, bir dönemin moda kavramı olan “stratejik ortaklık” olarak ilan edilmişti. Türkiye'nin 1991'de Ukrayna'nın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden biri olması, ekonomik olarak iki ülkenin birbirlerini tamamlaması ve bölge siyasetlerinin örtüşmesi, Türkiye-Ukrayna ilişkilerinin gelişmesinin başlıca sebepleriydi. Ukrayna ile vizelerin kaldırılması ve 2017 yılından itibaren Ukrayna'ya iç kimlikle seyahat edilebilmesi, iki ülke arasında oluşan güveni ve münasebetlerde gelinen noktayı gösteriyor.
Ekonomik ilişkiler ivme kazanıyor
Bununla birlikte Ukrayna'nın bir türlü siyasi istikrara kavuşamaması, şüphesiz Ukrayna-Türkiye işbirliğini de olumsuz etkiliyor, gerçek bir “stratejik ortaklığın” önünde önemli bir engel teşkil ediyor. Diğer taraftan Ukrayna'yla ilişkilerin, Rusya ilişkilerinin gölgesinde kaldığı da söylenebilir. Diğer bir deyişle, özellikle Rusya ile Ukrayna arasındaki gerginlik dolayısıyla Ankara'nın Kiev ile münasebetleri, biraz da Ankara-Moskova hattındaki gelişmelere bağlı. Örneğin, Rusya ile yaşanan uçak krizi sırasında Ukrayna ile temaslar artmış, Ukrayna birçok konuda Türkiye tarafından Rusya'ya alternatif olarak değerlendirilmeye çalışılmıştı. Rusya faktörünün yanı sıra iki ülke arasındaki ilişkileri etkileyen bir başka faktör de Türkiye ile Ukrayna'nın aynı zamanda başta enerji boru hatları olmak üzere birçok alanda birbirine rakip olması.
Zelenskiy'nin Türkiye ziyaretinin gündemini de aslında tüm bu konular oluşturmakla birlikte özellikle ekonomi alanındaki işbirliğine vurgu yapıldı. Bilindiği gibi Ukrayna, siyasi istikrarsızlıktan kaynaklanan ekonomik sorunlar yaşadığı gibi Batı'nın kendisine vadettiği desteği de alamamakta. Bu bağlamda Türk yatırımları ve Türkiye ile geliştirilecek işbirliği, Ukrayna ekonomisi için büyük önem arz ediyor. Nitekim Vladimir Zelenskiy ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, (2008'de 8 milyar dolar olan) iki ülke arasındaki ticaret hacminin mevcut 4 milyar dolardan 10 milyar dolara çıkarılması gerektiğini dile getirdiler ve bunun için serbest ticaret bölgesinin kurulmasına dair planların hayata geçmesinin önemli olduğunu vurguladılar. Zelenskiy ayrıca Ukrayna'nın tarım arazilerinin satışını serbest bıraktığını ve Türk şirketlerinin bu konuyla da ilgilenmelerini istedi.
Ukrayna devlet başkanı bunun yanı sıra Türkiye'nin başarılı olduğu turizm alanındaki tecrübesinden yararlanmak istediğini, kumarın kısmen yasalaşacağını ve bu şekilde turist çekmek istediklerini belirtti, ayrıca Türk yatırımcıları Ukrayna'da 5G teknolojisinin geliştirilmesi sürecinde yer almaya davet etti.
Zelenskiy'nin Türkiye'yi örnek aldığı ve Türk şirketlerinden destek istediği konulardan biri de yol yapımıyla ilgili. Daha ziyaret öncesinde Ukrayna devlet başkanı, Ukrayna şehirlerindeki yol sorunlarının çözülmesi ve bu konuda Türk şirketleriyle çalışılması gerektiğini belirtmişti.
Yine ikili görüşme sırasında uzay araştırmaları konusunda işbirliği protokolü imzalandı. Bu konu her ne kadar ekonomik ve siyasi konuların gölgesinde kalsa da son dönemde bu konulara ilgisini artıran Türkiye için Ukrayna'nın bu alandaki tecrübesinden istifade etmek mühim. Zelenskiy ayrıca Baykar Milli Siha Sistemleri Üretim ve Ar-Ge Tesisi'ni ziyaret etti ve teknoloji alanında Türkiye ile Ukrayna arasında birbirini tamamlayan işbirliği konusu ele alındı. Daha Petro Poroşenko döneminde Ukrayna, Türkiye'den Bayraktar TB2 İnsansız Hava Aracı (İHA) satın almıştı. Görüldüğü gibi Zelenskiy, ekonomik durumu düzeltmek için birtakım adımlar atıyor ve Türkiye'ye bu konuda önem veriyor.
Zelenskiy'nin ülkesine özellikle Türk yatırımcıları ısrarla davet etmesi şüphesiz Ukrayna'nın günümüz şartlarında Batılı yatırımcıları ülkesine çekememesinden, Türk şirketlerinin ise eski Sovyet coğrafyasında ve zor şartlarda da iş yapma tecrübesine sahip olmasından ve risk almaktan çekinmemesinden kaynaklanıyor. Tüm bu konuların gerçekten de Türkiye ile Ukrayna arasındaki ekonomik ilişkilere ivme kazandırabileceğini söylemek mümkün.
Ukrayna'nın toprak bütünlüğüne destek
Ziyaret sırasında gündeme gelen konulardan biri de Ukrayna'nın parçalanmışlığı konusu oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kırım'ın ilhakını tanımadığını ve tanımayacağını açıkladı. Rus yetkilileri Erdoğan'ın bu açıklamasını doğal olarak tepkiyle karşıladılar. Ancak şu da bir gerçek ki, Ankara zaten daha ilk günden Kırım'ın ilhakını tanımayacağını belirtmişti. Dolayısıyla bu açıklamanın Türkiye-Rusya ilişkilerini herhangi bir şekilde etkilemeyeceğini öngörebiliriz. Ancak Zelenskiy ve Türkiye-Ukrayna ilişkileri açısından bakıldığında Ankara'nın Kırım'la ilgili tutumunu tekrarlaması şüphesiz olumlu bir gelişme olmuştur. Yine Zelenskiy, Ankara ziyareti sırasında Kırım Derneği Genel Merkezi'nin yeni binasının açılışına katıldı. Türkiye'deki Kırım Tatarları, genel olarak her zaman Türkiye ile Ukrayna arasında bir köprü rolü oynamışlardır. Zelenskiy'nin ziyaretinin İstanbul ayağı da yoğun geçti. İşaret edilen İş Forumu'nun yanı sıra Ukrayna Devlet Başkanı, Fener Rum Patriği Bartholomeos ile bir görüşme gerçekleştirdi. Bartholomeos da hem Ukrayna'nın toprak bütünlüğünün hem de Ukrayna Kilisesi'nin bağımsızlığının önemini vurguladı.
Görüldüğü gibi Türkiye-Ukrayna arasındaki işbirliği, potansiyelin altında da olsa çok yönlü olarak gelişmeye devam ediyor. Ekonomi, turizm, inşaat ve yol yapımı, uzay ve askerî teknolojiler, tarafların işbirliği geliştirdikleri ve bundan sonra da en fazla önem verecekleri konuların başında geliyor. Ankara'nın Kırım meselesi ve genel olarak Ukrayna'nın toprak bütünlüğü konusunda ortaya koyduğu yaklaşım ve bu yaklaşımı sıkça dile getirmesi, Fener Rum Patrikhanesi'nin de Ukrayna Kilisesi'yle ilgili tutumu, ekonomi ve askerî alanlardaki münasebetlerin gelişimini olumlu etkilemekte.
Ukrayna zor günler geçiriyor ve buradaki gelişmeler, Suriye'deki olayların gölgesinde kalıyor. Ukrayna halkı da bulunduğu bu zor durumdan kurtulmak için siyaset dışından bir figür olan Zelenskiy'i bir umut olarak gördü. Ukrayna'nın siyasi sorunlarının çözülmesi kolay görünmüyor. Bundan dolayı da yeni devlet başkanı en azından ülkenin ekonomik durumunu düzeltmek için çıkış yolları aramakta. Türkiye ile artırılacak işbirliği, bu sürecin önemli ayaklarından birini oluşturuyor. Türkiye için de Ukrayna yukarıda belirtilen tüm bu alanlarda önemli bir pazar konumunda. Ayrıca Ukrayna'nın ekonomik olarak toparlanması ve istikrara kavuşması, yalnızca Ukrayna açısından değil, Türkiye'nin de çıkarına olan bölge istikrarı açısından de önem arz ediyor.
[Prof. Dr. İlyas Kemaloğlu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesidir]
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz. | https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-ukrayna-iliskileri-cok-yonlu-gelisiyor/1553369 | 4,045 | 8,194 |